19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 4 EYLÜL 2006 PAZARTESİ 10 DIŞ BASIN DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ Dünyaya barış ancak ABD’nin yabancı ülkelerdeki bütün askerlerini çekmesiyle gelebilir Irak’tan çekilmek yetmez THOMAS GALE MOORE Risk! Lübnan’a asker gönderme konusunda böylesine hevesli, acul, daha ortada fol yok yumurta yokken nereye istenirse oraya asker göndermeye gönüllü olduğunu söyleyip duran bir yönetim görülmüş, işitilmiş değildir. Asker göndermek için onca heves edilen yer, talim yeri değil, savaş alanı. Yakın geçmişinde on beş yıl süren kanlı bir iç savaşın, otuz altı gün süren İsrail saldırısının enkazının, kurbanlarının izlerinin henüz ortada olduğu bir ülke söz konusu olan. Başta BM Güvenlik Konseyi olmak üzere Avrupa Birliği, tüm savaş süresince İsrail saldırısının azmettiricisi ABD’nin gizli açık baskılarıyla ‘‘acil bir ateşkes’’i telaffuz etmeye cesaret edememiş olması ve Birleşmiş Milletler’in bizzat kendi görevlilerinin İsrail’in bombalarıyla ölüp gitmesi karşısında, ne yazık ki, olayı kınamaya bile yanaşmadığı henüz belleklerdedir. ??? Gerçek şu ki, İsrail saldırısını azmettiren W. Bush yönetimi, barış girişiminin de tasarımcısıdır. Yedi bin asker göndermeyi kararlaştıran Avrupa Birliği’nin barış gücünün takviyesinde yer alması, boş bir heves değil. Başta Fransa olmak üzere İtalya ve İspanya gibi ülkelerin Lübnan dahil, bölge ülkeleriyle içli dışlı geleneksel ilişkileri, dolayısıyla da göz ardı edilemeyecek çıkarları mevcut. Ama buna rağmen Fransa olaya temkinli yaklaşmış, önce beş bin asker göndereceğini açıkladıktan sonra, sayıyı 200 gibi komik bir rakama düşürmüştür. Bu, tüm çıkarlarına karşın onun yine de temkinli davrandığını göstermektedir. Ancak İtalya’nın sayıyı beş bine çıkarmasından sonra, kuşkusuz, ağırlığı İtalya’ya kaptırmamak için asker sayısını iki bine bağlamıştır. İspanya için de aynı şeyi söylemek mümkün. Zira o da bölge ülkeleriyle ilişkilerini güçlendirmenin peşindedir. Ama, örneğin Fransa, önemli ulusal çıkarlarına karşın askerlerinin güvenliğiyle ilgili olarak olayın taraflarıyla ayrıntılı görüşmelerden sonra kararını vermiştir. Özetle Avrupa ülkeleri ayrı ayrı ve birlik olarak barış gücüne katılmakla bir yandan somut, elle tutulur ulusal ve birlik çıkarları doğrultusunda hareket ederken öbür yandan ABD’nin ve İsrail’in isteklerine de ters düşmemeye özen göstermişlerdir. ??? Ne ki bizim için durum farklıdır. Lübnan’a asker göndermemizin, ülkemizin çıkarlarıyla doğrudan, hele alınan risk ölçüsünde ilişkisinin bulunduğu söylenemez. Ortadoğu ülkeleriyle sağlıklı ilişkiler kurmak ve sürdürmek Amerika’nın dümen suyunda seyreden, bölgedeki tüm savaşların ve çatışmaların kaynağında yer alan saldırgan İsrail yönetimiyle sarmaş dolaş ilişkiler içinde bulunan ülkelerin harcı değildir. Bu durumda ille de barış gücüne katılmak, stratejik ortağımızın isteklerini yerine getirmenin ötesinde anlam taşımaz. Tam tersine, söz konusu ülkelerle kör topal giden ilişkilerimizi daha da beter duruma getirir. Dışişleri Bakanı Gül’ün, Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, ‘‘Türkiye Lübnan’a asker yollamada aceleci davranıyor’’ şeklindeki son derecede akılcı uyarısı hakkındaki söyledikleri, AKP yönetiminin olaya aklıselimin ışığında bakmaya niyetli olmadığını ortaya koymaktadır. Sayın Gül’ün söyledikleri şu: ‘‘Kimse karar almıyor, Türkiye itiliyor denildiği günlerde AB Lübnan’a 7 bin asker yollama kararı aldı. Bu meseleleri tartışırken dünyadaki gelişmeleri de takip etmek, bilmek lazım. Türkiye asker yollamasa ve gecikse AB, ABD ve bölge nezdindeki ağırlığı azalırdı!’’ Sayın Bakan’ın sözleri aslında bir itiraf! Soralım: AKP yönetimi Lübnan’a bölge barışına katkıda bulunmak için mi, yoksa bugünkü karmaşanın mimarları ABD ve AB’ye şirin görünmek için mi asker yollamaktadır? Üstelik ABD ve AB’nin, diyelim bu konuda pek de hoşlanmayacağı bir davranışta bulunulsa, bu iki büyük ‘‘müttefikimiz’’le aramıza kara kedi mi girecektir? Tanrı aşkına, bunlardan biri bizi sürekli yokuşa sürüp otuz yıl sonra o da gelmesi kuşkulu bir üyelik için savsaklayıp duruyor, öbürü askerimizin başına çuval geçirmediği zaman, kırmızı çizgilerimizin üstünü çiziyor, başımızdaki terör belasını ciddiye bile almıyor. Bu durumda, bunların nezdindeki ‘‘olmayan ağırlığımızın azalması’’ korkusu ne anlama gelmektedir? Yanıtlanması zor bir soru. Ama herkes biliyor ki, AKP’nin ‘‘Tezkere pişmanı’’ genel başkanı, onca özlemle beklediği W. Bush ziyaretine bu kez eli boş gitmek niyetinde değildir. Aksi halde salt kendisi değil, tüm partisinin ‘‘kullanılmadan’’ deliği boylaması işten bile değildir. Bu yüzden ‘‘maçı tribünlerden seyretmemek, bölge ve dünya barışında söz sahibi olmak’’ gibi cafcaflı ama, ne yazık ki içi boş sözler bu gerçeğin üstünü örtmeye yetmemektedir. Ancak, Lübnan’da savaş bitmemiştir. ABD ve İsrail savaşta başaramadıklarını bu kez BM aracılığıyla kazanmaya bakacaktır. Yakın bir gelecekte barış gücü askerlerinin İsrail’le aynı safta Lübnan ve Hizbullah güçleriyle çatışmaya girmesi uzak bir olasılık sayılmamalıdır. En azından istenilen budur. Askerimiz arı kovanına W. Bush’un gönlünü hoş etmek için göderiliyor olmasın? Büyük riskler, daha büyük riskleri önlemek için alınır! D emokrat Parti’nin pek çok üyesi gibi Senatör Dianne Feinstein de Irak’tan çekilme takvimi istiyor. Bu yeterli değil. Irak’ta kalışımız uzadıkça daha fazla ABD’li ölecek, Amerikan vergi yükümlüsünün ve ordunun sırtındaki yük daha da artacak. Eski deniz piyadelerini Afganistan ve Irak’a göndermek üzere göreve çağıran ordunun yetersiz kaldığını görüyoruz. ABD, İran gibi uydurma değil gerçek bir krizle karşı karşıya kalırsa, bununla gerektiğince başa çıkabilecek kaynağımız yok. ABD Irak’ı ne kadar çabuk terk ederse, Amerikan halkının Amerikan toprağında bir saldırıya uğrama olasılığı da o kadar azalacak. Irak’ta kalmanın tek nedeni, savaşı kaybettiğimizi kabul etmeyi ertelemektir. Bu kaçınılmaz gerçekle yüzleşebilmemiz için daha kaç askerimizin ölmesi gerekiyor? Bu yıl sona ermeden çekilsek bile, Irak’tan ayrılmamız yeterli olmayacak. Feinstein ve diğerleri, bölgede, Kuveyt ve diğer yörelerde asker bulundurmamız gerektiğini tartışıyorlar. Bush yönetimi Irak’ta sürekli üs bulundurma fikrinden hâlâ vazgeçmiş değil. Bölgede asker bırakmamız belaya davetiye çıkarmak olur. Müslüman ülkelerde asker bulundurduğumuz sürece saldırılara açık olacağız. KOMŞU ÜLKELER KIZIYOR Hizbullah’ın 1983’te Lübnan’da düzenlediği intihar saldırısında 241 Amerikan askeri ölmüştü. Askerlerimiz 1990’larda insani yardımda bulunmak üzere gittikleri Somali’de bile pusuya düşürülüp ülkeyi terk etmek zorunda bırakılmışlardı. Usame bin Ladin 1996’da Müslümanlara ABD’yi kutsal Suudi Arabistan topraklarından kovma çağrısı yapmıştı. 11 Eylül saldırılarının hedefi, bizi İslamın en kutsal mekânı Mekke’den çekilmeye zorlamaktı. Müslüman ülkelerdeki askerlerimizi çekmek, özellikle önemli olsa da, diğer denizaşırı üslerdeki birliklerimizin de ülkeye dönmesi yararlı olacaktır. Almanya’da neden askere ihtiyacımız var ki? Soğuk Savaş sona erdi. Japonya’da neden askere ihtiyacımız var ki? Çinlilere ya da Kuzey Korelilere gözdağı vermek için mi? Diğer bölgelerde olduğu gibi Okinava’da da yerel halk ordumuzun varlığına şiddetle karşı çıkıyor. Kendilerini tehdit altında hisseden komşu ülkeler de bize kızgınlık duyuyorlar. Teröristler Müslüman üslüman ülkelerde asker bulundurmayan İsviçre, ülkelerde asker bulundurmayan İsveç, Kanada, Yeni Zelanda ya da diğer ülkelerin El ülkelere saldırmıyor. Kaide’den Müslümanların korkmak için demokrasimizi ya da özgürlüklerimizi pek az nedeni beğenmedikleri için bulunduğu bize saldırdıkları apaçık ortada. masalı Stockholm ve Cenevre’ye de saldırmalarını gerektiriyor ki daha az korunan bu kentlere saldırmak Londra ya da New York’u vurmaktan daha kolay. Bu kentlerin ve ülkelerin El Kaide’den korkmak için pek az nedeni olduğu apaçık ortada. Bu, ABD’nin tecrit politikası yanlısı bir ülke olması anlamına gelmiyor. Tecrit politikası ABD’nin Milletler Topluluğu’nu reddetmesiyle gündeme gelmişti. Askerlerimizi kendi topraklarımıza geri getirmek, Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası kurumlara katılmamızı engellemez. Diğer yandan, daha az saldırgan bir dış politikanın sağlayacağı bütçe tasarrufu ile yoksul ülkelere, AIDS ya da doğal afetlerle boğuşan ülkelere daha fazla yardım edebiliriz. Daha küçük bir askeri bütçe, zaten şu anda dünyanın en güçlüsü olan ekonomimizi daha da kuvvetlendirirken dünyadaki etkimizi de arttırır. Aslında, başka ülkelere karşı bir tehdit oluşturmazsak onlar üzerindeki etkimizi daha da arttırabiliriz. The Independent 29 Ağustos Türkiye, Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir devlete izin vermeyecek Ankara’nın Kürt kâbusu YORGOS KUVARAS nkara’nın Kürt sorunu nedeniyle yaşadığı zorlukların boyutunu anlayabilmek için, geniş Ortadoğu bölgesindeki gelişmeleri dikkatle izleyip değerlendirmek gerekir. Saddam Hüseyin’in devrilmesinin ardından, ABD Irak’ta istikrar için Kürt unsuruna yatırım yapmaya başladı. Irak krizi devam ettiği sürece (Lübnan krizi, Amerikan karşıtlığının ve bölgede İsrail’e karşı duyulan kin göz önünde bulundurulduğunda) Kerkük petrollerinin kontrolünü Amerikalılara verebilecek Irak Kürdistanı’nın bağımsızlaşması beklentisi ABD’de her geçen gün zemin kazanıyor. Türkiye, bu olasılığı önlemek için elinden geleni yapacak. Yaşar Büyükanıt’ın açıklamaları karakteristiktir: ‘‘Bugün Türkiye’de, demokrasiyi, özgürlüğü, barışı, insan haklarını kalkan olarak kullanan bir bölücü terör tehdidi mevcut. Bu örgüt başka güçler tarafından destekleniyor, M A ancak ona fırsat verilmeyecek. Bazı kimseler, iyi niyetle olsa da, Türkiye Cumhuriyeti’nin yine Sevr Antlaşması’yla karşı karşıya kalacağını söylüyorlar. Ulusumuz ve devletimiz güçlüdür. Belki bazı kimselerin rüyaları var, ancak bizim de bu rüyaları bozacak güç ve kararlılığımız var.’’ Son günlerde Türkiye’deki bombalı eylemlerin Kürt sorununa bağlanması, dolaylı ancak açık şekilde Ankara’nın AB’den uzaklaşmasına yön veriyor. GERİLLA SAVAŞI ŞİDDETLENDİ Bilindiği gibi, Türkiye’nin güneydoğusunda son aylarda askerlerin ölümüyle sonuçlanan gerilla savaşları her geçen gün şiddetleniyor. Bu durum, bir yandan özyönetimci Kürt örgütleri, diğer yandan Kürtlere karşı sert tutum izlenmesinden yana olan çevrelerin ellerini güçlendirdi. Yeni Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt da sert tutum yanlılarından biri olarak görülebilir. Bu çerçevede AB’nin Ankara’dan istediği ‘‘Kürtlerin siyasi ve etnik haklarının tanınması konusu, bölgedeki sorunun çözülmesi için değil, Türkiye’nin AB sürecini zorlaştırmak içindir’’ şeklindeki görüşlerin Türk siyasi hayatının gündemine oturması bekleniyor. Yukarıdaki koşullar altında (bombalı eylemler vb.), ülkenin siyasi hayatında ordunun rolünün güçlendiği ve Avrupa taleplerine uyumun Erdoğan hükümeti için büyük siyasi risk oluşturduğu artık bellidir. Türkiye’nin, Kürt tehlikesini AB beklentisinin önüne koyup, birlik ile bir ‘‘özel ilişkide’’ uzlaşması olasılığı, daha öne çıkmaya başladı. Özellikle de, Ankara’nın AB beklentisinin başlıca destekçisi olan, ancak aynı zamanda Irak Kürdistanı’nın bağımsızlık kazanmasına da olumlu bakan ABD’nin bu tutumu, Türkiye’nin AB ile ‘‘özel ilişki’’ istemine zemin kazandırıyor. (Eleftheros Tipos, Yunanistan, 30 Ağustos) Yunancadan çeviren: Murat İlem B ÜYÜK GÜÇLERİN ARTIK EYLEME GEÇMESİ GEREKİYOR İran’la yüzleşmek ransız politikasından sorumlu kişiler İran’la ‘‘diyalog kurmak’’ gerektiği, İran’ın ‘‘sorumlu bir ülke olduğu’’ ve bölgede ‘‘büyük bir güç olarak istikrarı sağlayan bir ülke’’ olacağı yönündeki görüşlerini haftalardır yineliyorlar. Gerçekler bu tür bir özeni haklı çıkarmıyor. Öncelikle İran, Lübnan’da Hizbullah’ı silahlandırmayı sürdürerek Fransa’nın çatışmaya son vermek üzere hazırlamış olduğu BM Güvenlik Konseyi’nin 1701 sayılı kararını reddetti. Özellikle de nükleer program sorunu konusunda İran, Güvenlik Konseyi’nin 31 Ağustos’tan önce uranyum zenginleştirme etkinliklerini durdurması yönündeki talebini yerine getireceğine yönelik herhangi bir niyet belirtisi göstermedi. Aylardır İran, dolambaçlı yollara başvurdu, yükümlülüklerinden kaçtı ve uluslararası topluluğun kendisine tekrar güvenmesini sağlayacak jestler yapmayı reddetti. İKTİDAR YOZLAŞTIRIR Ne yazık ki güçlü ülkelerde, güçlerini kullanma gibi bir eğilim vardır. Hepinizin de bildiği gibi, iktidar yozlaştırır, mutlak iktidar ise mutlaka yozlaştırır. 18. yüzyıl sonlarıyla 19. yüzyıl başlarında İngiltere dünyanın en büyük gücü haline geldi ve dev bir imparatorluk yarattı. ABD bugün mutlak iktidar olmaya çok yakın. Sonuç olarak, kendi irademizi, hem de daima özgürlük ve demokrasi adına başkalarına dayatma arzusuna karşı koymak çok zor. Stephen Kinzer’in ‘‘Overthrow: America’s Century of Regime Change From Hawaii to Iraq’’ kitabında altını çizdiği gibi ABD, 19. yüzyılın sonlarından itibaren zayıf ülkelere karşı gücünü kullanmaya başladı. ABD ayrıca, imparatorluğunun büyük bölümünü doğrudan yönetimle kurmadı; sadece iktidara ‘‘şu bizim orospu çocuklarını’’ getirdik. Ne yazık ki bayrağının bütün dünyada dalgalanmasını isteyenlerin sayısı çok fazla. Diğer ülkelere askeri müdahalelerde bulunma arzusuna karşı koyabilmek zor olabilir. Peki mümkün olabilir mi? İyimser bir bakış açısıyla, ABD ordusunu sadece kendi kıyılarını koruyacak bir düzeye indirebilirse eğer, işte o zaman bu ulus ‘‘tepedeki şehir’’ olabilir. Askeri güçle elde edebileceğimizden çok daha fazla etkimiz bile olabilir dünyada. Ve, kesinlikle barış içinde bir dünyamız olur. (antiwar.com internet sitesi, 30 Ağustos) İngilizceden çeviren: İrem Sağlamer F olabilmesi için hâlâ 3, 4 ya da 5 yılı var. Öyleyse hâlâ diplomatik çözüme yer var. Her ne kadar Washington’daki Bush yönetimi, Ortadoğu’da yeni bir askeri maceraya girişmeyi göze alamasa da Güvenlik Konseyi’nin bu konuda birlik olduğu söylenemez. Lübnan’daki yeni veriler koşulları değiştirdi. BİRLİK OLMA ZAMANI Fransa’nın son dönemdeki ‘‘diyalog’’ çağrılarının tonu birkaç ay öncesinde yapılan çağrılardan çok daha keskin. Fransa’nın Lübnan’ın güneyine gidecek barış gücüne 2000 asker göndermesi gerçekte Fransız diplomasisini Hizbullah’ın ana destekçisi olan İran’ın ruh halindeki oynamaların merhametine bırakıyor. İran’ın nükleer dosyasının nasıl ele alındığının Lübnan’daki Avrupalı askerlerin güvenliğini etkileyebileceğini kabul etmek ve bunu kamuoyuna açıklamak bu konudaki tartışmaları aydınlatacaktır. Tahran’ın manevralarına karşı katı ve birlik olma saati geldi. Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad kendini güçlü hissederek çıkarlarını filizlendiriyor. BM’nin uranyum zenginleştirme etkinliklerinin durması için tanıdığı sürenin dolmasına günler kala Arak yakınlarındaki bir ağır su tesisinin açılışı Batılıların yüzüne tekme gibi indi. Büyük güçlerin inandırıcılıklarını korumaları için şimdi harekete geçmeleri gerekiyor. 31 Ağustos’a kadar olan süre doldu. Şimdi Tahran’a karşı yaptırımlar konuşulmaya başlanmalı. (Le Monde, Başyazı, Fransa, 1 Eylül) Fransızcadan çeviren: Elçin Poyrazlar HEDEF 3 BİN SANTRİFÜJ İran İslam Cumhuriyeti hedefini ortaya koydu: ‘‘Yıl sonuna kadar’’ 3000 santrifüjü tamamlamak. Uzmanlara göre bu her yıl bomba yapımını sağlayacak kadar bölünebilir madde üretmek için yeterli. Bununla birlikte süre hâlâ kesin değil. Genel değerlendirmelere göre, Tahran’ın nükleer silaha sahip Ahmedinejad kendini güçlü hissederek çıkarlarını filizlendiriyor. CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle