12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 AĞUSTOS 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Türban Ülkenin Sorunu Değil... Merve Kavakçı olayından ders alarak bir tek bile türbanlı kadını milletvekili adayı yapmayan Tayyip Erdoğan’ın şimdi eşinin türbanını ülke sorunu haline getirmesini anlamak olanaksızdır. Geçen üç yılda herkese haddini bildirmek için güç topladığını sanması, ülkesine karşı sorumluluk taşıyan bu düzeyde bir politikacının sağduyusu ile bağdaşmaz. gelemekteler. Elbette bütün bunlardaki başta ABD’nin bugünkü yönetimi olmak üzere, Batı kapitalizminin uyguladığı ve kendi ekonomik çıkarlarına dayanan yanlış ve son yıllarda daha da artan sömürgen politikanın payı yadsınamaz. Türkiye her şeye karşın bu sorunları büyük ölçüde aşmış tek Müslüman ülke idi ve öyledir. Son yirmi yılda altyapısını Avrupa ölçütlerine yaklaştırmıştır. Hafif sanayi dallarında gelişmiş ülkelerle rekabet edebilir bir boyut kazanmıştır. Bu nedenle 2002’de seçim yasasındaki aykırılık sayesinde, geçerli oyun üçte biri ve toplam oyun yüzde yirmi beşi ile AKP, anayasayı değiştirecek bir çoğunlukla iktidar olduğunda Türkiye, diğer hiçbir Müslüman ülke ile kıyaslanamayacak düzeyde çağdaş ve uygarlık doğrultusunda önemli yol almış bir ülke idi. Bu gerçeği çoğunluk AKP’li görmek istemese de, Başbakan olduktan sonra olsun, Tayyip Erdoğan’ın görmesi gerekir. Dilinden düşürmediği demokrasiye, çağdaş uygarlığa ve insan haklarına gerçekten inanmış bir başbakanın, ülkesini, hem de kendi kişisel sorunu gibi yansıtarak türban savaşımına sürüklemesi, akılla ve sorumlulukla bağdaşmaz. Yurttaşlar arasında böyle bir tartışma yokken son günlerde gittiği AKP kongrelerinde en önemli konu olarak türbanı konuşmayı sürdürüyor. Üstelik bu kez doğrudan kendi eşinin türbanından çıkarak ve çok yanlış bir genelleme yapıyor. Başbakan, anlaşılan cumhurbaşkanı olmayı çok istiyor. Elbette bu istek onun çok doğal hakkıdır ve önünde ne yasal ne de siyasal bir engel söz konusudur. Ancak o, kendisini türbanlı eşi ile birlikte Çankaya’da görmek istemeyen çevrelere karşı güvence altına almak için, halkı arkasına alma gereğini duyuyor olmalı. O nedenle ‘‘Bu millet beni başbakan yaparken de benim eşim türbanlı idi’’ demek gibi bir kaygı taşıyan sözler etmeye başladı. Tokat kongresinde de kime karşı söylediği açık olmayan ‘‘Siz kamusal alanı bu millete kapatamazsınız’’ derken, eşine karşı var olan tepkiyi halka mal etmek istiyor. Bu sözlerin Tayyip Erdoğan’ı ‘‘Yarası olan gocunur’’ duruma soktuğunu, kendi partisinde daha çağdaş ve biraz da Amerikancı olan yakınları bile görmekteler. Merve Kavakçı olayından ders alarak bir tek bile türbanlı kadını milletvekili adayı yapmayan Tayyip Erdoğan’ın şimdi eşinin türbanını ülke sorunu haline getirmesini anlamak olanaksızdır. Geçen üç yılda herkese haddini bildirmek için güç topladığını sanması, ülkesine karşı sorumluluk taşıyan bu düzeyde bir politikacının sağduyusu ile bağdaşmaz. PENCERE Adam!.. Kimi çevrelerde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer nasıl anılıyor: Üçüncü Adam!.. Geçenlerde bu olguyu ‘Pencere’de dile getirince medyada kıyamet kopmuştu; tutucu ve gerici tayfasının Sezer’e karşıt oldukları aşikârdır... Ama ne yapalım ki ve ne mutluluk ki Cumhurbaşkanı tarihsel işlevini sürdürüyor... ? Şevket Süreyya’nın Atatürk’e ilişkin ünlü kitabının adı: ‘‘Tek Adam!..’’ Mustafa Kemal ‘Birinci Adam’ değildir... Tektir!.. İsmet Paşa’ya ilişkin kitabına da Şevket Süreyya güzel bir ad bulmuştu: ‘İkinci Adam!..’ İnönü, Milli Kurtuluş Savaşı’nda, Lozan’da, Cumhuriyetin kuruluşunda, İkinci Dünya Savaşı’nda, demokrasiye geçişteki işleviyle gerçekten ‘İkinci Adam’lığa layıktır... ? Ancak bugün Türkiye, ne yazık ki karşıdevrimin iktidarlaşma sürecini yaşıyor... Karşıdevrim, hükümetini kurdu... Meclis içinde ve dışında muhalefet cılız... 2002 yılından bu yana laik Cumhuriyet devletinin temel yasal kural ve ilkelerini savunan ve koruyan Çankaya’dır... Her kim bulmuşsa ‘Üçüncü Adam’ adı Sezer’e yakışıyor... Cumhurbaşkanı sessiz.. Sakin.. Efendi.. Eski deyişle müeddep.. İlkeli.. Kararlı.. Hiçbir gösterişe ve çığırtkanlığa iltifat etmeden, en güç eylemi en kolaymış gibi yürüterek takıyyeci iktidarı hizaya getirmek yolunda görevini yapan bir Çankaya olmasaydı, Türkiye dört yıldır nerelere savrulurdu?.. İnsan düşünmek bile istemiyor... ? Yeni Genelkurmay Başkanı Büyükanıt, göreneğe aykırı biçimde vaktinden önce saptandı... Neden?.. Gerekçesini Çankaya’ya sormalı!.. Sezer sessiz ağırlığıyla tek başına bu işin üstesinden gelmiştir... Türkiye öyle bir halde ki, Ortadoğu cehenneminde Anadolu terör tehdidi altında yaşarken takıyyenin Demokles kılıcı laik Cumhuriyetin başında sallanıyor... Sezer’in Çankaya’daki varlığı, ülke adına bir güvencedir... Sezer ‘Üçüncü Adam’ mıdır?.. Bu soruya yanıtın önemi yok... Adamdır!.. Erol ÇEVİKÇE aliban’ın Afganistan’ından Chirac’ın Fransa’sına kadar bütün ülkelerde, türbanın köktendinci siyasetin flaması olduğu bir gerçek. Başörtüsü değil ‘‘türban’’, Erbakan Hoca’nın 1974’te ilk başbakan yardımcısı olduğu Kıbrıs Barış Harekâtı’nı yapan Birinci Ecevit Hükümeti zamanında ülkenin gündemine geldi. O tarihe kadar yüzde sekseni başı bağlı olan kadınımızın türban diye ne kullandığı bir şey vardı, ne de laiklik karşıtlığı dini bir simge idi. Çok tutucu bazı tarikat üyelerinin eşlerine zorladıkları örnekler ise kimsenin umurunda değildi. İktidar ortağı olduğu dönemlerde kadrolarının çoğunluğu, bağlı oldukları tarikatın katı kurallarına koşulsuz uyan kişilerden oluştuğu için, türban özellikle gençlerde Milli Görüş siyasetinin kimlik ve kişilik gösterisi olarak yaygınlaştı. Çünkü o dönem Maocu, Marksist ya da ülkücü olanlarda tanımlanmak gereksiniminden doğan bu tür simgesel takıntılar, bir anlamda yüreklilik işareti sayılıyordu. Erbakan’ın başbakan olduğu 1996’dan sonra, hem devletin hem de tarikatların bu öğrencilere burs ve yurt desteği hızla arttı. O dönemde imam hatip okulları için Refah Partisi’nin arka bahçesi denmesinin nedeni bu gerçektir. Resmi kayıtlara göre laiklik karşıtı koşullandırılmış bu öğrenciler dışında kalan temel eğitim ve lise öğrencileri arasında türban takma oranı yüzde beşin altındadır. Üniversitelerde ise bu tartışmaya taraf olanların sayısı binde ölçüler düzeyindedir. Ancak yine o dönemde bir milyona yaklaşan bu öğrenciler, türban tartışmasını kolluk güçlerine ve diğer siyasetlere karşı çatışmaya varan eylemlere dönüştürebilmiştir. Danıştay olayının ilk tohumları o dönemde filizlenmiştir. O tarihlerden bu yana o görüşte olanlar için türban, demokratik bir hak ve en doğal bir özgürlük sorunudur. Gelişmeler laik cumhuriyete karşı açık bir başkaldırıya dönüştüğünde (Ankara Etimesgut’taki olay gibi) 28 Şubat müdahalesi ve Demirel’in politik ustalığı ile Erbakan’ın Başbakanlığı ve Tansu Çiller’in partisi ile kurulmuş olan RefahYol Hükümeti sona erdi. Bir süre sonra da Refah Par T AÇI MÜMTAZ SOYSAL Rol ve Yol ULUSLARARASI herhangi bir olayda görev üstlenmenin bu ülkeye saygınlık, önem ve değer kazandıracağına inananımız çoktur. O mantık şöyle işler: ABD gibi bir devlet, dünyanın neresinde olursa olsun her olayda rol oynuyorsa, Türkiye’nin de bunu yapması büyük devlet olmanın şanındandır. Rolün ne olduğu, kimin işine geldiği, sonucun nereye varacağı, insanlarımıza ne kazandırıp ne kaybettirdiği hep ikinci planda kalır. Şu günlerde Güney Lübnan’da bir tampon bölge oluşturulmasından ve Türk askerinin orada görev üstlenmesinden söz edildiği için, sorun üzerinde biraz durmak ve durumu soğukkanlılıkla tartmak önem kazanmıştır. Bu konuda şimdiden değişik görüşler ileri sürülmeye ve cepheler oluşmaya başladı. layın yakınımızda ve eski Osmanlı topraklarında yer alması ilgiyi ve cepheleşme eğilimini arttırıyor. Böyle bir görevden kaçınmanın yanlışlığını, bu rolü üstlenmenin Ankara’ya ağırlık kazandıracağını söyleyip yazanlar gün geçtikçe çoğalmakta. ‘‘Tezkere’’ dönemindekine benzer bir hava oluşuyor. Öyleyse kimin neyi niçin istediğine iyi bakıp doğru yolu bulmak gerekir. Dünya kamuoyu ayaklanmıştır. Olupbitenlere bir süre yeşil ışık yakmış olan Amerika’da bile insanlar isyan halinde. İstenen, İsrail çullanışının durması, masum insanların telef olmasına ve yıkıma son verilmesidir. İsrail ise, Güney Lübnan’da yuvalanan Hizbullah militanlarınca kendi güvenliğinin tehdit edildiğini, tehdit kaldırılmadıkça saldırıyı sürdüreceğini, ancak araya bir NATO gücü yerleştirilirse duracağını ileri sürmekte. Kimileri bu güce Türkiye’yle Fransa’yı uygun buluyor. Biri Müslüman olduğu ve bölgeyi tanıdığı, öbürü de Lübnan’ın kuruluşunu sağladığı ve Hıristiyan nüfusuna yakınlık duyduğu için. İkisinin de taraflarla az çok iyi sayılabilecek ilişkileri var. Dış görüntü bu. Ama, kendi sınırlarındaki PKK terörüne dünya göz yumarken Türkiye’nin bu role soyunuşundaki terslik de ortada. Ayrıca, Lübnan’ın güneyindeki Şii militanların bu soyunuşa nasıl bakacakları belli değil. Üstelik, olaya uzun süre seyirci kalan ve şimdi Türkiyeli tampon çözümünü destekleyen de Amerika. Ankara, bir kez daha Washington’daki hesapların taşeronu durumuna düşmüş olmuyor mu? Asıl şu var: Ya o gergin hava Türk askerinin can kaybına yol açarsa? eresinden bakılırsa bakılsın, büyüklük peşinde koşarken küçülmenin, başkalarının hesaplarına alet edilmenin yine eşiğine gelmiş sayılır Türkiye. Osmanlı’nın cihan harbi macerasından sonra aynı bölgede böyle bir role yeniden soyunmak, ancak tarih bilgisi ve bilincinden yoksun olanlarca işlenebilecek bir hatadır. O açıdan, yalnız şu olayda değil, bütün durumlarda bu ülkenin genel olarak karşı karşıya bulunduğu büyük tehlike, bilgi ve bilinç kavramlarına sırt çeviren bilim dışı inançlarla yönetilmekte oluşudur. O N tisi kapatıldı. Bu olayı izleyen günlerde çıkarılan ‘‘temel eğitim yasası’’ ile de yeniden eğitim birliğine dönülmüş ve köktendinci siyasetin okullardaki yaygınlaşması durdurulmuş oldu. Kasımpaşa’da Kuran kursundan başlayarak imamhatip okulunda kimliğini bulan Tayyip Erdoğan’ın bütün bu gerçeğin koşullanması ile bugünlere geldiğini, başta kendisi, herkesin iyi niyetle görmesi gerekir. Elbette kim olursa olsun bu ortamdan gelen bir yurttaşımızın sevdiği, değer verdiği ve eşi olarak yaşamını birleştirdiği genç kızın türbanlı olması rastlantı değildir. Bu yurttaşımızın gençlik kollarından başlayarak Milli Görüşçü bir partinin önce İstanbul il başkanı, sonra da belediye başkanı olması da rastlantı değildir. Belki hiç beklenmedik zamanda ve laiklik karşıtı söylemleri ile yasaklı olduğu için seçimlere giremediği halde, Siirt’te yenilenen bir seçimle milletvekili ve başbakan olması da rastlantı değildir. Bütün bunlar dünyada ve ülkemizde son yirmi yılda, özellikle küreselleşmenin zorladığı ve ulusal duvarları yıkan büyük ve sert değişimin nesnel sonucudur. Ortada güncel bir neden yokken Paris’te bir gencin ölmesinin yarattığı ve sonunda sokakları saran, yangınlara, yıkımlara dönüşen ve yirminin üzerinde çoğu Müslüman kökenli göçmen gencin ölümüne varan olayların arkasındaki ekonomik, sosyal ve kültürel gerçek ne ise, Türkiye’de de toplumsal gerginliği tırmandıran nesnel neden bence aynı. Türkiye’deki türban tartışması ile haklar ve özgürlükler için devrim tarihinin ilk sayfasını açan Fransa’daki türban yasağının arasında nedensel fark yoktur. Demokrasinin beşiği İngiltere’de 7 Temmuz terör olayları yüzünden özgürlükleri kısıtlayan yasal önlemlerin arkasındaki neden de aynıdır. Türkiye’de okurken esinlendiği Atatürk’ün laikleşme konusunda attığı daha ilk adımda on binlerce genç türbanlının elleri silahlı, sopalı eylemleri ile karşılaşan Pakistan’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı Pervez Müşerref’in gerçeği de başka bir şey değildir. 2000 dolayında medresesi olan o ülkede milyonlarca türbanlıyı durdurmanın ne denli olanaksız olduğunu, Pakistan’ı yakından bilenler bel Fındığın Türküsü Hikmet KURNAZ Bankacıİktisatçı aradeniz’de şölen havasında fındık toplama mevsimini yaşayanlar bilirler. Fındık toplanırken bahçelerden yâr yâr üstüne, efkâr efkâr üstüne oğlanlı kızlı ne türküler yükselir. Fındık parasıyla kız gelin, oğlan damat olacaktır. Evlilik umutlarını fındığa bağlamış gençler birbirlerine Ordu yöresinin çok bilinen türküsünün sözlerini gönüllerince değiştirerek ‘‘fındık dalda tekleme, alacaksan al beni, gelecek yılın fiyatını bekleme’’ diyerek seslenirler. Bugünlerde bu türkünün Ordu ve Giresun dolaylarında ‘‘fındık dalda tekleme, AKP’den ümit bekleme’’ diye söylendiğini K duyar gibiyim. Doğrusu, Sayın Başbakan’ın Ordu’da ‘‘paramız ne olacak’’ diyen ve FİSKOBİRLİK’te bekleyen alacaklarını isteyen fındık üreticilerine adres olarak FİSKOBİRLİK’i göstermesi ve ‘‘FİSKOBİRLİK’e git, paranı oradan al’’ demesi, FİSKOBİRLİK’i masum hale getirmeyeceği gibi, Sayın Başbakan’ı da haklı göstermez. Geçmişte FİSKOBİRLİK’in (FKB) özerk ve mali yönden bağımsızlığına alkış tutan ‘‘eller’’; şimdi, AKP hükümetine karşı FİSKOBİRLİK’i alkışlamakla fındık sorununu çözmüş olmayacaklar. Sorunu sadece FİSKOBİRLİK ile AKP arasında çekişme olarak görmek, FİSKOBİRLİK’in fındık piyasasında oynadığı rolleri unutturur. Geçmişte fındık üreticisi, piyasanın aktörlerinden biri olarak FİSKOBİRLİK’i de tüccar sermayenin bir parçası olarak hedef alır ve ‘‘tefeci tüccar ile işbirliği içinde olmakla’’ suçlardı. Bugün de, Başbakan’ın ‘‘teşhisinde’’ olduğu gibi, kurumları AKP’ye mesafeli duruşlarına göre düşünmek ve fındıktaki sorunun çözümünü FİSKOBİRLİK’te basit bir hükümet yanlısı yönetim değişikliği olarak görmek, sadece geçmişin hatalarının tekrarlanmasından ibaret olur. Bugün, dünya fındık üretiminin ve dış ticaretinin en kötü zamanda dahi yüzde 70’ini gerçekleştiren bir ülke olarak Türkiye’de fındıkta serbest piyasanın daha iyi rol oynayacağını savunmak, aşırı piyasa iyimserliği olur. Gerçekten de, düşünüldüğünde tüketime göre üretimi dengelemekte bir piyasa dönemine göre vade yönüyle uzun yıllara ihtiyacı olan fındığın fiyatını piyasanın arz ve talep dengesine bırakmayı savunmak, piyasada üretim fazlasının yol açacağı sonuçları da kabullenmeyi gerektirir. Üretimin beşte biri yurtiçi taleple tüketilebilen fındığın fiyatını piyasanın mucizevi eline bırakmak, daha baştan bu ürünü ‘‘dış ellere’’ bırakmak anlamına gelir. Fındıkta problem ve çözüm, küresel piyasada Türkiye tarımına biçilen rol ve bu rolü hangi ürünler ile nasıl oynaması gerektiğinde saklıdır. Soru ve cevap tamamen, IMF’nin Türkiye’ye dış borçlarını ödemek için verdiği ‘‘ev ödevinde’’ fındığa yüklediği görevdedir. Fındık dış borçların ödenmesinde ihracat kalemi olarak önemini koruyacak mı? Ya da, piyasa dışında belirlenen destekleme fiyat alımlarıyla borcu arttıran ürün olmak özelliğini sürdürecek mi? Bölge ekonomisini tek ürüne bağlı tutma becerisini gösterebilen fındık, bölge tarım alanının zaman içinde mülkiyet ilişkileri ve istikrarsız üretimin yol açtığı finansman sıkıntısı gibi iktisat içi öğelerin zorlamasıyla küçük ölçekli işletme yapısına dönüşmesi sonucu bölge nüfusunu bir yaşam biçimi olarak toprağın üzerinde tutma becerisini gösterememiştir. Türkiye’nin fındık ekim alanı 5.400.000 dönüm gibi büyük bir alana yayılmış durumdadır. Bu alanın üzerinde barındırdığı 3.832. 321 köy nüfusunun 400.000 hanesi, hane başına ortalama 13 dönüm alanda fındık üretimi ile geçimini sağlamaya çalışmaktadır. Bu tablo, fındığın esas alanı olarak kabul edilen ve toprak yapısı alternatif ürün ekimine pek uygun olmadığı anlaşılan Doğu Karadeniz’de daha çarpıcı ve düşündürücüdür. Toplam 3.200.000 dönüm ekili fındık alanında 250.000 hane ortalama 8 dönüm arazi üzerinde barındırdığı 1.476.249 köy nüfusu ile bölge, fındığa bağlı ekonomik bir yaşam içinde kalmak çabasını sürdürüyor. Böyle bir ekonomik yapıda rasyonel bir piyasa davranışı beklenemeyeceği gibi, arzın talebe esnek olması da beklenemez. Fındık gibi tek ürüne bağlı hiçbir ekonomide devletin desteği olmadan piyasadan tek başına yol gösterici olması beklenemez. Nitekim, bölge tek ürüne bağlılığın yarattığı ekonomide sanayisini geliştirecek yeterli sermaye birikimini de sağlayamamıştır. Dolayısıyla, bölge fındığa alternatif ve bölgeyi tek ürüne olan bağlılıktan kurtaracak fındıkla paralel giden başka ekonomi politikalar ile desteklenmediği sürece fındık fiyatını tayin yetkisini piyasanın eline bırakmak, bölge için yoksulluk ve kaos demektir. Fındıkta arza göre beş katı talep eksikliğinin bir piyasa dönemi içinde yurtdışı taleple karşılanacağını varsayarak, bu sezon fındık fiyatını piyasaya bırakmayı savunmak, ancak piyasa yanlısı bir ütopyadır. Uzun vadede fındıkta dünya arz ve talebine uygun ulusal bir üretim hacmi sağlanıncaya kadar üreticinin fındıktan kaybını karşılar paralellikte alternatif ürün destekleme politikaları uygulamaya konulmadan ve fındık arzı ile ulusal ve uluslararası talebi buluşturacak piyasa oluşturulmadan fındıkta fiyatı piyasaya bırakmak ekonominin önemli bir ihracat kalemini ‘‘kuşa kurda yem etmektir’’. Dünya ölçeğine göre fındıkta üretim fazlasını önlemek için destekleme alımları veya Doğrudan Gelir Desteği gibi politikalara alternatif ve piyasa yapısında dönüşüm sağlayacak uzun vadeye yayılmış ekonomi politikaları bir an önce uygulamaya konulmadığı takdirde fındık sadece bölge için değil doğudan kamyon sırtlarında taşınan mevsimlik fındık toplama işçileri için de umut olmaktan çıkacaktır. Geleneksel üretimiyle dünyada Türkiyeleşen fındığı hafife alan her iktidar, fındık bahçelerinden yükselen sessizliği bir burgu gibi delen yanık sese kulak vermelidir. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle