19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 EYLÜL 2006 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL ‘Çıkmaz Sokağın Yabancısı’ Prof. Dr. Mahir AYDIN İstanbul Üniversitesi ıkmaz sokakları, bir kentleşme hatası sanırdım. Oysa yüzlerce yıllık kent dokusunda, başka bir yapılanmaymış. Günümüzün çok apartmanlı siteleri gibi. İlgili olmayanın giremediği. Giren olursa da: ‘‘Kim bu yabancı’’ dedirttiği. İstanbul, Türklerin 500 yıllık çıkmaz sokağı. Onu aldığında, baş tacı yaptı. Mimarlık sanatına eşsiz örnekleri burada sundu. Tüm imparatorluk, ona çalıştı. Ama Fener Patrikhanesi, ‘‘İstanbul’daki Yabancı’’ olarak varlığını sürdürdü. Bugün Patrikhane’nin kendine verdiği ad: Konstantinopolis Ekümenik Patrikhanesi. Dünya haritasını inceledim, Constantinopolis adında bir kent bulamadım(!). Bu ad, İstanbul Türklüğünü inkârdır. Ekümenik, yani evrensel tanımlaması, ayrı bir sorun. Bugün birileri, ‘‘Ne var bunda? Fatih’in gerekçeleri bugün aynen geçerli’’ diyor. Karşıt görüşleri de, Sevr paranoyası ile suçluyor. Ama ne Fatih’i biliyor ne de o dönemi. Fatih, Patrikhane’yi eskisinden görkemli konuma getirdi. Vatikan’a rakip yaptı. Bu onun ‘‘dünyada tek devlettek hükümdar’’ politikasına uygundu. Dönemin üst kimliği din, imparatorluk nüfusunun yarısına yakını Hıristiyandı. Yine de risk büyüktü. Çünkü PENCERE Tarihin Seyrine mi Bakacağız?.. ‘‘Enel Hak’’, yani ‘‘Ben Hakk’ım’’ diyen Hallacı Mansur’a biri sormuş: Madem ki Allah olduğunu söylüyorsun, niçin namaz kılıyorsun?.. Hallac: Değerimizin, demiş, ne kadar olduğunu biliyoruz da ondan... ? Eskiden sokaklarda, elinde bir yay ve tokmakla dolaşan adamlar görülürdü; bunlar evlere bakarak bağırırlardı: Hallaç!.. Tıkızlaşan yorgan ya da yatakların yün veya pamuklarını atarlardı... Mansur’un babası da hallaç imiş, 9’uncu yüzyılın ortasında bir oğlu olmuş... Ünlü mutasavvıf Mansur’a ‘‘Hallacı Esrar’’ da denir; öğretisine ‘‘Hallaciye’’ adı verilmiş... ? Hallac’a demişler ki: Bize bir öğüt ver!.. Mansur yanıtlamış: Nefsine dikkat et!.. Sen onu Allah’a kul etmezsen, o Allah’ı dışlayıp seni kendine kul eder... ? Hallacı Mansur ‘‘Enel Hak’’ dediği için şeriata kurban edildi; bu acımasız son onun istediği bir şeydi... Ne diyordu: ‘‘Öldürün beni ey sadık dostlarım Zira öldürmek yaşatmaktır beni Hayatım ölümümdedir benim Ölümüm de hayatımda’’ Hallac softa, yobaz, egemen takımı tarafından önce kırbaçlandı, ardından kolları bacakları kesildi, asılarak halka seyrettirildi, başı kesildikten sonra yakılarak külleri havaya savruldu... ? Aristo ile Heraklit, felsefenin doğuşunda mantığın peşrevini yaparlar; biri ‘an’ın gerçeğini yakalamaya çabalar; ikincisi sürecin gerçekliğini diyalektikle dile getirmeye çalışır. Hallacı Mansur diyalektik düşünce kapsamında evrenin gizemini çözmeye yönelirken, insanın tanrılaşıp tanrının insanlaştığı sonsuz süreçte evrenin birliğini ve bütünlüğünü sezebilen bir Müslümandı... Özgür düşünmenin bedelini hayatıyla ödemeyi de bilinçle göze almıştı... İnsan, tanrı ile hesaplaşmaya çabalarken kimi zaman ‘‘Enel Hak’’ der, kimi zaman da aklı kulluğun hiçliğine dönüşür... Hallacı Mansur’un felsefesine çoğu Bektaşi fıkrasında rastlamak doğaldır!.. Alevinin Sünniden farkını tohumlayan düşünce biçiminin kökenleri İslam tarihinin derinliklerine iner... ? Bugün Müslüman coğrafyasında yaşananlar, inanç, akıl, eleştiri, hoşgörü gibi iç içe kavramlar dünyasında geçerli hoyratlığın ürünlerini sergiliyor... Anadolu İslamı bu hoyratlıktan kendisini sakınabilirse başarısı çok büyük olacak!.. Bugün insanlık, uygarların çıkarları, hırsı ve zulmüyle donanmış emperyalizm ile ilkellerin acımasız şeriatı arasındaki savaşı seyrediyor... ‘‘Enel Hak’’ diyen Hallacı Mansur’un kanla aptes aldığı yaygın bir tevatürdür... Ama, günümüzde emperyalizm Müslümanlara kanla aptes aldırıyor... Tarihin coğrafyasında Hıristiyan ile İslam dünyaları arasındaki tek özel rejim Anadolu laikliğiyle yerli yerine oturmuştu. Şimdi bu özellik elimizden gitti gidecek... Peki, biz yaşadığımız güncel tarihe yabancı gibi bakıp, yazgımıza mum mu yakacağız?.. Yurttaş Olma Okumaları... Güz geldi. Yayın mevsimi başladı. Ekim yeni yazarların, yeni yapıtların ortaya çıktığı bir süreçtir. Sergiler açılır. İmza günleri düzenlenir. Eski yeni yayıncılar da yetmiş milyon nüfuslu ama okuma kusurlu bir topluma elden geldiğince yarar sağlamaya uğraşırlar! Özellikle şiir, öykü, roman, bu arada anılar, incelemeler, tarihsel çalışmalar... Hepsini okumak kolay mı? Ama gücümüz yettiğince bu kitapları tanımak, gerekirse değerlendirmek kaçınılmaz bir görev oluyor. Yetişebildiğimce, zaman bulabildiğimce... ??? Bu arada birkaç kitaptan söz etmek istiyorum... Ali Dündar’ın ‘‘Yürüdüğümüz Eksik Düzlemde Kemalizmin Yol Haritası’’; Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Bulancak Şubesi yayını olan bu ilginç yapıt şu günlerde ilgiyle okunacak kitapların başında bir içerik taşıyor. ??? Prof. Erol Manisalı’nın, ‘‘Hayatım Avrupa’’ dizisinin ikinci cildi yayımlandı: ‘‘Askeri Darbeden Sivil Darbeye’’. Manisalı’nın her kitabı, her yazısı, tarihsel bir belge niteliğindedir, bunu okurlarımız bilirler... ??? Abdullah Ağar’ın ‘‘Türk Komandoları’’ şu cümleyle kendini tanıtıyor: ‘‘Silahın Zülfikârın olsun Mehmetçik’’... Ağar Türk Komandoları’ndan daha önce ‘‘35. Tim’’ ve ‘‘Ölüm Dağları Bekler’’ adlı kitaplarıyla da Mehmetçiklerin yaşantısını bir öykü anlatımıyla vermişti. ??? Mustafa Yıldırım’ın ‘‘Sivil Örümceğin Ağında’’, ‘‘58. Gün’’, ‘‘Ulus Dağına Düşen Ateş’’ adlı kitaplarının yeni baskılarından da söz etmek istiyorum. Yüzlerce sayfalık, ama ayrıntılı, inandırıcı bir destansı anlatım... Ama eskimeyen, önemini koruyan bizlere ülkemizin acı gerçeklerini hatırlatan kitapları da unutmayalım. İşte bunlardan biri de, Hikmet Çetinkaya’nın 1985’te yayımlanmış ‘‘Kubilay Olayı ve Tarikat Kampları’’ adlı kitabı... Çetinkaya çeyrek yüzyıl önce Kemalist bir gazeteci olarak, Türkiye’nin hangi yöne doğru kaymakta olduğunu röportajlarıyla bize göstermeye çalışmıştı. Tarikatların canlandırılması, korunması, tarikatların gençlik kampları kurmaları... Bunların hükümetlerin gözleri önünde yaşatılması, hatta korunması!.. Çetinkaya’nın başka bir özelliği de bütün bunları usta bir anlatımla okura anlatan bir yazarımız olması... Pek çok kişinin yanaşmadığı, çekindiği yaşamsal sorunlara tam bir yüreklilikle el atması... Ç Doğu’da Hıristiyanlık, Bizans demekti. Bu riski kontrol için, yetenek gerekirdi. Önce Fatih’i Rum doktorları zehirledi. Sonra Kanuni, ardından hanedanın en yeteneksizleri işbaşına geçti. Sonrası su içmek kadar kolaydı. İmparatorluk küçülürken, Patrikhane büyüdü. Aslında büyüyen, Bizans’tı. Sırp, Bulgar ve öteki Hıristiyanlar, soyup soğana çevrildi. Dahası asimile edildi. İlk Bulgar uyanışı, Paisiy adlı rahibin, 1762’de Patrikhane’ye başkaldırısıdır. Ve Fener semtindeki Bulgar kilisesi, dökme demirden yapıldı. Patrikhane yakmasın diye.. Bugün tüm Ortodoks ülkelerin, kendi ulusal kilisesi var. Bunların önde geleni Rusya, Yunanistan, Sırbistan, Bulgaristan. Bu çerçevede Patrikhane evrensel değil, eşitler arasında birinci. Yani birinin öbürüne üstünlüğü yok. Patrikhane, bugün ‘‘çift başlı kartal’’ amblemini kullanıyor. Amblem Selçuklu Türklerinin. Gündüzün yüksek uçan egemeni, kartal. Geceleyin, baykuş. Aynı bedende buluşur, şu mesajı verirler: ‘‘Gecegündüz güvencedesiniz.’’ Sınırları korunan topraklarda. Eski deyişle, ‘‘Memaliki Mahrusa’’da. Bu güvenceyi vermek için, önce devlet olmak gerek. Patrikhane bir devlet mi? Evet, din devleti. Açılımı, Bizans. Bu de ğerlendirme; herhangi bir fanatizm, paranoya, dogma, ırkçı yaklaşımı değil. Lozan’da, Patrikhane’nin ölüsü olsun, ama İstanbul’da kalsın savaşı verildi. Tıpkı kök hücre, nanoteknolojik yapılar gibi. Bugün Patrikhane, İstanbul Valiliği’ne bağlı kilise. Patrik seçimi bile valinin onayında. İstanbul’un Rum nüfusu 1500 kadar. Patrikhane’nin bu sayıyla evrensel arenaya çıkışı, gerçekçi değil. Önce birkaç yüz milyonluk Moskova Patrikliği var. Sonra Yunan, Sırp, Bulgar kiliseleri. Hemen, ‘‘Patrikhane’nin tarihsel derinliği var’’ diyenler olacaktır. Doğru. Ama o zaman, Roma’ya da imparatorluk topraklarını geri verelim. Olmaz mı?.. Konu aydınlanıyor. Asıl sorun: Türkler ve Anadolu. Patrikhane’ye verilen destek, onun evrensel oluşundan değil. Evrensel görev üstlenmesi istendiğinden. Bunun bir örneğini, Türk Kurtuluş Savaşı’nda verdi. Mustafa Kemal ona, boş yere ‘‘kötülük yuvası’’ demedi. 4 Ekim 1923’te gazeteci: ‘‘İstediğiniz patriği seçmekte zorlanacak mısınız’’ diye sorar. Patrikhane’nin yanıtı: ‘‘Arslanın isteğine kim karşı gelebilir?’’ Bugün Patrikhane: ‘‘Cumhuriyet döneminde etkinlik alanımız, dini konularla sınırlandı’’ diyor. Dinsel konuları yetersiz buluyor. Sonrasında şirinlik yapıyor: ‘‘Dinin ve inancın ne demek ol duğunu bilen AKP; Patrikhane’nin, Heybeliada Ruhban Okulu’nun yeniden faaliyete geçmesi, vakıf malları ve tüm gayrimüslim yurttaşların karşılaştığı çağdışı sorunlara kalıcı çözümler bulmaya hazır gibi görünmekte.’’ Tarih üç politika ustası gördü: Çin, Bizans, İngiliz. Büyük politikalar, zamana oynar. Acele yok. İstanbul’da bir özel üniversite profesörü de aynı şeyi söylüyor: ‘‘Biraz soğukkanlı olmamız lazım.’’ AB Parlamentosu çağrı yapıyor: ‘‘Dünyanın her yanında milyonlarca Ortodoks Hıristiyan var. Konstantinopolis’teki Patrikhane onlar için çok önemli. Ekümenik Patrikhane’nin tam olarak korunması, Türklerin görevi.’’ AB’den Fener semtine 35 milyon Avro, yok ‘Dünya Başkenti İstanbul’, bir dizi Formula 1, olmadı ‘Dinler Arası Diyalog’, isterseniz ‘Uygarlıklar Buluşması’... Bunları iyi niyet ve politika yoksunu gözle izlemek, insanı ‘‘saf köylü’’ yerine koyar. Papa Eftim’e dedikleri gibi: ‘‘Sürünü otlatmak, ineklerini sağmak için Anadolu’ya git.’’ Roma sözü: Roma’da, Romalı gibi olacaksın der. Türkler İstanbul’u alırken Bizans bin yaşındaydı. Acaba, Patrikhane mi İstanbul çıkmaz sokağında yabancı? Yoksa, Türkler mi İstanbul çıkmazına? Zaman gösterecek... Karşılaşma Muzaffer GÜRBOĞA Eğitimciyazar T oplum olarak sorun çözme yeteneğimizin azlığı eğitim sistemiyle bire bir ilintilidir. İnsanımızın sorunu karşılamada donanımsızlığı, deneyimsizliği ve farklı seçenekleri görebilmede ufuksuzluğu buna kaynak oluşturmaktadır. Sorunun özü eğitimde karşılaşmayı temel almayan uygulamalardır. Ne demek karşılaşma temelli eğitim? Öğrenci merkezde olacak, tüm yatırım ona yapılacak, olanaklar öğrenciyi geliştirme amacıyla yaratılacak. Öğrenci deney ve gözlemi temel alarak araç gereçle, teknolojiyle, kaynak kitaplarla daha çok karşılaşmalı. Hata yapma hakkını kullanarak denemeli, sınamalı ki gerçeğe, doğruya ulaşabilsin. Doğanın gizlerini araştırırken heyecan duymalı, şaşırmalı. Ödevler proje olarak hele toplumsal proje olarak verilirse öğrenci kendi özgünlüğünü, yaratıcılığını yapıtına yansıttığında bundan büyük bir doyum sağlar. Bunu ben yaptım, ben becerdim, çorbada tuzum var diyerek özgüvenini tazeler ve arttırır. Not önemini kaybeder. Öğrenme sürecinden alınacak zevki önemsiyorum. Sonuç odaklı, yarışmacı, rekabetçi eğitim sisteminin gençlerimizi nasıl mutsuzluklara sürüklediği ortada. Okullar bittiğinde sudan çıkmış balık gibi hissediyoruz çoğumuz kendimizi. Nedenini sorguladık mı hiç? Yaşamda ne varsa karşılıkları, izdüşümleri olmalı okullarda. Yaşamda karmaşık bir biçimde karşımıza çıkan sorunların basit tanımları, açıklamaları ve çözümleri mutlaka vardır. Önemli olan karmaşa içindeki sadeliği, yalınlığı görebilmektir. Bunun yolu da okullarda görme biçimlerini arttırmaktan geçer. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin yayınladığı günlük sivil toplum gazetesi tarafsız haberleri, ilginç röportajları, araştırmaları, köşe yazıları ve ülke sorunlarını yansıtan raporlarıyla 10 yıldır okurlarıyla el ele... Tel: 0 212 511 94 94 Abone: 0 212 513 83 00 BİZİM GAZETE CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle