19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
4 EKİM 2007 PERŞEMBE CUMHURİYET SAYFA KÜLTÜR kultur?cumhuriyet.com.tr Aynı dine inanılan ülkeler de ‘farklı tarih’leri ve ‘özgün kültürler’iyle ‘aynı’laşamazlar 15 ODAK NOKTASI AHMET CEMAL Anadolu başka, Malezya başka 3 Sanat, Ancak ‘Gerçekçi’ Olabilir! Geçen haftaki yazımda, 10. Uluslararası İstanbul Bienali’nin temel sloganı olan “Sanat, iyimser olmalıdır” tarzındaki söylemi ele almış, bienalin kuratörlüğünü yapan Hou Hanru’nun bu konudaki görüşlerine değindikten sonra, yazımı şöyle noktalamıştım: “…Bir de, Hou Hanru’nun dediği gibi, küresel savaşlarla dolu bir çağda yaşıyorsak eğer, o zaman sanatta ‘üstelik gerekli’ olan şey, birinci planda iyimserlik değil, fakat belki de daha önceki çağlarda görülmedik ölçüde kılı kırk yaran bir gerçekçiliktir. Çünkü insanlara sürekli hallerinden memnun olmayı, yani aşırı bir iyimserliği aşılamak peşindeki tüketim ekonomisi modelinin ‘küreselleştiği’ bir dünyada sanattan iyimser olmasını beklemek, onu, kendisi farkında bile olmaksızın, aslında şiddetle eleştirmesi gereken bir durumun savunucusuna dönüştürebilir!” Kendi nitelendirmesiyle, içinde yaşadığımız “küresel savaş çağı” için –üstelik her zamankinden daha çok!– ‘iyimserliği’ talep eden Hanru’nun bu talebi işe yarar mı? Bir anlamda yarar elbet; çünkü bu doğrultuda düşünerek, Irak’ta yıllardır olup bitenleri “ABD, oraya barışı ve insan haklarını götürmek için gitmişti!” diyebilir, sanatınızı da güzel güzel böyle bir yörüngeye oturtabilirsiniz. Ama böylece ortaya koyduğunuz sanat mı olur, yoksa yalanların en iğrenci mi, o elbet başka mesele! Gelgelelim Sayın Hanru, iyimserlikle de yetinmemiş ve bienalin web sayfasında yayımlanan “İmkânsız Değil, Üstelik Gerekli: Küresel Savaş Çağında İyimserlik” başlıklı yazısında, bir Üçüncü Dünya ülkesi olarak Türkiye açısından, Mustafa Kemal’i ve onun devrimlerini de değerlendirme gereğini duymuş. Yazının bu konuyla ilgili satırları aynen şöyle: “Batılı olmayan ilk modern cumhuriyetlerden ve gelişen dünyanın kilit oyuncularından biri olarak Türkiye’nin tarihi ve son dönem konumu bu yöndeki en radikal, çarpıcı ve etki uyandıran vakalardan birini oluşturuyor. Ancak can alıcı bir sorun, Kemalist proje tarafından savunulan modernleşme modelinin yine de sisteme dahil bazı çözülemez çelişkiler ve ikilemlerle dolu, tepeden inme bir dayatma olması; reformların, devrimci birer araç olarak gerekli olmalarına rağmen yarıaskeri bir şekilde dayatılması demokrasi ilkesine aykırıydı; milliyetçi ideoloji, evrensel hümanizmin benimsenmesine aksi yönde işledi” falan filan! İçtenlikle üzülerek belirtmek isterim ki, Hou Hanru’nun bu satırlardan yansıyan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın geçmişine ilişkin bulunan cehaleti, bırakın uluslararası bir sanat bienalinin kuratörlüğünü üstlenmiş birini, ama iyi tarih okumuş ve biraz gözü açık bir lise son sınıf öğrencisinden bile beklenmeyecek kadar vahimdir! Gerçi Hanru’nun Kemalizm ‘eleştirilerine’ aslında hiç de yabancı değiliz; Atatürk’ün devrimlerinin ve reformlarının tabandan tavana değil, fakat tavandan tabana doğru gerçekleştirildiği, bu nedenle tarihsel ve toplumbilimsel anlamda devrim diye bile nitelendirilemeyeceği, yine bu nedenle demokratik de sayılamayacağı, bir ‘İkinci Cumhuriyet’ arayışı içinde olanlarca yıllardır yinelenen tezlerdir. Bu yüzden, yıllardır onlara yönelttiğimiz, ancak doyurucu yanıtlarını bir türlü alamadığımız soruları Hou Hanru’ya da sormak durumundayız: ‘Tepeden inme’ ve ‘dayatma’ dediğiniz Atatürk devrimleri, o dönemde sizce acaba hangi tabana dayandırılabilirdi? Rönesans’tan bu yana hiçbir ilerleme girişiminin yakınına bile uğratılmadığı, sınıfsız, Anadolu’daki nüfusunun tamamına yakın bir bölümü okuma yazma bilmeyen bir toplumdan nasıl bir ‘demokratikleşme bilinci’ beklerdiniz? Bu yüzlerce yıllık geri bıraktırılmışlığın tek ve en etkili çaresi olan Köy Enstitüleri’nin de kapatılmasının ardından, modernleşme hangi ‘tabanda’ oluşabilirdi? Eğer Sayın Hanru, iyimserlik peşinde koşacak yerde, kısacık bir yazıda –bilgi boyunu çok aşarak! değerlendirmeye çalıştığı ülkenin yakın tarihine ‘gerçekçi’ bir tutumla eğilebilseydi, bu gafları hiç kuşkusuz yapmayacaktı! Bu yazımı, aynı cehalete bilim insanlarından ve sanatçılardan beklenen duyarlılıkla karşı çıkan, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Nazan Erkmen’i ve 131 öğretim elemanını içtenlikle kutlayarak noktalamak istiyorum. Çünkü cehalet, yüzüne eleştirinin maskesini takarak düşünce özgürlüğüne sığınma hakkına sahipse eğer, onun karşısında da ‘bilenlerin’ bu maskeyi indirme özgürlüğü vardır! [email protected] 2 AB adayı Türkiye’nin Avrupa’ya değil de “Malezya”ya benzemesinden kaygılananlara karşı Başbakan Erdoğan New York’taki konuşmasında demiş ki: “Ben Malezya’nın avukatı değilim, ama biraz biliyorum. Öyle uç örnekler veriliyor ki sanki Malezya’da hiçbir farklı yaşam tarzı yok...” Bu benzetmeyi ilk yapan eski ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Holbrooke’a dönerek “Ortalığı karıştırdınız” diye takılınca, Amerikalı siyasetçi de bakın ne söylemiş: “Türkiye Malezya da değildir, İran da değildir, Türk halkından özür diliyorum...” (28 Eylül 2007/Milliyet) Bu son söz, ülkeleri kıyaslama alışkanlığına karşı aslında “ilk” sözdür. “Ulusal farklılıklar”ın “ortak din”le bile değişemeyeceğinin kanıtı, sadece Müslüman değil, Hıristiyan ülkelerin de “kendilerine has kimlikler”idir. Bu evrensel gerçek, diğer tüm dinler için de geçerlidir. Çünkü dünyada hiçbir ülke, “farklı tarih”inden kopartılarak ve “özgün kültürler”i yadsınarak değerlendirilemez. O kadar ki “sınırdaş” iki komşu ülke bile bütünüyle “benzer”likler göstermiyor. Hele ki bu iki ülke, “Anadolu” ile “Uzak Asya” gibi dünyanın ayrı köşelerinde, binyıllarca birbirlerinden haberleri bile olmayan insanların adeta “ayrı dünyalar”da yaşadıkları; üstelik sadece kültürel geçmişleri değil, ekonomik geçmişleri de birbirlerine yabancı iki ülkeyse… Bir ülkenin geleceği için “geçmişi farklı bir başka ülkeye öykünmek”; hatta tam tersine, bundan “korkmak” bile kendine güvensizliğin yarattığı “tarih bilincinden yoksun”luk göstergesidir. Bu yoksunluk, geçmişi sadece “siyasal süreçler” olarak görmenin sonucunda yaşanan “uygarlık birikimlerine yabancılaşma”nın ürünü. “Yaratıcı aklın kazanımları”yla bütünleşmiş UZAK ASYA’NIN GÜNEYİNDE BİR ‘KOLONİ’… 1 Yüzde 70’i tropikal ormanlarla kaplı Malezya’da aşırı sıcak ve nemli hava yılın tüm mevsimlerinde egemen. Bu nedenle önemli yerleşimlerin hemen tümü “rüzgâr”a açık kıyı kesimlerinde. 2 Yükseköğrenim İngilizce olduğundan, bu dili İngiltere’den daha ucuza öğrenmek isteyenler için “eğitim turizmi”ni geliştiriyor. 3 Başkent Kuala Lumpur’da “kolonyal mimari”nin eski ve yeni örnekleri yer alıyor. Kent 1857’de ilk kurulduğunda, Anadolu’nun en genç kentleri en az 2000 yaşındaydılar. 1 uygarlık merkezi”ydi. Yine Malezya’nın 2. Dünya Savaşı yıllarını da Anadolu gibi “onurlu bir bağımsız duruş”la değil de, Japon işgali altında yaşamasının nedeni, 19. yy’dan itibaren kurtulamadığı İngiliz egemenliğiydi. Savaş sonrasındaki Birleşmiş Milletler rüzgârıyla ancak 1957’de ve o da yine “İngiliz Milletler Topluluğu’na bağlı kalmak koşulu”yla sözde bağımsız kılınan Malezya’nın askeri “savunma”sını bile İngiltere üstlendi. Bugün ülkedeki üniversitelerin çoğunluğunda, hatta tüm doktora ve yüksek lisans öğrencileri için “resmi eğitim dili” İngilizce. İşte böylesi katıksız bir sömürge tarihi ile Türkiye’nin binyıllara uzanan uygarlık tarihi ve bağımsızlık sürecinin “fark”lı derinlikleri göz ardı edilerek Anadolu insanının “Uzak Asyalılaşma”sını ummak bir yana, “sanmak” bile ne kadar hazin... Malezya, örneğin ne tektanrılı dinlerin de ana tanrıçası olan Kibele’yi biliyor; ne Urartu, Hitit ve hatta antikçağın diğer kent uygarlıklarını yaşamış; ne Selçuklu döneminin “aydınlanma” ve “sanat” zenginliğinin sahibi; ne Osmanlı’nın o erişilmez “uluslarüstü” dünya düzenini tanır, ne de emperyalist işgale karşı ulusal kurtuluş savaşıyla kazanılmış bir laik devrimi gerçekleştirmiş. Bu “fark”ının yanı sıra toplumsal dokusunda da yüzde 60’ı oluşturan Müslüman kesim içindeki “Malay”lar, tüm nüfusun yarısı (yüzde 49) kadar. Kalan yüzde 40 arasındaki “Çinli”ler ise nüfusun yüzde 35’ini oluşturmalarına rağmen ekonomiye egemenler. Yani “emekçi” Malaylar ile “patron” Çinlilerin sınıfsal çatışması, Müslümanlardaki dinciliği de körüklemekte. Aynı çelişki, 1969’daki “iç savaş”ı da yaratırken bugünkü “İslami yaşam tarzı terörü” de yoksul Malayların adeta bir “kimlik kanıtlaması”. Nitekim hükümet şimdi de tümüyle Malaylı askerlerle bir “paralı ordu” kuruyor. Üst düzey yönetim makamlarına sadece Malayların gelmesi “anayasal güvence”ye alınıyor. Şimdi soralım; kültürler arasındaki “birlikte yaşam”ın çağlar boyu ortak değerleriyle zenginleşmiş bir Anadolu, gerçekten Malezyalaşabilir mi? Ya da Malezya’yı “örnek” göstermek, gerçekten “Türkiyeli” olmak mıdır? TOPLUMSAL FARKLILIKLAR LAİKLİĞİN ‘BİLGE’ YURDU “özgün yaşanmışlıklar”ı bugünün de “tarih”sel temelleri arasında göremeyenler, gelecek için özdeğerlerden beslenmek yerine “model ülke” peşindeler. Oysa, bırakın Malezya’yı, “yakın” konumdaki hangi İslam ülkesi; hatta Fransızlara karşı ulusal kurtuluş direnişinin ceplerdeki Atatürk resimleriyle yapıldığı Cezayir de dahil, laik ve demokratik sosyal hukuk devleti olabilmeyi tek başına sürdüren Türkiye’ye benzeyebildi? Bunun nedeni, tarih boyunca aklın, yaratıcılığın, farklı inançlar arasındaki ortak yaşamın beşiği olmuş; insanı yücelten Doğu felsefesi ile antik pagan çağın sanatsal birikimlerini buluşturmuş; bu nedenle de Doğu ile Batı uygarlıklarının adeta bütünleştikleri çok özel bir coğrafyaya dönüşmüş Anadolu’nun, tüm bu özgün değerleriyle birlikte gerçekleşen ve yeryüzünde bir benzeri yaşanmamış Atatürk devrimlerinin de “bilge yurdu” olabilmesidir. Sadece İslam ülkelerinde değil, çoğu AB ülkesinde bile o çok ileri demokrasilerine rağmen hâlâ “krallar”ın ve “kraliçeler”in varlığı, üstelik sadece “kurumsal” değil, “halkın bağ lılık duyguları”yla da kuşaktan kuşağa aktarılması, toplumsal tarihlerindeki “Anadolu görmüş geçirmişliği”ni yaşayamamış olmalarının ürünüdür. Nitekim Başbakan’ın pek beğendiği, sadece “siyasal tarihle yetişenler”in de “Aman benzemeyelim” diye panikledikleri Malezya da 21. yüzyıl “krallık”larından oluşuyor. Ülkeyi oluşturan 13 eyaletin “kendi kralları” var; devletin başındaki kralı da “kendi aralarından” seçiyorlar... Tarihe gelince... Elbette her ülkenin geçmişi “eş saygınlık”tadır; kahramanlıkları kutsaldır; ancak, sadece o ülkeye aittirler... Nitekim Malezya İslamiyetle Fatih’in İstanbul’u aldığı 15. yy’da tanışırken, Anadolu’da aynı dinin “düşünce tarihi”ne de katkı yapan yüzlerce yıllık bir “felsefi birikim” vardı. Malezya, 18. yy’ın sonlarına kadar önce Hollanda, sonra da Portekiz “sömürge”siyken, Anadolu neredeyse Ortadoğu’dan Balkanlar’a kadar ve hatta tüm Akdeniz’i aydınlatan “kültür ve TARİHSEL FARKLILIKLAR Borusan Filarmoni’den yeni mevsimin ilk konseri ‘Saygun’u konser salonuna taşıyorum’ AYÇA TEZER Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi yeni eğitim yılını açıyor ürekli şefliğini Gürer Aykal’ın üstlendiği Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası, yeni sezonu dün akşam Caddebostan Kültür Merkezi’nde verdiği konserle açtı. Bu akşam saat 20.00’de Lütfi Kırdar Konser Salonu’nda yinelenecek olan konsere ilgi büyüktü. Keman sanatçısı James Ehnes’in solist olarak katıldığı konserde Saygun’un ‘Senfoni No. 4, Op. 53’, Sibelius’un ‘Keman Konçertosu, Re Minör, Op. 47’ ve ‘Finlandiya Senfonik Şiiri, Op. 26’ adlı yapıtları seslendirildi. S Açılış konserini Saygun ve Sibelius’a ayırdıklarının altını çizen Gürer Aykal, “Sibelius’un ölümünün 50. yılı; Saygun da 100 yaşında. Aynı dönemden iki besteci. 4. Senfoni, Saygun’un en sevilen senfonisi. İlk çaECİL KAZIM AKSES İÇİN KONSER lınışını 1976’da Saygun’la birlikte ben yapMart ayını 100. doğum yıldönümü nedemıştım. Bugüne kadar bu yapıtı birçok yerde çaldırdım. İlk seslendirişte neler ko niyle Necil Kazım Akses’e ayırdıklarını açıknuştuysak, bana neler öğrettiyse onları layan ünlü orkestra şefi sözlerini şöyle süryaşama geçirmeye çalışıyorum. Bir başka dürüyor: “Besteciler ölmezler. Ölen bizledeyişle hocamı konser salonuna getirmek riz. Onlar hep besteleriyle yaşarlar. Necil istiyorum. Keman Konçertosu ve Finlan Kazım Akses’in Viyolonsel ve Orkestra diya, Sibelius’un en sevilen yapıtlarından için İdil’ini Çağ Erçağ çalacak. Bir Divandır. Böylece en çok sevilenlerden oluşan bir dan Gazel adlı yapıtını ise tenor Ayhan Uştuk seslendirecek. Nisan konserinde yine açılış konseri veriyoruz” diyor. Kasım ayındaki konserde orkestrayı konuk bir konuk şefimiz var: Sascha Goetzel. Dvorak’ın 9. Senfonisi’ni seslendirecek. şef Josep CaballeDomenech’in yöneteceğine değinen Aykal, sözlerini şöyle Solist keman sanatçısı Özcan Ulusürdürüyor: “Oldukça iyi düzeyde bir can ise Bruch’un Keman Konçertoşef. Wagner ve Brahms’ın senfonilerini su’nu yorumlayacak. Mayıs ayındaseslendirecekler. Bunlar, orkestraki sezonun son konseri de Sibenın bildiği yapıtlar. Onun için lius’un 3. Senfonisi’yle kaparahatlıkla şefi izleyebileceğiz. nacak.” Geçen yıl olduğu giAralık ayı konserinde de gelebi bu yıl da Joseph Wolcekte Türkiye’nin adını dünfe’un Borusan Oda Orkestyaya duyuracak olan Can rası’yla konserler vereceOkan ve Cemi’i Can Deliorğini belirten Aykal, bu man adlı iki genç Türk şefi yılki 5 konserorkestrayı yönetecek. de birçok Yeni yılı karşılaönemli yapıtı ma konserlerinde seslendirecekleriher zaman olduğu Keman sanatçısı James Ehnes. ni söylüyor. KONUK ŞEFLER GELİYOR gibi bir başkalık, bir güzellik var. Turgay Hilmi alp kornosu çalacak. Çok müthiş bir konser olacak. Şimdiden seyircinin gülmekten kırılacağını görebiliyorum. Ocak ayının konuk şefi ise Andreas Schüller. Schüller, Çaykosvski’nin 5. Senfonisi’ni yorumlayacak. Çok iyi bildiğimiz bir senfoni olduğu için yine şefin ustalığını görmek açısından iyi olacak. Konserin solistleGürer Aykal ri ise Ferhan ve Ferzan Önder kardeşler. Onlar da Poulenc çalacaklar.” Şubat ayında özel bir konserleri olduğunu belirten Gürer Aykal, BİFO Gala Konseri’nde bugüne kadar ülkemizde seslendirilmemiş olan Dvorak’ın Requiem’ini The Philharmonia Korosu ile birlikte çalacaklarını söylüyor. Dört solist, büyük bir orkestra ve koro için yazılmış bir yapıt olduğu için bu konseri yalnızca Lütfi Kırdar’da verebileceklerini sözlerine ekliyor Aykal. Gülriz Sururi ve öğrencilerden müzikal Kültür Servisi 50. kuruluş yılını kutlayan Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, 20072008 Eğitim Yılı’nı bugün saat 17.00’de fakültenin Acıbadem Kampusu, Konferans Salonu’nda törenle açıyor. Açılışı Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ile Üniversite Rektörü Prof. Dr. Necla Pur yapacak. Açılış törenine yurtdışından çeşitli üniversitelerden öğretim üyelerinin yanı sıra 1957 yılında DTGSYO adıyla kurulan okulun ilk Gülriz Sururi dönem eğitim yılları üyelerinden, bu alanın efsanevi isimleri Alman hocalar Frank Mezger, Dr. Karl Sclamminger, Hans Baurle ve Helmut Hungerberg ve ABD Berkeley Üniversitesi’nde öğretim üyeliği yapan Prof. Türker Özdoğan da katılacaklar. DTGSYO yılları arasında müdürlük yapan Prof. Dr. Ş. Safa Erkun, Prof. Mustafa Aslıer, Prof. Erol Eti, Prof. Tankut Öktem ve MÜGSF Dekanı Prof. Hüsamettin Koçan açılışta bulunacaklar. Açılış Uzel Ametist Klarnet Beşlisi’nin konseri ile başlayacak; konserde, A. Khatchaturian, U.C. Erkin, A. Piazzolia ve G. Miller’in yapıtları seslendirilecek. Fakültenin 50. kuruluş yıldönümünde kurumun çalışmalarına ve fakültenin fiziki koşullarına destek veren resmi kurumlar, firma ve kuruluşlar, fakülte mezunları, işadamlarına teşekkür edilecek, plaket sunulacak. Açılış töreninin en renkli bölümlerinden birini de Tekstil Sanatları Bölümü öğrencilerinin defilesi oluşturacak. Bu defilede İTKİB kuruluşunun kumaş ve tekstil tasarımı yarışmalarında ve diğer yarışmalarda ödül alan MÜGSF öğrencilerinin farklı düşünceleri ve tasarımları katılımcılara sunulacak. Açılış kutlaması saat 21.30’da Caddebostan Kültür Merkezi’nde ünlü tiyatro sanatçısı Gülriz Sururi’nin MÜGSF öğrencileriyle birlikte sahneye koyduğu “Biz Sıfırdan Başladık” adlı müzikalle son bulacak. TYS GENEL KURUL SONUÇ BİLDİRGESİ Her türlü tutuculuğa, gericiliğe karşı bilinçli savaşım Türkiye Yazarlar Sendikası, başarıyla sonuçlanan Olağanüstü Genel Kurulu’nun ardından bir sonuç bildirgesi yayımladı. Bildirge şöyle: “Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Olağanüstü Genel Kurulu, 2930 Eylül 2007 tarihlerinde gerçekleştirilmiştir. Ülkemiz ve dünyamız acımasız toplumsal, siyasal sorunların giderek yoğunlaştığı bir dönemden geçerken, aşağıdaki konuları gündeme getirmemiz zorunluluk olmuştur. Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde ve sonrasında yaratılan gerginlik ve anayasa taslağı tartışmaları ekseninde gösterilen laikantilaik ayrışması, ülkemizin temel sorunlarından biridir. TYS bu konuda, toplumu aydınlatıcı çalışmalar yapmayı ve bu çalışmaları toplumuna iletmeyi bir yükümlülük saymaktadır. Yazına, bilime, sanata ve basın özgürlüğüne yönelik saldırılar karşısında sendikamızın daha etkin tavırlar sergilemesi bir gerekliliktir. TYS, coğrafyamızda süren savaşlardan ötürü, insanımızın güvenlik duygusunun sarsıldığının farkındadır; bu nedenle barış kültürünün gelişmesi ve yerleşmesi için yoğun çaba gösterecektir. Dünya sorunlarını yazınsal birikimleriyle vicdani bir sorumluluğa dönüştürebilen yazarların örgütlülük bilinci, 12 Eylül’den sonra bir aşınma yaşamıştır. Sendikamız, bu aşınmayı gidermeye yönelik çalışmalar yaparken, bu duyarlığın ve sorumluluğun bilincinde olan yeni yazarlarla güçlenecektir. Bilimin küresel ısınma olarak nitelendirdiği; sömürü düzeninin azgınlaşması yüzünden dünyamızın yaşanamaz bir gezegen olmaya doğru hızla yol aldığı sürece karşı durmak, öncelikle yazarların görevidir. TYS bu konuda daha etkin çalışmalar yürütecektir. Türkiye Yazarlar Sendikası, bu sorumlulukla; her türlü tutuculuğa, gericiliğe karşı bilinçli savaşımıyla yoluna devam edecektir.” N Haluk Tezonar Heykel Sempozyumu Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanlığı ve Kadıköy Belediyesi işbirliği ile bu yıl ilk olarak düzenlenen “Ulusal Haluk Tezonar Heykel Sempozyumu” bugün başlıyor. 4 Kasım’a dek sürecek olan sempozyuma 6 heykel sanatçısı katılıyor. Marmara Üniversitesi Göztepe Kampusu’nda yapılacak olan sempozyumun amacı, sanatı desteklemek, genç sanatçıları üretmeye teşvik etmek, Kadıköy Belediyesi’ne çağdaş heykeller kazandırarak yaşamı sanat ve estetikle buluşturmak. Kadıköy imgesinden yola çıkılarak çalışılacak taş heykeller, simgesel olarak değil, tamamen sanatçının yorumuna bağlı olarak gerçekleştirilecek. Sunulan ön projeler, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Nilay Kan Büyükişleyen, Uzman Ziyaettin Nuriev, Yrd. Doç. Nurettin Bektaş, Mimar Sinan Üniversitesi’nden Prof. Ferit Özşen ve Kadıköy Belediyesi Başkanı Avukat Selami Öztürk tarafından seçildi. Marmara Üniversitesi Göztepe Kampusu’nda çalışacak olan sanatçıların malzeme, araç, gereç ve barınmaları Kadıköy Belediyesi tarafından, sanatçıların çalışma alanı Marmara Üniversitesi tarafından karşılanıyor. Sempozyuma katılacak olan sanatçılar; Malik Bulut (Mersin Üniversitesi GSF Heykel Bölümü mezunu), Ercan Demir (Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanatta Yeterlik öğrencisi), Cemil Güç (MÜGSF Heykel Bölümü mezunu), Işık Özçelik (MÜ Güzel Sanatlar Enstitüsü Heykel Bölümü yüksek lisans mezunu), Ferhat Satıcı (MÜ Atatürk Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü öğretim görevlisi) ve Çayan Yılmaz (MÜGSF Heykel Bölümü mezunu). CUMHURİYET 15 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle