27 Kasım 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 28 AĞUSTOS 2006 PAZARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Yusuf Peygamber ve Maliyeci Cavit Bey Gani AŞIK Yaz Biterken AĞUSTOSUN son günleri gerçeklerle yüz yüze gelmeye hazırlanma günleridir. Tasalar, yalnız tatilin bitmek üzere olduğunu günler gelmeden de bunları hisseden öğrencileri değil, aileleri ve büyükleri de düşündürür. Oysa, sonbaharın ilk ayları, eylül ve ekim, bu iklimin hemen hemen her bölgesinde en tatlı günlerin yaşanmasına elverişli aylardır. Türkiye, her şeyiyle, aslında bir sonbahar ülkesi. Ne var ki, izinler bitmiştir, okullar açılmaktadır, geçim güçlükleri kapıdadır, aile bütçeleri zorlanacaktır. Daha da önemlisi ve herkesin yaşamını yakından etkileyecek olan dış ve iç politikada kritik bir döneme girilmektedir. Türkiye, bunları göğüslemeye hazır mı? rneğin, Başbakan’ın Washington ziyareti. Belli ki, son genel seçimlerin öncesinde ve sonrasında yapılmış temaslardan farklı bir ziyaret olacak bu. Amerika, herhalde bu iktidara verdiği desteğin hesabını sormaya hazırlanmaktadır. AKP yönetiminin Lübnan’a asker gönderme konusundaki telaşı, hiç olmazsa son birkaç jestle, büyük müttefiki tatmin etmeye yarayacak bir şeyler yapabilme isteğinin belirtisi sayılmaz mı? Ama, bu bile kolay değil. Yandaş basının çabaları büyük halk yığınlarındaki isteksizliği ve tepkiyi örtmeye yetmiyor. Cumhurbaşkanı’nın ve ordunun tutumu da böyle bir jest kolaylaştırıcı sayılamaz. Örneğin, AB ilişkileri. Limanları ve hava sahasını Rumlara açıp açmama konusundaki çıkmaz Yunanistan’ın çabaları sayesinde atlatılmış gözükse de, tam üyelik müzakerelerinde gelinen aşama başka güçlükler ve pürüzlerle dolu. Örneğin, ekonomi. Yaz başlarında geçirilen ‘‘mini kriz’’ büyük hasarsız atlatıldı ama, enflasyonist baskı sürüyor. Bereket, orman yangınları bir yana, Yalova depremine benzer ölçüde ekonomiyi sarsacak bir afet yaşanmadı. Ama borç yükü, işsizlik, kamu görevlilerinin geçim sıkıntısı olduğu gibi duruyor. Bu karamsar tablo daha da karartılabilir. Ama, hiçbir karanlık, ne kadar koyu olursa olsun, insanı ışık aramaktan vazgeçiremez. Toplumları da. aliba bu ülkenin en büyük eksiği, böyle bir arayış için gerekli diyalog kapılarının tam açılmamış olmasıdır. Çeşitli kesimleri, parti ve medya yönetimlerinin de etkisiyle, diyalog yerine zıtlaşmayı ve kopukluğu tercih ediyor. Oysa, yine bu ülke asker sivil ilişkileri gibi en zor alanda bile Milli Güvenlik Kurulu mekanizmasıyla çözmeyi becermiş bir devlet yapısına sahip. Elbet bütün diyaloglar aynı ölçüde kurumsallaştırılamaz. Ama gelen mevsim, muhalefetle iktidarın, solla sağın, aralarında ve kendi içlerinde açıkça konuşup ulusal ortak aklı oluşturmalarını gerektiren bir mevsim değil midir? Y Ö akup Peygamber ile Rahel’in oğlu olan Yusuf, babası gibi bir İbrani peygamberidir. On iki yaşında iken gördüğü bir rüya ile başlayan ve Mısır’da hazine bakanı olmasına kadar uzanan dini, insani, siyasi ve sosyal öğeler içeren öyküsünün bir makale sınırları içinde ancak çok kısa bir özeti yapılabilir. Okurların, olayın geneli ile ilgili değerlendirme yapabilmelerine ışık tutacak ipuçları vermeye de özen göstererek: ‘‘Ay ve güneşle 11 yıldızın düşünde kendisine secde ettiğini’’ babasına anlatan Yusuf’un, 1’i öz, 10’u anneden üvey 11 kardeşi vardı. Baba Yakup’un Yusuf’a düşkünlüğünden kaynaklanan haset ve kıskançlık sonucu yapılan plan gereği, Yusuf kuyuya atılır; fakat ‘‘bir kurt tarafından parçalandığı’’ ileri sürülür. Baba Yakup buna asla inanmaz, ama ‘‘Allah’tan sabrıcemil’’ diler (Yusuf Suresi, ayet 18). Yusuf’un içinde bulunduğu kuyudan su almak isteyen kervancılar şaşkınlık içinde onu çıkarıp Mısır Hazine Bakanı Kıtfir’e ‘‘buluntu’’ olduğu için ucuz bir fiyatla satarlar. Bu evde bilgi ve görgüsünü geliştirdiği gibi, devlet işlerini de öğrenir. Ama ne var ki kendisini bir sürpriz, tehlikeli bir gönül macerası beklemektedir: Evin hanımefendisi Züleyha/Zeliha, vurgun olduğu, tüm çağların ‘‘en yakışıklısı’’ Yusuf’u yatağına davet eder ve ret cevabı alır. Kendisini kınayan Mısır sosyetesini saraya davet eden Züleyha, onlara meyve ikram ettikten sonra, Yusuf’u salona alır ve ondan gözlerini alamayan sosyete dilberleri, meyve yerine parmaklarını doğradıklarının farkında bile olmazlar. Yusuf’un ‘‘melek olabileceği’’ yorumunu yaparlar (aynı sure, ayet 31). Firavunlar ülkesi Mısır’ın o zamanki aristokrasisine mensup hanımlar, tam bir feminist anlayışla Züleyha’yı sahiplenirler ve Yusuf’un hapse atılması için devlet erkânı üzerinde ku lis ve baskı uygularlar, başarırlar da... Mısır kralının gördüğü bir rüyayı doğru yorumlayacak uzman/bilge kişi arandığını duyan, Yusuf’un hapisten kurtulmuş olan bir arkadaşı, onun adını krala ulaştırır yüce yaradan, Yusuf’a böyle bir yetenek/yeti vermiştir. Yusuf rüyayı, ‘‘7 yıl sürecek verimli ürün döneminden sonra, 7 yıl da kuraklık olacağı, o nedenle de gelecek yokluk yılları için stok yapılması gerekeceği’’ biçiminde yorumlar. Beğenilen ve sonra da doğrulanan bu yorumu, onu hapisten kurtardığı gibi, Mısır’a hazine bakanı olmasını da sağlar. Kendisini kuyuya atan kardeşleri, kuraklık yıllarındaki kıtlık yüzünden, hububat almak için Kenaneli’nden Mısır’a gelirler ve Yusuf olduğunu bilmedikleri hazine bakanının huzuruna çıktıklarında, olaylar çorap söküğü gibi çözülür, çok mahcup olan kardeşleri, kahredici bir eziklik içinde ‘‘Allah seni bizden üstün tutmuştur. Doğrusu biz suçluyuz’’ derler (ags ayet 91). Yusuf onları bağışlar, Mısır’a getirttiği anne ve babasını kucaklar. Yakup Peygamber’in ağlamaktan bozulan gözleri yeniden sağlıklı günlerine döner. Öyküden mesajlar Tevrat’ın Tekvin bölümünde ve Kuran’ın kendi ismini taşıyan Yusuf Suresi’nde anlatılan bu ilginç ve çarpıcı serüven; yalan ve entrikanın, tuzak ve tertibin, kıskançlık ve ihanetin, sevgisizlik ve gaddarlığın, er ya da geç, yapanların ayağına dolandığının kutsal kitaptaki özgün hikâyesidir. Sosyal yaşamdan koparıldığı, etkisizleştirildiği ve hatta ölüme terk edildiği sanılanların, olayların doğal akışı içinde varlıklarını ve dirliklerini koruyabildiklerinin gizemli öyküsüdür. Yusuf’un, ‘‘efsane kadın’’ Züleyha’dan büyülendiği halde, peygamber sorumluluğu ile duygularını bastırmasından sonra karşılıksız kalan aşkın Mısır sosye tesindeki yansımalarına, Züleyha’nın şeytansı bir manevra ile ‘‘Yusuf bana saldırdı’’ iftirasının delillerle çürütülmesine, kötülük yapmaktan aşağılık bir zevk duyanların, gelişen olaylar karşısındaki kahreden utancına, kölelikten sonraki vezirliğe, hasret ve kavuşmaya, kırgınlık ve bağışlamaya da etkili vurgular yapan Yusuf olayı, günümüzden binlerce yıl önce yaşanmış olsa da, içerdiği olgular ve taşıdığı mesajlar açısından, çağımız toplumuna öğüt veren ve düşünmeye yönlendiren harikulade bir öykü/trajedidir. Yusuf Peygamber’in sinemadan tiyatroya, TV dizilerinden masallara, şiir ve müzikten edebiyata kadar kültür, folklor ve duygu dünyamızı zarif motiflerle süsleyen, besleyen, etkileyen ve zenginleştiren fırtınalı yaşamının herhangi bir kesitinde herkes, hepimiz kendi yazgımızla örtüşen bir benzerlik bulabiliriz, İzmir suikastı ile ilgili görülerek idam edilen Maliyeci Cavit Bey gibi... Türk ekonomisini Batı modeline entegre etme çabaları ile de tanınan Osmanlı’nın son maliye bakanlarından Cavit Bey, gıyabında verilen idam kararının infazı için saat 22.00’de cezaevi müdürünün odasına alındı. Karar, gerekçeleri ile kendisine okunup tebliğ edilirken o gülümsedi ve ‘‘Ben bunların hiçbirisini yapmadım’’ dedi. 23.15’te Ankara İtfaiye Meydanı’na getirildi. Halk, solgun lüks ışıkları ile aydınlatılmaya çalışılan meydana toplanmıştı. Adli tabibe, ‘‘Hüseyin Cahit Yalçın burada, söyleyin refikamın ve çocuklarımın gözlerinden öpsün’’ dedikten sonra, Yusuf Peygamber önünde zorda kalan kardeşlerinin söylediği ‘‘Allah seni bizden üstün tutmuştur, biz suçluyuz’’ anlamındaki sözlerini Kuran’daki aslına ve Ziya Paşa’nın şiirine uygun biçimde ‘‘zalimlere bir gün dedirtir kudreti Mevla, tallahi lekad aserek, allahü aleyna’’ diye avazının çıktığı kadar bağırarak, boynunu ilmiğe kendi sokup sandalyeyi de kendisi tekmeledi (22.09.1985 tarihli Nokta dergisi). CUMHURİYET’TEN OKURLARA İBRAHİM YILDIZ AKP Yalnız Kaldı Türkiye’nin Lübnan’da oluşturulacak barış gücüne asker gönderip göndermeyeceğine ilişkin tartışmalar sürüyor. Geçen hafta Cumhuriyet, konuyla ilgili tüm gelişmeleri okurlarına aktarırken muhalefet partileri ile sivil toplum örgütlerinin açıklamalarına yer verdi. Özetle, ‘‘Türkiye’nin ateş çemberine karışmasına” karşı genel bir kanı oluştu. Birleşmiş Milletler’in görev tanımında ve 1701 sayılı kararında, Lübnan’a gidecek gücün çatışmaya girebileceği net biçimde ortaya konuluyordu. 25 Ağustos Cuma günü gazetemizin manşeti, ‘‘Savaştıracaklar’’ şeklindeydi. Aynı gün, Kara Kuvvetleri Komutanlığı’ndaki görev devir teslim töreni sonrasında gazetecilerin sorularını yanıtlayan Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, ‘‘Lübnan’a asker gönderilmesi için sırtımız sıvazlanıyor. Orada çıkarımız yok. Bizi belirsizliğe itecekler’’ diyerek tavrını ortaya koydu. Cumhurbaşkanı’nın altını çizerek vurguladığı ‘‘Lübnan’a asker gönderilmesin’’ şeklindeki açıklamasına TBMM Başkanı Bülent Arınç tepki gösterirken AKP hükümeti bu konuda yalnız kaldı. Önümüzdeki günlerde, ‘‘Lübnan’a asker gönderme’’ konusu üzerinde çok konuşulup tartışılacak bir gündem maddesi olacak. Hükümetin beceriksizliği Çevre ve Orman Bakanlığı, Türkiye’yi kasıp kavuran orman yangınları konusunda sınıfta kaldı. Bakanlığın eylem planında yangına 15 dakika içinde müdahale edileceğinin belirtilmesine karşın günlerce uçak bekleyen ormanlar yandı kül oldu. Eldeki uçakların arızalı, bakımda olması, İstanbul’daki uçakların bölgeye günler sonra gönderilmesi, kelimenin tam anlamıyla beceriksizlikti. G Zidane’ı Görmek Prof. Dr. Pınar AYDIN B 2004/363 Esas 2005/460 Karar Davacı Maliye Hazinesi ve kili Av. Hüseyin YÜZBAŞI tarafından davalı Turan ASLAN aleyhine mahkememize açılan Tapu İptal ve Tescil davasında yapıp bitirilen dava sonunda; verilen karar uyarınca ; davalı Turan ASLAN’ın adresi meçhul olduğundan ilanen tebligat yapılmasına karar verilmekle, mahkememizde görülen davanın 01.12.2005 tarihinde karara çıktığı ve mahkememizce verilen karara göre; davanın kabulü ile, Dava konusu edilen Antalya ili Merkez ilçesi Kütükçü Mahallesi 27527 Ada, 1 parselin tapu kaydının İptali ile, davacı Maliye Hazinesi adına ormandan, orman Yasası’nın 2/b maddesi uyarınca çıkarılan yerlerden olduğu belirtilmek suretiyle Tapuya kayıt ve Tesciline karar verildiği, karar tebliği yerine kaim olmak üzere ilan olunur. 10.08.2006 Basın: 40773 T.C. İLAN ANTALYA 8. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN u yazıyı ne Zidane’ı övmek ne de yermek için yazıyorum; amacım sadece onu içeriden görebilmek. Erken bir zamanda Camus’nün ‘‘Yabancı’’sını (1) okuduğumda, yabancının o fellahı neden öldürdüğünü anlamamıştım. Nedeni, sadece havanın kırmızı sıcak olması gibi gelmişti bana. Çocuk aklımla bundan ötesini anlamam mümkün değildi, yabancı olduğum hiçbir şeyin henüz karşıma çıkmadığı dünyada. Bir gün yeniden hatırladım Yabancı’yı (*), çünkü zaman acıyla öğretti ki ‘‘yabancı’’ bu dünyanın en geçerli kavramı. Anababasının en kıymetlisi, Zidane’ı (‘‘ziynet eşyası’’) olsa da, dahası, Fransa Milli Futbol Takımı’nı kaptan olarak onurlandırsa bile, yabancılığını, terinin son damlasına kadar hissettiriyorlar insana. Yabancılık, genetik bir damga gibi; kültürden daha güçlü bir içgüdü. Zidane, Cezayir futbol takımında oynuyor olsaydı, o davranışı bu denli yankılanacak, bir anda manşete konu olacak mıydı? Olasılıkla haberimiz bile olmayacaktı davranışından, belki o olay olmayacaktı bile (2). Çarpıcılık onun yabancı kimliğinde... O, Camus’nün Yabancı’sının yabancı olduğu Cezayir toplumunun yerlisi de değil artık. O, cici ‘‘Zizou’’ değil, Zinedine Zidane. Kendi evinde de yabancı. Sanırım herkes biliyor, çoğumuz derinden hissediyoruz onun yaşadığı duyguyu. Küreselleşmenin zorunlu sonuçlarından biri, evimizde de yabancıyız. Yabancılaşma koyulaştıkça, karşıtımızı tanımlayarak kendimize tanış olabiliyoruz ancak. ‘‘Bana düşmanını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim’’ ifadesi daha da geçerli olmaya başladı günümüzde. ‘‘Her neye yabancı isen sen osun!’’ ‘‘Savaşını onunla yap ki var olasın!’’ Kim olduğunu bulma yordamı, gizemli oyunlara dönüştü, öteden beri. Bir Fassbinder filminde, Çin Ruleti’nde, kim olduğu bulunacak kişi, farklı imgelerle tanımlanmaya çalışılır. Örneğin ‘‘o’’ çaydanlık olsaydı nasıl olurdu? Çabuk kaynayan! Çay olsaydı? Ağız yakantadı ağızda kalan! Cezayirli olsa ne olurdu? Futbolcu. Futbolcu olsaydı nasıl olurdu? Yaban. Buldum... Zidane! Şimdi ise Çin ruletinde karşıtlıkların tanımı güncel; düşman olsa kime olurdu? Onlara, yabancılara. Yabancı kim? Dili, dini, kültürü, rengi, ulu su, sınıfı, mezhebi, partisi farklı olan. Kendisine benzemeyen herkes. O halde haydi savaşa! Neden? Yanıt, Cezayirli yazar Kateb Yacine’in Nedjma’sında (3). Kitap, Cezayirli işçi Lakdar’ın, Fransız işçibaşı Mösyö Ernest’e kızarak kafa atmasıyla başlıyor: ‘‘...Mösyö Ernest, karnabaharın salçası bulaşmış dudaklarıyla Lakdar’a doğru ilerliyor; bu defa kızının seslenişi onu kahramanlığın doruğuna çıkardığından metreyi hendeğin içine fırlatıyor; Lakdar olduğu yerde dönüyor, ekip başını gırtlağından yakaladığı gibi bir kafa darbesiyle kaşını patlatıyor; tanıkların irade dışı gülümsemeleri ‘Maç berabere’ der gibi...’’ Maça çıkmaya itiraz yok, ama maçta herkes eşit kurallar bekliyor! Kurallar eşit olmadığında yaban öfkemizi yaman güce çevirmeyi nasıl ve nereden öğreneceğiz? Zidane’ı görerek mi? Belki. KAYNAKLAR: 1. Camus, A. Yabancı. Çeviri: Günyol, V. 19. Basım. Can Yayınları, İstanbul, 2006. 2. Leyris R: Zidane. Paris Match. 20.7.2006, No: 2983, sayfa 4445. 3. Yacine K. Nedjma. Çeviri: Bora A. Can Yayınları. İstanbul, 2006. * Prof. Dr. Yakup Kepenek’e hatırlatması için teşekkürlerimle. Sağlığımıza dikkat! Kötü beslenme, hareketsizlik ve sigara, ailevi etkenlerle birleşince kalp hastalıkları kapımızı çalıyor ‘Az ye, çok hareket et’ ŞULE KÖKTÜRK Katı yağlardan ve kolesterolden zengin ‘‘fastfood’’ tarzı beslenmenin yaşamımıza adeta hâkim olması, buna karşın meyve ve sebzeden uzaklaşma, kalbe damarlara zararlı besinleri tükettikten sonra bilgisayar ve televizyon başında geçirilen hareketsiz saatler.. Ve üstüne üstlük, birbiri ardına yakılan sigaralar... Yukarıda kısaca özetlediğimiz yaşam tarzı, son 20 yılda kalp ve damar hastalıklarının dünyada ve Türkiye’de daha çok ölüme yol açmasına zemin hazırladı. 19’uncu ve 20’nci yüzyılın başlarının fakir hastalığı enfeksiyonların yerini, zengin hastalığı kalp ve damar hastalıkları aldı. Bugün dünya genelinde kalpdamar B ugün dünyada ölüm nedenleri arasında ilk sırada yer alan kalp ve damar hastalıkları, bunlardan korunma yolları, kalp hastalığına yakalandıktan sonra yapılması gerekenler ve daha birçok soruyu uzmanlara yönelttik. hastalıkları birinci ölüm nedeni. Her yıl 17 milyon kişi kalp ve damar hastalıkları nedeniyle yaşamını yitiriyor. Bu hastalıklar Türkiye’de her yıl, kimi annemizbabamızakrabamız, kimi çok yakından tanıdığımız arkadaşımız, 170 bin kişinin ölümüne yol açıyor. Uzmanların verdiği bilgilere göre, Türkiye’de 2 milyon koroner kalp hastası bulunuyor ve bu rakamın önümüzdeki 10 yıl içinde 3.4 milyona çıkacağı öngörülüyor. Bu hastalığı önlemede çözüm aslında çok basit... Sebzemeyve tüketimini arttırmak, kırmızı et yerine beyaz eti tercih etmek, günde 6 gramdan fazla tuz kullanmamak, sigarayı dudaklara hiç yaklaştırmamak, günde yarım saat tempolu yürümek. Ancak birçoğumuzun bunları yapmaması için pek çok bahanesi bulunuyor. Hal böyle olunca, iş, kardiyologlara ve kalp cerrahlarına düşüyor... Dünya genelinde bu kadar büyük bir kayba yol açan kalp ve damar hastalıkları ile ilgili sorularımızı uzmanlara yönelttik. Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Çetin Erol sorularımıza şu yanıtları verdi: Kalp hastalıkları deyince aklımıza hangi hastalıklar gelmeli? Çetin Erol: Kalp hastalıkları deyince aklımıza genellikle kalbin duvarını veya kalbin kasını besleyen damarların, bizim koroner arter dediğimiz arterlerin hastalıkları geliyor. Kalbin kasının, zarının hastalıkları, iletim sisteminin, yani içindeki elektriksel uyarı sisteminin hastalıkları, kalbin giren çıkan damarlarının, büyük damarlarının hastalıkları, kalbin kapaklarının hastalıkları, kalbi dışarıdan etkileyen hastalıklar, doğuştan hastalıklar ve kalp tümörleri bulunuyor. En sık görülen kalp hastalığı hangisi? Ç. E: Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de kalbi besleyen damarların daralması ve tıkanması ile gelişen kalp krizi olarak bilinen hastalık. Türkiye ve dünyada 1 numaralı ölüm nedeni. İLEDE VARSA DİKKAT! Kalp hastalıklarının en önemli nedenleri nelerdir? Ç. E: Koroner kalp hastalığının nedenlerini genetik ve çevresel faktörler olarak ikiye ayırabiliriz. Genetik olarak, eğer annebaba veya kardeşlerinizde, erkekler için 55 yaşından önce, kadınlar için 65 yaşından önce bu hastalık ortaya çıkmışsa, sizin de bu hastalığa yakalanma riskiniz artıyor. Buna ilaveten, 4 tane çok önemli risk faktörü var: Hipertansiyon, diyabet, özellikle LDL dediğimiz, halk arasında kötü kolesterol olarak bilinen yağın yüksekliği, HDL dediğimiz ve halk arasında iyi kolesterol olarak bilinen yağın düşük ol ması ve sigara. Göbeklilik, hareketsiz bir hayat, büyük stresler kalp hastalığı için, bu tip bir kalp hastalığı için önemli faktörler. Zaten doğuşumuzdan itibaren damar yapımızda bozulmalar oluyor. Eğer risk faktörleri varsa bozulma daha erken yaşlarda, hızlı oluyor. OK YİYORUZ, AZ TÜKETİYORUZ Beslenme ile kalp hastalıklarının ilişkisi nedir? Nasıl beslenmeliyiz? Ç. E: Çevresel faktörler derken kastettiğimiz şeylerden biri besinler. Genel olarak gereğinden fazla yiyoruz, ama buna karşılık hareket etmiyoruz. Ayrıca daha çok sebzeye ve meyveye yönelik, baklagillere yönelik bir beslenme tarzının olması gerekiyor. Özellikle hayvani ve margarin cinsi yağlardan kaçınmak, buna karşılık tavuk; kırmızı et yerine balık gibi beyaz etin tüketilmesi gerekiyor. Proteini de baklagillerden almalı, sebze ve meyveye mutlaka ağırlık vermeliyiz. Son zamanlarda moda olan, gündeme gelen fındık, fıstık gibi kuruyemişlerin de çok az miktarlarda, günde 510 adet tüketilmesi gerekiyor, eğer faydasını görmek istiyorsak. Çünkü onlar da yağ deposu. Ç A Geçen cumartesi günü başladığımız sağlıklı yaşam rehberi yazı dizimiz, birçoğumuzun aklına takılan sorulara yanıt bulacak. Aşırı, uygulanması mümkün olmayan, gösterişe yönelik sporlardan uzak durmak gerekiyor Ülkemizin önde gelen uzmanları, sağlıkla ilgili her konuda son gelişmeleri aktararak bilinçlenmemize yardımcı olacaklar. Günde yarım saat yürüyüş yeterli Nasıl spor yapmalıyız? Ç. E: Bu çok önemli bir konu; aslında modern hayatın bize empoze ettiği yaşam tarzında gerçekten spora ayıracak vakit de kalmıyor. O nedenle aşırı, uygulanması mümkün olmayan, gösterişe yönelik sporları önermiyoruz. Çok basit, günde sadece yarım saat tempolu bir yürüyüş yeterli oluyor Her gün Prof. Dr. Çetin Erol, Hastalıklarla ilgili tanı ve tedavilerdeki gelişmeleri okurlarımıza bu yazı serisiyle aktaracağız. Bağımsızlık Marşı Bağımsızlık günü 30 Ağustos’ta, Cumhuriyet bir yeniliğe daha imza atıyor. Bu hafta çarşamba günü, okurlarımıza Bağımsızlık Marşı CD’si veriyoruz. Atatürk’ün Güneş Ülkesi adlı marşı, Bakırköy Belediyesi’nin katkılarıyla ücretsiz olarak dağıtacağız. İyi haftalar... CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle