18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
14 KASIM 2007 ÇARŞAMBA CUMHURİYET SAYFA DİZİ 9 TÜRKİYE’DE BİR DEVRİM: Laik Cumhuriyet aiklik, genel bir söyleyişle, dinle dünya işlerini birbirine karıştırmamak ya da dünya işlerini din işlerinden ayrı tutmak diye tanımlanagelir. Daha da açıklık getirmek isteniyorsa, devletin din ve mezhepler karşısında yansızlığı ve siyasalhukuksal düzeninin de din kurallarına dayanmamasıdır laiklik. Toplumda, fikir özgürlüğü kadar inanç özgürlüğü de bunu gerektiriyor; hele demokrasi söz konusu olduğunda, laik ilkenin varlığı, uygulamanın sağlığı adına daha da önem kazanıyor. Demokrasi ile laiklik, etle tırnak gibi birbirine bağlıdır, denmesi bundan. Fransızcadaki laik ya da laique terimleri, kelimelerin kökenlerinin de anlattığı gibi, din ve ruhban dışılığı dile getiriyor. Daha çok İngilizce ve Almanca konuşulan ülkelere özgü sekülarizm kelimesi ise din ve ruhban dışılık ya da dünyasallık anlamındadır. Sekülarizm, kimi ince farklılıklarla, laikliğin ikizi sayılır. Daha da önemlisi, her ikisi de Batı toplumlarının ürünüdür. L Bütün bunlar, bir “kültür devrimi”nin de simgeleriydiler. Onlara, bir “sınıfsal çelişki” de eklenerek laikleşmeyi hızlandırır: Kapitalizmin doğuşu ve ona öncülük eden ulusal burjuvaziler, çok geçmeden, yedeklerine emekçi sınıfların özgürlük ve eşitlik özlemlerini de alarak “burjuva demokratik devrimi”ne yönelirler. Bu, feodal, aristokratik, monarşik ve dinsel yapıların da karşısına dikiliş demekti ve laikliğe ya da sekülerleşmeye sıçrayışa varacaktı. Nitekim, mutlak monarşiler sınırlanır ya da yıkılıp yerlerine burjuva cumhuriyetler kurulurken egemenlik de gökten yere indirilmiş olur; millet egemenliği, mutlak monarkların olduğu kadar, dinin ve ruhbanın siyasetteki egemenliklerine son verir. Dokunulmaz ve kutsal olan, artık insan ve bireydir. Modern demokrasiler böyle doğar ve beraberlerinde kilise/devlet, din/devlet ya da din/dünya işleri ayrılığı da bulunmaktadır; özetle, ister sancılı bir gelişmeye sahne olmuş Fransa’nın “laikleşme modeli” söz konusu olsun, ister devlet ve din ilişkilerinde daha uzlaşmacı ve barışçı “sekülerleşme modeli” göz önünde tutulsun, her ikisinde de sonuç bir bakıma özdeştir. Bu anlamda, modele hangi ad verilirse verilsin, Batı toplumlarında din, esasta “bireysel ve vicdani bir yeğleyiş” işi olup çıkmıştır. Anayasal vitrinler farklı olabilir, ama gerçeklik hemen hemen aynıdır. 1923 Devrimi’ni yapanlar, Batı dünyasında bu olup biteni biliyorlardı. Öte yandan, kendi ülkelerinde farklı bir dinsel ortamın da bilincindeydiler: İslam, Hıristiyanlıktan farklı olarak, ne dindünya işleri ayrılığını tanıyordu, ne din ve devlet ayrılığını; yalnız insanTanrı ilişkisi değil, insanlar arası ilişkiler hakkında da kurallar ve yasaklar koyuyordu; iktisadi ilişkilerden devlet yönetimine değin de yayılıyordu bunlar ve din kuralı oldukları için de kutsaldılar. Bu bağlamda, devletten bireye tanımasını beklediğimiz özgürlüğü, İslam, bireye tanımıyordu; bireyin yaşamının her yönünü sımsıkı kurallara bağlayan şeriat, özellikle kadınerkek ilişkisinde eşitsiz bir yapı kuruyordu. Bu “bütüncül”, dahası “totaliter” yapı, onun aynı zamanda bir “devlet dini” ya da “din devleti” olarak doğmuş olmasından kaynaklanıyordu. Ortaçağ toplumunun ihtiyaçlarına yanıt vermiş olabilirdi bu kurallar; ama çağdaş toplumun gereklerine ters düşüyorlardı. Dahası, İslam ve İslam dünyası bir “reform” ve “Aydınlanma Çağı” yaşamamıştı. Cumhuriyetçi kadroları etkilediler 1923 Devrimi’ni yapanlar Batı’yı iyi biliyorlardı 1923 Devrimi’ni yapanlar laik reforma karar verdiklerinde, Batı’da, o konuda, yüzyıllar öncesinden başlayarak ve üstelik büyük bir kavganın eseri olarak olup biten, özetle şu idi: Önce, Katolik Kilisesi (Papalık) ile ulusal güçler (krallık, aristokrasiler) kapışmış ve ulusal devletler dinsel bağımsızlıklarını kabul ettirmişlerdi; sonra, bizzat Katolik Kilisesi’nin yekpareliği Reform hareketiyle kırılmış (Luther, Calvin, Protestanlık), mezhep ve yorum çeşitliliği, özgürlüklerin ye çoğulculuğun değirmenine su taşımıştı; arkasından, asıl din kurumu ve düşüncesi, aklın bayrağını yükselten akımların, akılcılığın, kuşkuculuğun, hümanizmanın, deneyciliğin, daha da genel olarak Aydınlanmanın kurduğu “Aklın mahkemesi”nin önünde sorgulanmıştı; daha fazlasını yapmışlardı bu akımlar, evrenin merkezi olarak Tanrı’nın yerine insanı koymuşlardı ve bundan da bireycilikle hümanizma doğmuştu. Bir çelişkiyi görmek öylece, Cumhuriyet’i kuranlar, yeni bir devlet ve toplum yaratmaya giriştiklerinde, sosyal değişim zorunluluğu ile kendilerinden önceki yapı arasındaki çelişkiyi görmüşlerdi ve bunu çözme sorunu ile karşı karşıya idiler. Ancak Profesör Aydın Aybay’ın pek yerinde belirttiği gibi (Cumhuriyet, 13.11.1999), Batı’da bu sorun, yüzyıllarca süren bir gelişmenin sonunda çözülmüş ve üstelik sosyal bir onaya da kavuşmuş ve kökleşmişti. Bizde böylesi bir yeğleme olmadığından, bunun, devrim uğruna “tepeden” yapılmasından başka çare yoktu. Bu davranışın yadırganacak ya da kınanacak bir yönü de yoktur. Kendi temelini “bilim”e, “akla” ve özgürlüğe dayandırma iddiasıyla siyaset sahnesine çı B kanlar, ister istemez dinin dünyasal ilişkilere uzanan alanını daraltmak zorundaydılar; politik eylemin alanını genişletmek için bu şarttı. Yapılanlar da işte bu gereğin sonucudurlar. Ancak hatırlatmalı da: Bu yeğleme yapılırken din kurumunu büsbütün kaldırmak ya da özünü değiştirmek, kimsenin aklından bile geçmemiştir. O kadar ki, din, inanç olarak bireyin vicdanına terk edilirken genel din hizmetlerinin yerine getirilmesi de, eskisi gibi bir kamu hizmeti niteliğinde görülmüş ve devletçe bir görev olarak üstlenilmiştir: Diyanet İşleri Başkanlığı bunun sonucudur. Ama asıl önemlisi şu: Türkiye’de laiklik sıradan bir yeğleyiş değildi, yaşam dayatmıştı onu. Ne var ki Aydınlanma Çağı’nın akılcı düşünceleri, XIX. yüzyılda, gecikmeli de olsa, Osmanlı aydınlarını etkisine alırken laik ilkeyi de beraberinde getiriyordu. Çoğu, dinle mesafeli, kimi zaman, ona karşı aydınlar oldular. Aralarında Ali Suavi’nin (18391878) tavrı pek ilginçtir: Bu ünlü kalem ve eylemci, hem de medreseden geldiği ve sarıklı olduğu halde, halifeliği reddediyor, dinin devlet yönetiminden uzaklaştırılması fikrini, laik eğitimi ve ibadet dilinin Türkçeleştirilmesini savunuyordu. Ona, daha sonraki yıllarda, Abdullah Cevdet’i (18691932), Celal Nuri’yi (18771938), Ziya Gökalp’i (18761924) ve başkalarını katmalı. Hepsi, laik bir devlet ve toplum düzeninden yanaydılar ve radikal Cumhuriyetçi kadroları etkilediler. Osmanlı yenilik hareketleri boyunca devlet yapısının dinsellikten uzaklaştırılması yolunda kimi örnekler ortaya konmuş da olsa, dinseldünyasal kurallar ikiliği sürüyordu ve buna son vermek gerekiyordu. Laik düzenin kurulmasında aşamalar aik düzenin kuruluşunun aşamalarını da biliyoruz. Daha baştan, egemenlik kuramı “milli egemenlik” diye adlandırıldığında, laik düzenin temeli atılmıştı; kuram bu olunca uygulama da onu izler. İlk adımlardan biri olarak, saltanat hilafetten ayrılarak kaldı L rılır (1922) ve bir yıl sonra da Cumhuriyet ilan edilir (1925). “Devletin dini İslamdır” hükmü anayasaya konsa da bir şey değişmez. Nitekim, 3 Mart 1924 günü çıkarılan üç önemli yasa, laikleşme yolunda dev adımlardır: Hilafete son verilir; Şer’iye ve Evkaf Vekâleti kaldırılarak Diyanet İşleri Reisliği kurulur; Tevhidi Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) çıkarılır. Eğitimöğretim, yeni toplumyeni insan modelini yaratmada başvurulan en önemli araç olacağından, Öğretim Birliği Yasası pek önemlidir. Tek okul, “laik okul”dur artık. Arkasından medreseler kapatılır. Yasanın öngördüğü İlahiyat Fakül tesi ile imam hatip okulları açılırsa da bu sonuncular bir süre sonra öğrenci yokluğu nedeniyle kapanır. 1929’da liselerden Arapça ve Farsça dersleri kaldırılır. 1928 Anayasa değişikliğiyle, devletin dini, ahkâmı şeriye ve yemin anayasadan silinir; 1937’de de laiklik, bir devlet il ütün bu anlattıklarımızdan bir çıkan da şudur; Türkiye’ de laiklik, sadece devletin laikleştirilmesine ya da dindevlet ayrılığına indirgenemez; onları da aşan bir kapsamı vardır ilkenin bizde. Peki, niçin bir “Türk laikliği” söz konusudur? Çünkü bu Batılı ilke, bambaşka bir siyasal ve sosyal ortamda hayata doğdu ve gelişti. Ne var ki Batı’daki örnekler de bir Fransa’da, bir İngiltere ile ABD’de, bir Almanya’da olduğu gibi, o ülkelerin kendi koşullarına göre biçimlenmiştir. Türkiye’deki biçimleniş ise oralarda olduğundan çok daha farklı ve radikal bir içerik taşıyacaktı; şu nedenle ki laiklik, bir Müslüman ülkede, en başta kültür koşulları pek değişik bir ülkede toprağa ekiliyordu ve daha da önemlisi, 1923 Devrimi’ni yapanlar, devleti olduğu kadar toplumu da bütünüyle yeniden yapılandırmak istiyorlardı. Neydi hedefleri? Belli bir ulusal kimliği de olan çağdaş bir toplum yaratmak! Kurulan Cumhuriyetin hedefi “çağdaş uygarlığa ulaşmak”tı; çağdaş uygarlığın felsefesinin temeli ise “bireyin özgürlüğü ve B Niçin bir ‘Türk laikliği’? yetiştirmenin yolu da laiklikten geçiyordu. Sonuç olarak laiklik, Türk Aydınlanmasının temeli idi ve bütün bir sistemin varlığı ona bağlıydı... Laiklik, yalnız devleti değil, bireyi ve toplumu da yeniden biçimlendirme görevini yüklenince, ister istemez “radikal” ve “militan” bir renge bürünecekti. Bunun bir sonucu da şu oluyordu: Dinle devlet birbirinden ayrı olacaktı; din, devlet işlerine karışamayacaktı, ama devlet, din işlerine özüne olmasa da sosyal çıkarlar adına karışabilecekti; Diyanet İşleri Başkanlığı bu misyonla da kurulmuştu. Ancak unutmamalı: Bütün bunlar, toplumda bir “kültür devrimi”nin parçalarıydılar. Toplum, bütünlüğüne bir değişimi yaşıyordu. YARIN: EĞİTİMDE GERİYE SAVRULMALAR VE ÇÖZÜLME kesi olarak anayasaya geçirilir. Laiklik temelinde yargı ve hukuk birliği kurulur. Laikleşme, günlük toplum yaşamına kadar sokulur: Dinsel giysilerin yasaklanması; Efendi, Bey, Paşa gibi lakap ve unvanların kaldırılması; takvim ve tatil günleri değişikliği akla ilk gelen örneklerdir. Onlara, pek radikal bir önlemi, tekke, zaviye, türbe ve tarikatların kapatılmasını eklemeli. Toplum yaşamının laikleştirilmesi, 1926’da Medeni Yasa’nın çıkarılmasıyla doruğuna varır: Doğum, eğitim, kültür, evlenme, ölüm ve miras işlerinin ulemaca yönetilmesine son verilir; kadınerkek eşitliği, tekeşlilik, resmi memur önünde evlenme, çocuğun dinsel eğitiminin anababaya verilmesi, erginin dinini seçmede özgür kılınması önemli adımlardır. Özellikle kadın hakları, laikleşmenin çarpıcı görünüşleridir. Toplum onu hep destekledi kendi geleceğini belirleme hakkı” idi. Bireyin özgür olması ve yaratıcı gücünü ülke ve insanlık yararına kullanabilmesi için de “dinsel baskılardan kurtarılması” gerekiyordu. Bu, “bireysel özgürleşme”nin ana koşulu idi. İşte bunu sağlayacak yapısal dönüşümün anahtarı laiklikti. Böylece laiklik, yalnızca “din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını öngören bir ilke” değil, “dünya yaşamının, din kurallarının etkisinden kurtarılıp bilim ve aklın egemenliğine bırakılması”; onun yanı sıra da “dünya sorunlarına akılcı ve bilimsel bakış açısı getiren bir yaşam biçimi”ydi; “dogmalarla bağdaşmayan ve onları reddeden bir niteliği” vardı laikliğin. Öte yandan, “aklı önemseyen ve eleştirel düşünen çağdaş yurttaşlar” 1923 Devrimi’nin bu yaptıkları, çağın ve Aydınlanma hareketimizin doğrultusunda olan şeylerdi; laiklik konusunda, ona yöneltilecek belki tek itiraz, bir feodal ideolojinin üzerine yürürken toplumda onu desteklemiş ve hep destekleyecek altyapı değişikliklerine layıkıylagitmemiş olmasıdır. Örneğin, bir toprak reformunun bu konuda neler getirebileceğini, nasıl olur da hatırlamayız? Nitekim, 1950’lerden başlayarak laik reformlara karşı çıkışlar, vaktiyle tasfiyesi yapılmamış çevrelerden gelecektir en başta. CUMHURİYET 09 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle