19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 4 EYLÜL 2006 PAZARTESİ 6 PAZAR KONUĞU leyla.tavsanoglu?cumhuriyet.com.tr CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ hükümete açtı ağzını, yumdu gözünü ABD Türkiye’yle oynuyor SÖYLEŞİ LEYLA TAVŞANOĞLU CHP İstanbul Milletvekili Şükrü Elekdağ’la konuşmamızın ikinci bölümü ABD’nin Türkiye’yi ve hükümeti nasıl parmağının ucunda oynattığına odaklanıyor: Sizce, İsrail’in, ABD desteğiyle Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü savaşın temel nedenini ve amacını Türk hükümeti doğru okuyabildi mi? Hükümet, Lübnan’a asker gönderme tartışmasını isabetli bir teşhis ışığında mı yapıyor? Ş.E. Hükümetin tutumundan, Lübnan’da Hizbullah’a karşı verilen savaşın esasta ABD’nin Irak’ın işgaline yol açan stratejisinin bir parçası, daha doğrusu devamı olduğunu algılayamadığı anlaşılıyor. Oysa ABD Dışişleri bakanı C. Rice savaş sırasında İsrail’i ziyareti sırasında ‘‘Yeni bir Ortadoğu’’’ yaratmanın zamanı geldiğini vurgulamak suretiyle Lübnan’da sürdürülen harekâtı ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) olarak tanımlanan projesi çerçevesine oturtmuştu. Bilindiği üzere, Washington bu projeyi gerçekleştirmek suretiyle ABD’nin dünya hâkimiyeti tekelini 21. asırda sürdürmeyi hedefliyor. Bu bakımdan, ABD’nin desteğiyle İsrail tarafından Lübnan’da Hizbullah’a karşı sürdürülmüş olan savaşı, Ortadoğu bölgesinin siyasi ve ideolojik haritasının yeniden şekillendirilmesini öngören BOP sürecinin bir aşaması olarak değerlendirmek gerekir. Nitekim Bush yönetimi, İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a karşı yürüttüğü operasyonun büyümesine ve acımasız bir kıyıma dönüşmesine yeşil ışık yakarak, İran’ın, İsrail ve ABD’ye karşı misilleme amacıyla kullanabileceği unsurların temizlenmesini hedeflemiştir. Bu şekilde, ABD, olayların gelişmesine göre bir sonraki hedefin İran olmasına karar verdiği takdirde, Tahran’ın kendisine karşı kullanabileceği misilleme imkânlarını şimdiden yok etmiş olacaktı. Diğer bir deyişle, Hizbullah’ın kökü kazınır, kuzey İsrail’in güvenliği garanti altına alınır ve Suriye etkisiz hale getirilirse, ABD, BOP’un önünde en önemli engellerden biri olarak gördüğü İran’a karşı uygulayacağı baskıyı rahatça tırmandırabilecek bir konuma gelecekti. Savaş, ABD stratejisinin parçası Tabiatıyla Hizbullah’ın tanık olduğumuz umulmadık direnci bu senaryoyu temelinden bozdu. Ancak bu durum, Bush yönetiminin, Avrasya’nın en kilit bölgesi olan Büyük Ortadoğu’da ki bu bölge Kuzey Afrika’dan Afganistan’a kadar uzanan İslam siyasi coğrafyasını kapsıyor varlık ve nüfuzunu sürdürmek, bu bölgenin enerji kaynakları üzerinde etkin bir denetim kurmak ve enerji ikmal yollarını kontrolü altında tutmak suretiyle 21. asırda rakipsiz tek süper güç olma konumunu sürdürme kararlılığından ve bu bağlamda Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme tasarımından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Bu bakımdan, 1701 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararı, ABD açısından, savaş sürecinde verilen bir moladır. Bu karar, bir süre sonra devre dışı bırakılacak ve İsrail, ABD’ye vekâleten Lübnan savaşını ‘‘Hizbullah’ın işini bitirmek amacıyla’’ tekrar başlatacaktır. Bu ikinci rauntta İsrail’in bazı hedefleri vurmak suretiyle savaşı Suriye’ye de sıçratması olasılık dışı değildir. 1701 sayılı karar ABD ve İsrail’in çıkarlarını koruyacak şekilde tasarlanmıştır. Lübnan’a gidecek BM gücü de bu çıkarların koruyucusu olacaktır. Bunun anlamı, Türkiye, BM Barış Gücünde yer aldığı takdirde, ABD’nin Ortadoğu’da Irak’la başlatmış olduğu planlara bulaşmış olacağıdır. Oysa Türkiye, 1 Mart tezkeresiyle Irak savaşının dışında kalma kararını vermiş ve bu kararının ne denli isabetli olduğunu görmüştür. Hükümetin anlaması gereken husus, İsrail’in Lübnan’da Hizbullah’a karşı vermiş olduğu savaşın, Irak’ın işgaline yol açan ABD stratejisinin bir parçası ve devamı olduğudur. Kurulacak barış gücü, ABD’nin ve İsrail’in çıkarlarının koruyucusu olacaktır. Bu söylediklerimiz ışığında, Türkiye, her ne amaçla olursa olsun Lübnan’a asker gönderirse, ABD’nin sürdürmeye kararlı olduğu bu savaşın bir parçası haline gelecek, ateş çemberine katılacak ve çatışmalara dahil olacaktır. Hizbullah’ın İsrail karşısında sergilediği direncin tüm Ortadoğu’yu elektriklendirdiğini, ABD ve İsrail aleyhine yeni jeopolitik dengelere zemin hazırladığını görüyoruz. Bu gelişmeyi nasıl değendiriyorsunuz? Ş.E. İsrail karşısında peşpeşe yenilgilerinden sonra Arap devletleri 1970’li yıllardan itibaren İsrail’e karşı savaş iradesini kaybettiler ve İsrail’in yenilmezliği miti veya efsanesi Arap âlemi tarafından benimsendi. İşte Hizbullah’ın başarısı bu inancı, bu ezberi kökünden yıktı. Çünkü İsrailliler de Hizbullah’a karşı yürüttükleri harekâtın, stratejik, taktik ve operasyonel açılardan başarısız olduğunu kabul ettiler. Bu nedenle İsrail halen iç siyasi çalkantılara maruz kalıyor. Hizbullah’ın başarısı tüm Ortadoğu bölgesi üzerinde üç açıdan etkileri olacak. Birincisi, Lübnan’da Şii camiası öne çıkacak ve kendine daha fazla söz hakkı isteyecek, bunun sonucu olarak da devlet yönetiminde Şii lider Nasrallah gayet etkin bir konum kazanacaktır. Lübnan’da bir ‘‘mini İran’’ şekillenmesi görünür gibi... Savaştan önce Lübnan politikasında merkezi bir eleman olan Hizbullah, bundan böyle egemen güç olacaktır. İkincisi, Hizbullah’ın başarısı, İsrail’in caydırıcı gücünü kaybetmesine yol açtı. Hizbullah, Şii olsun, Sünni olsun tüm Müslüman kitleleri cezbetti, onları elektrikledi. Onlar için örnek oldu. Bu durum tüm Arap ülkelerinde milliyetçilik akımlarını ve radikalizmi güçlendirecektir. Üçüncüsü, gelişmeler, İran’ın, Irak’taki Şiileri de kullanarak bu ülkedeki Amerikan kuvvetlerini son derece güç duruma düşürme potansiyelini ve İran’nın patronajında ‘‘Şii hilal kavramını’’ gündeme getirdi. ABD ve Ancak Suriye’nin İran’dan koparılabilmesi ve silah sevkıyatını engellemeye razı edilebilmesi için, Filistin davasının çözümü amacıyla bir müzakere ortamının yaratılması zorunludur. Çünkü ancak böyle bir müzakere ortamında Suriye’nin İsrail tarafından gaspedilen topraklarını yani Golan Tepeleri’ni geri alması mümkün olabilecektir. Ne var ki İsrail hükümetinin gündeminde Filistin sorunu için müzakereye oturmak ve bu bağlamda Golan tepelerini de bir müzakere unsuru olarak değerlendirmek gibi bir husus yoktur. Böyle olunca, Suriye’yi silah sevkıyatını durdurmaya motive etmek mümkün değildir. Bu bakımdan, Abdullah Gül’ün Başkan Esad ile görüşmesinden ortaya çıkan olumlu hava kimseyi aldatmasın. Suriye, bir taraftan barış gücüne her türlü silah ve lojistik malzemenin taşınmasına yardımcı olur ve bu alanda tam bir işbirliği sergiler, öte yandan da Hizbullah’a silah sevkıyatını gizlice sürdürür. Suriye’nin, İsrail ve ABD’ye karşı elindeki en önemli koz Hizbullah’tır. Bu bakımdan ben, Sayın Gül’ün Şam ziyaretinden somut denilebilecek hiçbir şeyin çıktığını zannetmiyorum. Hükümet ABD’nin taşeronu Filistin sorununu çözmeden Lübnan’a ve Ortadoğu’ya istikrar getirmek mümkün mü? Ş.E. 1960 yılından beri İsrail’le Lübnan arasında ne zaman bir kriz çıkmış veya İsrail bu ülkeye hükümetin, kamuoyunun dikkatini ABD’nin PKK’yi himaye eden ve Türkiye’ye karşı hasmane bir yaklaşım sergileyen tutumundan başka yönlere çekmek istemesi. ABD’nin PKK’ye kolkanat germesinin nedeni, terör örgütünü Türkiye’ye karşı elinde bir koz olarak tutmak istemesinden mi ileri geliyor? Ş.E. Evet, Bush yönetimi, Türkiye’ye bazı tasarımlarını dayatmak için PKK örgütünü silahlı bir güç olarak ayakta tutuyor ve Türk hükümetinin tüm girişimlerine rağmen PKK’yi yaşatmaya kararlı görünüyor. Bu nedenle Kuzey Irak’taki PKK varlığının ortadan kaldırılması için ne kendisi ciddi önlemlere başvuruyor, ne de Türkiye’nin bir harekât yapmasına izin veriyor. Bugüne kadar PKK’yi tasfiye etmemek için bin dereden su getirdi. Şimdi Türkiye’ye karşı oyalama taktiklerini Irak hükümeti ve peşmergelerin yardımıyla uyguluyor. Oysa ABD’nin bu tutumu Türkiye’de patlayıcı bir atmosfer yaratıyor. PKK ile mücadelede verdiğimiz her şehidin cenazesi kaldırılırken Türk insanının çileden çıktığına tanık oluyoruz. Toplumda oluşan öfkenin Kürt vatandaşlarımıza yönelmesi kaçınılmaz oluyor ve sosyolojik kırılma hatları derinleşiyor. Bu öfke aynı zamanda PKK’yi himaye ettiğine inanılan Amerika’ya düşmanlığa dönüşüyor. Bu duruma rağmen, Washington neden Türkiye’nin bütünlüğünü hedef alan bu bölücü ettirinceye kadar PKK kozunu elinden çıkarmak istemiyor. Erdoğan’ın oyalama taktiği Türkiye önemli bir tehditle karşı karşıya. Ama hükümetten ses seda çıkmıyor. Bunu nasıl izah ediyorsunuz? Ş.E. Hükümetin pasif ve teslimiyetçi tutumu akla durgunluk veriyor. Özgüvenden, basiretten ve cesaretten yoksun hükümet, şaşkınlık içinde bocalıyor. Türkiye’nin karşılaştığı bu büyük tehditle nasıl baş edeceğini bilmiyor. Hiçbir kırmızı çizgiyi ağzına alamıyor. Çünkü çizginin ihlal edilmesi durumunda aksiyon gerekiyor. Bu durumda, işin kolayı gündemi saptırmak oluyor ve dikkatler Lübnan’a asker gönderme konusuna çekiliyor. Örneğin, Türkiye açısından son derece önemli bir konu olan Kerkük meselesinde, Türk kamuoyu durumun ciddiyetini Uluslararası Kriz Grubu (International Crisis Group) adlı sivil toplum örgütü yöneticisi Hilterman’ın basınımıza akseden açıklamalarından öğreniyor. Başbakan Erdoğan yasak savma kabilinden Türkmen milletvekilleri ile İstanbul’da görüşüyor, ama Türkiye’nin bu konudaki politikasını açıklayamıyor. Türkiye’nin Türkmenlerin hakkına, hukukuna sahip çıkacağını beyan edemiyor. Bir tavır koyamıyor. Öte yandan Talabani, ABD’den aldığı güçle ‘‘Kerkük’ün, Kürt kenti olduğunu, Türklerin Kerkük meslesine karışma haklarının bulunmadığını, aksi takdirde Kürtlerin de Diyarbakır ve Van üzerinde hak iddia etmeye kalkışacaklarını’’ vurgulayarak Ankara’ya meydan okuyor. Washington Ankara’yla adeta alay ediyor Sizce Kerkük’ün Türkiye açısından önemi nedir? Ş.E. Türkiye, bu bölgede yaşayan Türkmenlerin varlıklarının ve haklarının korunması ve bölgenin statüsünün tek yanlı bir oldubittiyle değil, buradaki tüm toplumların huzur ve barış içinde yaşamalarını sağlayacak bir mutabakatın sağlanması suretiyle oluşturulması açılarından, Kerkük sorununa önem veriyor. Zengin petrol kaynaklarına sahip bu kentin ve çevresinin kurulacak Kürt devletinin toprakları içinde bulunması, yeni devletin ekonomik açıdan ayaklarının üstünde durabilmesi için Kürt liderler açısından yaşamsal önem taşıyor. Bu nedenle geleneksel olarak bir Türkmen kenti olan Kerkük’ün Kürt bölgesine ilhakı amacıyla Barzani ve Talabani gerekli anayasal ve demografik düzenlemeleri yapmışlardır. Fakat Türk hükümeti, ulusal çıkarlarına tam bir ilgisizlik içinde bu yaklaşımı desteklemek için sesini dahi yükseltmiyor. Kerkük’te kaynayan kazana seyirci kalıyor. Öte yandan, Washington’da Abdullah Gül ile Condoleezza Rice arasında imzalanan ‘‘Ortak Vizyon Belgesi’’yle Türkiye’ye stratejik ortaklık payesi veren ABD, Ankara ile alay edercesine Türkiye’nin çıkarlarını baltalayan kararlar alıyor. Nitekim, iki hafta önce ABD’nin Bağdat Büyükelçisi Zalmay Halilzad, Kerkük’ün güvenliğinin Kürt peşmergelerden oluşan Irak 4. tümenine devredildiğini açıkladı. İnsanın, ‘‘Böyle bir stratejik ortak düşman başına’’ diyeceği gelmiyor mu? Ş.E. Evet... Görüleceği üzere, sözde stratejik ortağımız ABD’nin politikaları sonucu Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti kurulmuş ve böylece Türkiye’nin istikrar ve toprak bütünlüğüne yönelik ağır bir tehdit unsuru yaratılmış olacaktır. Zira Kuzey Irak’ta, ABD destekli bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, Türkiye’de Kürt milliyetçiliğini körükleyecek ve ayrılıkçı Kürt hareketine güç kazandırarak Barzani’nin tasavvur ettiği şekilde Türkiye’deki Kürtlerle birleşerek denize çıkışı olan büyük Kürdistan’ı kurma projesini gündeme getirecektir. ABD Silahlı Kuvvetler Dergisi’nde yayımlanan ve Büyük Kürdistan tasarımını da içeren bir haritayı Cumhuriyet, okurlarının dikkatine getirmişti. Bu proje Türkiye için somut bir tehdit oluşturuyor mu? Ş.E. Evet, oluşturuyor. Çünkü Kuzey Irak’ta ABD’nin desteğiyle kurulacak bağımsız bir Kürt devleti, Büyük Kürdistan tasarımının odak noktasını oluşturacaktır. Kuzey Iraklı Kürt liderlerin, özellikle Barzani’nin, saklamaya dahi gerek görmediği ve kendisiyle yapılan röportajlarda açıkladığı husus, Türkiye’deki Kürtlerle birleşerek denize çıkışı olan büyük Kürdistan’ı kurmaktır. Son zamanlarda görülen ilginç bir gelişme, Barzani’nin Güneydoğu bölgesinde bir idol haline gelmesidir. Barzani yönetiminin Türkiye’deki birçok aşiret liderini maaşa bağlamış olduğu ve nüfuzunun TBMM’ye kadar uzandığı bir rivayet olarak dolaşmaktadır. Ancak gerçek olarak bilinen hususlar, Güneydoğu’da çıkan gazetelerin bazılarını finanse ettiği, Türkiyeli Kürt kökenli gençlere Erbil ve Süleymaniye üniversitelerinde okumaları için burs verdiği ve son Irak seçimlerinde 40 bin Türkiyeli Kürt”ün Kuzey Irak’a giderek oy vermelerini başarıyla organize ettiğidir. Aynı yönetim, oy vermek için Türkiye’den Irak’a geçen 19 bin Türkmenin oylarını da iptal ettirmiştir. Barzani aynı zamanda, Kürt ortağa sahip olmaları halinde Güneydoğu’dan ve Türkiye’nin diğer bölgelerinden inşaat firmalarını ve müteşebbisleri Kuzey Irak’a çekerek, iki bölge arasında bir ticaret ve ekonomik çıkar ağı kurmak istemektedir. Türk basınında sık sık çıkan makalelerde, yaşam şartları şimdiden Güneydoğu Anadolu’nun üstünde olan, herkesin iş bulduğu, refah düzeyi yükselen, devasa altyapı yatırımlarının ve turistik tesislerin yapıldığı ve 510 sene içinde bir cazibe merkezi haline gelecek bir ‘‘Irak Kürdistanı’’’ndan söz edilmektedir. İsrail’in bugüne kadarki stratejilerinde devam etmeleri, Olivier Roy’un sözünü ettiği Afganistan’dan Lübnan’a kadar tüm savaş alanlarını birbirine bağlayacak Arap milliyetçiliği, Sünni militanlığı ve Şii hilali sinerjisini harekete geçirecektir (Financial Times, 18.08.2006). Bu bağlamda, ABD eski Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Brzezinsky’nin, Lübnan savaşına ilişkin olarak yaptığı şu uyarıya dikkati çekmek isterim: ‘‘Bu uygulamalar Amerikan yönetimindeki yenimuhafazakârların (neocon) ve onların İsrail’deki yandaşlarının reçeteleridir... Buna devam edilmesi, hem Amerika, hem de İsrail için ölümcül sonuçlar yaratacak ve tüm Ortadoğu halkının Amerika’ya karşı cephe almasına yol açacaktır. Bunun sonucu olarak, Amerika’nın Ortadoğu’dan atılması kaçınılmazdır. Bu da İsrail için sonun başlangıcı demektir.’’ (Global Viewpoint, Neocon Policies Ultimately Fatal for US, Israel, 31/07/2006) Dışişleri Bakanı Gül, 1701 sayılı kararın uygulanmasına yardımcı olması ve Hizbullah’a silah sevkıyatını durdurmasını sağlamak amacıyla Suriye’ye gitti. Ne sonuç alabilir? Ş.E. Hizbullah’ın İsrail’e karşı kullandığı her türlü silah ve cephanenin esas kaynağı İran’dır. Bunlar Suriye yolu ile Hizbullah’a intikal ettiriliyor. Hizbullah’ın İsrail’e karşı başarısı İran’ın elini bölgede ve ABD’ye karşı kuvvetlendirmiştir. Silah sevkıyatı Suriye üzerinden yapıldığı için 1701 sayılı kararın uygulanabilmesinde Suriye’nin anahtar rolü de ortaya çıkmıştır. saldırmışsa, bunların temelinde daima Filistinİsrail çatışması vardır. Ortadoğu’daki sorunların anası Filistin sorunudur. Bu bakımdan, Filistinlilere kendi devletlerini kurma hakkı tanınmadan Ortadoğu’da ve Lübnan’da silahların susmasını, şiddetin sona ermesini ve kalıcı barışın tesisini beklemek hayaldir. En önemlisi, bu sorun halledilmeden global terörün de etkisiz hale getirilmesi mümkün değildir. AKP hükümeti, tüm belirsizliklere rağmen Lübnan’a asker gönderme hususunda gayet hevesli görünüyor, bunu nasıl yorumluyorsunuz? Ş.E. Bunun üç nedeni var. Birincisi, AKP iktidarının, İsrail’in Hizbullah’la savaşının, ABD’nin Ortadoğu bölgesinin siyasi ve ideolojik haritasının yeniden şekillendirilmesini öngören ve Irak’ı işgal ederek uygulamaya koyduğu stratejik sürecin yeni bir aşaması olduğunu kavrayamamış olmasından ileri geliyor. Lübnan savaşının içinde yer aldığı büyük stratejik tabloyu algılayamayınca, 1701 sayılı Güvenlik Konseyi kararının ABD ve İsrail için sadece ihtiyaç duyulan molayı sağladığını anlayamıyorlar. Oysa ABD ile İsrail, Hizbullah’ın işini bitirecekleri ikinci raunda hazırlanıyorlar. İkincisi, Başbakan Erdoğan ekim ayı başında Washington’a giderek Başkan Bush’u ziyaret edecek. Bu bakımdan, Başkan’ın Türkiye’nin Lübnan’a asker göndermesi talebini yerine getirmiş ve taşeronluk görevini ifa etmiş bir kişi olarak Bush’un övgüsüne layık olmak istiyor. Üçüncüsü ise politikayı uygulamakta ısrarlı? ABD’nin maksadı, PKK’yi Türkiye’ye karşı bir koz olarak elde tutmaksa, Ankara’ya dayatmak istediği nedir? Irak ve Kerkük’teki gelişmeler, bize, bu soruları isabetli bir şekilde yanıtlamak imkânını veriyor. Irak’tan başlayalım. Bush yönetiminin tam bir fiyaskoyla sonuçlanan askeri harekâtı, bu ülkeyi kan gölüne çeviren etnik ve mezhepsel nitelikteki bir iç savaşa sürükledi. Kürtler, Şiiler ve Sünniler arasındaki fay hatlarının derinleşip kırılmasına yol açtı. ABD’nin Irak’ı bir arada tutamayacağı kesinleşip ülke etnik ve mezhepsel bazda çözülmeye başlayınca, Washington’ın, bağımsızlığını ilan edecek Kürt devletine destek vermesi ve İsrail gibi onu himayesine alması beklenmelidir. Bu durumda ABD, Irak’taki üs ve askerlerinin bir bölümünü kuzeye taşıyacak ve bağımsız Kürt devleti ABD’nin yeni Ortadoğu politikasının dayanak noktası olacaktır. ABD, Kuzey Irak’ta şekillenen bu tablo çerçevesinde Türkiye için bir rol biçmiştir. Buna göre Türkiye, yeni Kürt devletini tanıyacak, onun Kerkük bölgesini ilhak etmesini kabullenecek, yeni devletle ortaklık düzeyinde bir işbirliğine girecek ve ona sahip çıkacaktır. Yani Türkiye, Kürt devletinin sınırlarının bir tür garantörü olacaktır. Bunun bir anlamı da Türkiye’nin; İran, Suriye ve Irak’taki Sünni ve Şii unsurlarla işbirliği içine girip bağımsız Kürt devletine karşı birleşip ortak bir strateji oluşturmayacağını ABD’ye taahhüt etmesidir. Amerika, Türkiye’ye bu politikasını dayatmak için PKK’yi bir baskı unsuru olarak ayakta tutuyor. Türkiye’ye bu düzeni kabul Güneydoğu’nun Kürdistan’a bağlanması tehlikesi Bir de içimizdeki PKK sorunu var, Bu sorunun kuyruğu Kandil Dağı’nda ama vücudu Türkiye’de. Bunun çizdiğiniz tablodaki yeri nerde? Ş.E. Buraya kadar tehdidin dış unsuru üzerinde durduk. Tehdidin iç unsurunu ise Adana ve Mersin’i de kapsayan Türkiye’nin Güneydoğu bölgesini orta vadede özerkliğe, uzun vadede de federasyona ve bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına götürmeyi amaçlayan bir proje oluşturuyor. Bunun arkasında PKK ile onun siyasi uzantısı DTP ve Türkiye’de giderek genişlediği ve güçlendiği görülen Kürtçü çevreler vardır. Sorunun niteliğini, boyutlarını isabetle değerlendirmek istiyorsak şu gerçekleri kabul etmek durumundayız: 1) Yakın zamanlara kadar ‘‘Güneydoğu sorunu’’ diye tanımladığımız sorun, bugün Kürt milliyetçiliği temeline oturmuş bir PKK sorunu niteliğini kazanmıştır. 2) Gerek iç politik yetersizliklerden, gerek dış faktörlerden kaynaklanan nedenlerle Güneydoğu bölgemizde kültürel bölünme geri dönülmez bir seviyeye ulaşmıştır. Bu nedenle bugün Türkiye’de yaşayan Kürtlerin bir bölümü ‘‘Biz Kürt’üz Kürt kalacağız’’ demektedirler. 3) Bu ortamda, PKK ile onun siyasi uzantısı olan Demokratik Toplum Partisi (DTP), Kürt kimliğinin anayasal tescilini istemektedir. Bunun anlamı Türkiye’nin kuruluş felsefesinin değiştirilerek iki uluslu bir yapıya dönüştürülmesidir. 4) Böyle bir dönüşüm Türkiye’nin parçalanması anlamına gelir. Esasen, PKK’nin ve onu besleyen Kürt milliyetçiliğinin siyasi ideolojisi, ilk aşamada federal sistem içinde Kürt kimliğini kurumsallaştırmak, sonra da bu aşamayı bir atlama taşı olarak kullandırmak suretiyle tam bağımsızlığı gerçekleştirmektir. Bu bağlamda, DTP’nin temel amaçlarından birinin de af ile serbest bırakılacak Öcalan’ın siyasi hayata entegre edilmesini sağlayacak düzenlemelerin yapılması olduğuna işaret etmekte yarar var. Kuzey Iraklı Kürt liderlerin, Kandil Dağı’nda konuşlanmış PKK teröristlerine silah ve her türlü lojistik imkânı temin etmek suretiyle Türkiye’de terör eylemlerinde bulunmalarına destek verdikleri bilinmektedir. Bu bakımdan, Barzani ile Talabani’nin, PKK’nin Kuzey Irak’taki unsurlarını, Türkiye’ye karşı politikalarının uygulanmasında bir koz olarak denetimlerinde tutmaları beklenmelidir. Bağımsız Kürt devletinin kurulmasından sonra, PKK/DTP ilişkilerinin nasıl gelişeceği hakkında şu anda isabetli bir tahmin yapmak mümkün görünmüyor. Ancak PKK/DTP ile bağımsız Kürt devleti arasında Türkiye’ye karşı işbirliği gerçekleştirildiği takdirde, bunun Türkiye’deki Kürt ayrılıkçılık hareketi üzerinde bir sinerji etkisi yapacağı açıktır. Türkiye, güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından acil önlem alınması gereken iki tehditle karşı karşıya. Türkiye bunlarla mücadele için nasıl bir strateji oluşturmalı? Ş.E. Bu konuda acilen yapılması gereken, hükümetin, Türkiye’nin güvenliği ve toprak bütünlüğü açısından yaşamsal önemde olan bu tehdidi kapsam ve bütünlük içinde ele alan bir strateji oluşturmasıdır. Ayrıca hem bu stratejinin temel hedeflerinin belirlenmesi, hem de caydırıcı bir diplomasinin unsurlarının oluşturulması amacıyla, bu konu TBMM’de bir genel görüşme çerçevesinde ele alınmalı ve bu bağlamda gerek ABD’ye, gerek Irak hükümetine gerekli mesajlar verilmelidir. Türkiye, bu ağır ve acil tehdide karşı koymak ve onunla baş etmek imkân ve gücüne sahiptir. Yeter ki özgüvenli bir siyasi liderlik, ülke çapında birlik, beraberlik ve dayanışma ruhunu sağlayabilsin. CUMHURİYET 06 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle