25 Aralık 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 23 TEMMUZ 2006 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL ‘Lozan’ın Ölümü’ Lozan, Türkiye’de yaşamanın ilk elementi. Tıpkı, yaşam için 4 ana elementin gereği gibi. Ve Türkiye’nin tapusu. Türk ulusunun ilk bayramı. Üstelik Barış Bayramı. Yurtta Barış Dünyada Barış diyen Kemal Paşa’nın, sözüne kanıt. Bu tarihe dek ulusal bayram yoktu. Kutlanan günlerden 11’i, Mevlit’ten Aşure’ye dinsel. 2’si de, 15 yıl önceye ilişkindi. İkinci Meşrutiyet’in İlanı, Meclisi Mebusan’ın Açılması... uygun musunuz? Yapılacakların derinliği, içeriği ve büyüklüğünü anlayabiliyor musunuz? Nasıl çalışacaksınız? Kısır ve yararsız tartışmalara dalarak, birbirinizle mi uğraşacaksınız? Ne yaptığını bilen adamlar gibi; ağırbaşlı, ılımlı ve ileri görüşlü mü olacaksınız? Her konuda yenilik gerek. Bunları anlayacak kafanız, yapacak kollarınız var mı?’’ Mustafa Kemal Paşa, bunların bilincindedir. 13 Ağustos 1923’te, bir söylev verir. Ulusal Bildirge niteliğinde. Ve tüm dünyanın merakla beklediği. Çok şeye değinir. Lozan için de: ‘‘Bu başarı, uygarlığa doğru yol açtı. Henüz amacımıza ulaşmadık. Bize düşen görev, durmaksızın ilerlemek. Bunca özverinin getirisini elden kaçırmamak, felaketlerin geri gelişini engellemek her günkü düşüncemiz olmalı. Ama buna, kuru bir dikkat ve iyi niyet yetmez. Ve bunun Sonsuz Barış olacağına inanmaksa, saflık.’’ Liderler, yaptıkları kadar, yapmadıklarıyla da sorumludur. Parti liderlerimiz, geçen ay birbirine uğrayıp uzlaşma aradılar. PENCERE Burka ile Türban... Taliban 1996 Eylülü’nde Kâbil’e girdiği zaman bir bildiri yayımlamış... Bildiriden birkaç satır: ‘‘Şoförlerin burka giymeyen kadınları arabalarına almaları yasaktır.’’ ‘‘Bu yasağa uymayan kadın hapis cezasına çarptırılır.’’ Burka ne?.. Çarşaftan beter bir kadın tesettürü... Tesettür Müslüman coğrafyasında öteden beri vardı; ama, çarşaf 19’uncu yüzyıl başlarında İstanbul’da, burka 20’nci yüzyılın başında Kâbil’de görülmeye başlanmış... Çarşafı Suriye Valiliği’nden dönen Suphi Paşa’nın eşi ilk kez giyerek saray çevresine tanıtmış... Afgan Kralı Habibullah haremindeki 200 kadına burka giymeyi şart koşmuş... Ya türban?.. Doğrusu tesettürün bu türlüsünü kimin modalaştırdığını bilmiyorum... ? Birkaç gün önce Emine Hanım’la Tayyip Bey Kıbrıs’a gitmişlerdi.. Ada sıcak mı sıcak... Gazetelerde Başbakan ile eşinin fotoğrafları yayımlandı. Tesettüre göre sarıp sarmalanmış, bir de üstüne kara gözlükler takmış Emine Hanım, elindeki yelpazeyle Tayyip Bey’i serinletmeye çalışıyordu... Fotoğraf değildi bu... Karikatürdü!.. ? Türban.. Çarşaf.. Burka.. Fark etmez.. Tümünün kökeni tesettür fikrine dayanıyor... Tesettürün kökenindeki fikir ne?.. Kadın günah kaynağıdır!.. Eksik eteği örteceksin!.. Bereket versin 1.5 milyar nüfuslu İslam okyanusunda herkes böyle düşünmüyor... Peki, çoğu Müslüman kadının başı ve alnı açık dolaştığı Türkiye’de, Hükümet üyelerinin eşleri neden tesettürü yeğliyor?.. ? Müslümanlık coğrafyasında çok yaygın görünen kadın düşmanlığının gerekçesi nedir?.. Kadın neden günah fikriyle özdeşleştiriliyor?.. Niçin örtülüyor?.. Bir avuç İsrailli karşısında yenilgiden yenilgiye sürüklenen Müslümanlar, neden kadın düşmanlığını dünya görüşü gibi benimsemişler?.. ? Sarıklı hoca başı açık genç kıza sormuş: Güzel kız hani senin peçen?.. Kız: Benim peçem senin gözlerinde olmalıdır hocam!.. Türbanı ruhuna sarmayıp kadının başına dolayan Müslüman kesimine vah vah!.. TİP Olayını Anlamak! Uzun zamandır Türkiye İşçi Partisi konusunda belgesel bir çalışma bekliyordum. Kuruluşu, tutumu, yaygınlaşması, benimsenmesi, ilk kez TBMM’ye on beş milletvekili göndermesi... Sonra görüş ayrılıkları nedeniyle bir anda etkisizleşmesi... Yakın tarihimizin ilginç bir sayfasıdır! Birkaç işçinin öncülüğünde kurulan, yazarların, aydınların katılımıyla büyüyen bir parti... Saygıyla, sevgiyle anımsanan adları bir bir saymak kolay değil! Aybar’lar, Sadun’lar, Behice’ler, Altan’lar, Nebioğlu’lar... Elbet biri çıkıp yazacaktı, TİP’in yaşadığı, hepimize de yaşattığı politika serüvenini... Yusuf Ziya Bahadınlı’nın “Meclis’in İçinde Vurdular Bizi” adlı kitabını okurken bir kez daha o günlere gittim. Ben, partinin üyesi değildim, ama daha ilk günden destekleyenlerdendim, 1965 genel seçiminde pek çok aydın, yazar, sendikacı gibi ben de TİP listesinde yer almıştım. 1965 seçimindeki TİP adaylarının kimler olduğunu saymak olanaksız gibidir. O günlerin ne kadar yazarı, aydını, sola, sosyalizme, çağdaşlığa inanmış kişisi varsa hemen hepsi TİP listesinde aday olmuştur. TİP beş yıl yepyeni bir politika çevresi yarattı, yeni sorunları gündeme getirdi. Bahadınlı’nın 20 Şubat 1968 günü Meclis’te söylediklerini, günümüzde daha da büyük bir anlamda yaşıyoruz: “Yeni emperyalizm geri bırakılmış ülkelerin doğal zenginliklerini rahat sömürmek için, o ülkelerin insanlarına gayrı milli bir eğitim uygulatmaktadır.” Bahadınlı’nın kitabı bir başlangıç olmalı... TİP olayı daha derinliğine, ayrıntılarıyla incelenmelidir ki, Türkiye’deki yeni araştırmalara, yeni deneyimlere yararlı olsun!.. Bahadınlı Meclis yaşantısından çok yararlı izlenimler sunmuş. Yozgat milletvekili Bahadınlı’nın Meclis kürsüsünden söyledikleri, Genel Başkan Aybar’ın uyarıları hâlâ güncelliğini korumaktadır. Aradan kırk yıl geçmiş, daha ileri gideceğimize dünleri arar hale gelmişiz!.. Bugün sol bir türlü birleşemiyor, daha doğrusu olgunlaşamıyor!.. Bu TİP’in yaşadığı bölünmelerle açıklanabilir! Aybar’lar, Boran’lar, Çetin’ler, Sadun’lar vb. önde gelen TİP’liler, neden bir arada kalamadı, neden partinin paramparça olmasını önleyemedi?.. Bahadınlı, bir yazar, bir eğitimci.. bu yüzden kitabı çok etkin bir güç taşıyor... O günleri yaşayan bizlere de, o günleri bilmeyenlere de, yarım yamalak bilgilerle yetinenlere de TİP olayının önemini öğretiyor. Bahadınlı’nın Meclis kürsüsünde söylediklerinin anlamını şimdi daha iyi anlamıyor muyuz? “Yeni emperyalizm bir ülkeyi ele geçirmenin tek yolunun top, tüfek olmadığını da iyi bilmektedir. Onun yerine güleryüzlü, cömert keseli uzman görevlilerin, toptan, tüfekten daha etkin olduklarını da iyi bilmektedir.” Prof. Dr. Mahir AYDIN İstanbul Üniversitesi müz gibi... İlginç bir örnek, İsmail Müştak’tan: Birinci Dünya Savaşı sonları. Alman orduları yenilmiş, Kayzer Hollanda’ya kaçmış. Büyük Friedrich’in şaheseri, büyük Moltke’nin çırakları elinde parçalanmış. Mareşal Foşe, Almanlığın yenik kılıcını teslim ederken, öbür delege ağır mütareke koşullarını imzalıyor. Bir Alman aydını, şaşkınlık ve acıdan ne yapacağını bilmeyen ulusuna sesleniyor: Askerlerin yarattığını, diplomatlar öldürdü. Peki, Lozan ölür mü? Bilmem! Belki de ölmez. Çünkü yaşamak için, sürekliliğin bütün koşullarını taşımakta. Hani, devletimizin, binlerce yıllık Türk tarihinin olgun sonucu olması gibi... Düşünen bilir de, yaşayan daha iyi bilir. Lozan’ı yaratanlar, bu parlak sonucun kolay olmadığını söylüyor. Doğru. Başlangıç ile varış noktasının arası uzak. Zaman, kısadır. Her büyük savaş öncesi, barışçı yol istenir. Ama her başvuru, reddedilir veya aşağılanır. Haklı olmak da, yetmez ki. Maddi güç desteği olmayan haklılık, anlamsız... İş başa düşer. Enkaza çevrilen; topsuz, tüfeksiz, cephanesiz, araçsız ordu, ayağa kaldırılır. Sonra, ulusal iradenin en önemli görevleri, kahramanca başarılır. Ama; ateşlerde yakılmış çocuk, kadın ve ihtiyarlar, tecavüze uğramış kızlar, yurtlarını kaybetmiş aileler, evladını gömmüş anaların acısı da yaşanır. Bilinenleri yinelemek, gereksiz. Ne B ir kavram ölür mü? Bilmem! Belki de ölür. Çünkü ölmek için, damarda kan dolaşması gerekmez. Hani, zamanı öldürdüğü resinden bakılsa, Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı kutsaldır. Ve sonsuza dek güvence altında olmalı. Devletin bağımsızlığı, ulusun dirliği ve ülke bütünlüğü, Anadolu’da yaşamanın sacayağı. Bunun güvencesi de, kahraman ordumuz. Evet, Kahraman Ordumuz! Aradan geçen 83 yıla karşın... ‘Ölüm belgesi’ değil Lozan, kimilerinin çarpıttığı gibi, Osmanlı’nın ‘‘ölüm belgesi’’ değil. Çünkü o belgenin adı: Sevr. Boşuna Amerikan Koleji’ne verilmedi, onu imzalayan kalem. Ama Lozan kalemi, İstanbul Üniversitesi’ne armağan edildi. Çünkü bu antlaşma, Türk ulusunun yüz aklığıdır da. Orada, 4 yıllık Kurtuluş Savaşı değerlendirilmedi. Bin yıllık ‘‘Türk Ata Yurdu’’nun, hesapları aklandı. Lozan, Türkiye’de yaşamanın ilk elementi. Tıpkı, yaşam için 4 ana elementin gereği gibi. Ve Türkiye’nin tapusu. Türk ulusunun ilk bayramı. Üstelik Barış Bayramı. Yurtta Barış Dünyada Barış diyen Kemal Paşa’nın, sözüne kanıt. Bu tarihe dek ulusal bayram yoktu. Kutlanan günlerden 11’i, Mevlit’ten Aşure’ye dinsel. 2’si de, 15 yıl önceye ilişkindi. İkinci Meşrutiyet’in İlanı, Meclisi Mebusan’ın Açılması... Hüseyin Cahit, 15 Ağustos 1923’te başkaları adına soruyor: ‘‘Bütün bunlar güzel. Şaşılacak şeyler yaptınız. Tarihinizin en parlak başarısından birini kazanarak bağımsız devlet oldunuz. Bundan sonra? Devletinizi yaşatma yeteneğiniz var mı? Türklerin sonsuza dek, çok iyi asker olduğu kuşkusuz. Gösterdiğiniz askeri harikaları, siyasi ve idari harikaların izlemesi gerek. Buna Sonuç: Yine kocaman bir hiç. İki kör, aynı tastan sulu köfte yiyor. Biri ötekine çıkışır: Neden kaşığına iki köfte alıyorsun? Öteki sorar: Sen de körsün, nerden biliyorsun? Beriki yanıtlar: Ben öyle yapıyorum da... İsmail Müştak, Alman aydının sözünü bize çeviriyor: ‘‘Askerin yarattığını, siz diplomat efendiler, yaşatabilecek misiniz? Kendinizde bu gücü ve inancı buluyor musunuz? Yüz binlerce Türk’ün kanıyla sulanan bu topraktan, yarınların ışıltı ve üretkenliği mi fışkıracak, yoksa zafer içinden, ölüm mü çıkacak?’’ Son kez, kendime soruyorum: Sahi Lozan ölür mü? Bilirim! O ölmez. Hani, asker Napolyon’a koşarak gelip: Komutanım, savaşı kaybettik, der. Napolyon sorar: Neden? Asker: 40 nedeni var! Komutan: Say, der. Asker: Biir, barut bitmişti.. Napolyon sözünü keser: Sonrasına gerek yok! Biz ulusça askeriz. Kimi konuları, başkalarından iyi biliriz. Hangisine kaç atımlık ‘‘barut hakkı’’ gerektiğini de.. Sağlıkta Teslimiyet; Adım Adım! Sağlık sektörünün kapitalist sisteme teslim edilmesinin ikinci büyük adımı, ‘‘reçetesiz satılabilen’’ ve OTC grubu (banko üstü) diye tanımlanan ilaçları market raflarında görmemizle sonuçlanacak olan yasayla atılmak isteniyor. Funda KURTULDU Boğaziçi Üni. Ekonomi Böl. Araştırma Görevlisi üm piyasaların kendi haline bırakıldığı en vahşi kapitalist sistemlerde bile, ‘‘Halkın Sağlığı’’ konusu devletin başlıca meselesi olmalı, devlet sağlık sektöründen elini eteğini çekmemelidir. Fakat ne yazık ki, Türkiye’de yasalarla sağlık sektörü kademeli olarak piyasa ekonomisine bırakılmaya çalışılıyor. Sağlık sektörünün piyasaya bırakılmasının son dönemlerdeki ilk adımı, ‘‘ilaçta reklam’’ yasasının 1.12.2003 tarihinde yürürlüğe girmesiyle atıldı. Bu ilk adım, reklamlarının yapılmasına izin verilecek olan ilaçların isimlerinin açıklanmasının ardından 1.08.2006 tarihinde gerçek anlamda hayata geçecek. Özellikle, göreli olarak ‘‘güçlü’’ ilaç firmaları, bu ‘‘reçetesiz de satılabilen’’ ilaçları için gazetelere, televizyonlara reklam verebilecek ve böylelikle ürünlerini marka haline getirebilecekler. Ve bu ilaçlar, reklamları yapılmaya başlandığı andan itibaren Emekli Sandığı, BağKur, SSK gibi devlet kurumları tarafından ödenmeyecek! Yani vatandaş artık bu ilaçları kendi ceplerindeki parayla almak zorunda kalacak. İşin daha da kötüsü, söz konusu ilaçların ucuz eşdeğerleri de reklamları yapılmasa dahi devlet tarafından ödenmeyecek! Bu durumun kime, ne faydası olur: Bu değişiklikten yarar sağlayacak olan başlıca ekonomik ajan; devletin ‘‘ucuz eşdeğer uygulaması’’ndan sonra ilacını Emekli Sandığı, BağKur, SSK mensuplarına satamaz hale gelmiş ya da ilacını ucuz eşdeğeri ile yarıştırabilmek için mecburen fiyatını düşürmüş olan patent sahibi yabancı ilaç firmasıdır. Ucuz eşdeğer uygulamasının öncesinde devlet, doktorların kurum reçetelerine yazmayı uygun gördüğü (!) her türlü ilacı ödüyordu, böylece yabancı ilaç firmaları ilaçlarını devlete, piyasanın tüm koşullarını göz önünde bulundurarak yaptıkları kâr maksimizasyonu sonucunda belirledikleri fiyattan satabiliyorlardı. Fakat devlet başlattığı uygulama ile reçetede yazılan ilacın en ucuz eşdeğerinin fiyatını ödemeye başladı. En ucuz eşdeğer ile orijinal ilaç arasındaki yüksek fiyat farkı, vatandaşın tercihini ‘‘ucuz eşdeğeri’’ tüketmekten yana kullanmaya başlamasına sebep oldu. Bunun sonucunda yabancı firmalar kendilerini ‘‘kısa vade’’de korumak için fiyatlarını aşağı çekmek zorunda kaldılar. Fakat bu, serbest piyasa eko T nomisinde ‘‘kâr maksimizasyonu’’ amacını güden ‘‘ticari’’ ilaç firmaları açısından pek de hoşa giden bir çözüm değildi. Rasyonel birer ekonomik ajan olarak firmalar ‘‘uzun vade’’de daha doğru(!) çözümler üretmeliydi. Ve ‘‘ilaçta reklam’’ yasası imdada yetişti. Bu yasa gereğinin uygulanmaya başlanmasıyla yabancı firmalar ilaçlarını ‘‘marka’’ haline getirebilecek ve böylelikle eskisi gibi uygun gördükleri en akılcı (!) fiyattan satabilecekler. Tabii ki bu pahalı ilaçları almaya gücü yetmeyecek olan vatandaş yine daha ucuz olan eşdeğerlerini (bu kez kendi cebinden ödeyerek) tüketecek. Fakat yine de yabancı, firma ünlendirdiği ürününü ‘‘markaysa ve pahalıysa iyidir’’ zihniyetindeki hedef kitleye satarak yeterli büyüklükte bir kâr elde edebilecek. Unutulmamalıdır ki, ilaç bir lüks tüketim maddesi olmadığı için ilaca olan talep elastik değildir. Daha anlaşılır bir deyişle, hastanın sağlığına kavuşması için ‘‘gerekli’’ olan ilacın fiyatını arttırdığınız zaman o ilaca olan talep çok fazla azalmayacaktır. Yani hem ucuz eşdeğer ilaçlar (artık devlet tarafından ödenmese de), hem marka ilaçlar (gereğinden pahalı olsa da) piyasada alıcı bulacaklardır. Bu nedenle bu uygulama sağlık sektöründeki pastayı küçültmeyeceğinden kâr amacı güden firmaları olumsuz etkilemeyecektir. Bu durumda en büyük yarayı halk alacaktır. Sağlık sektörünün kapitalist sisteme teslim edilmesinin ikinci büyük adımı, ‘‘reçetesiz satılabilen’’ ve OTC grubu (banko üstü) diye tanımlanan ilaçları market raflarında görmemizle sonuçlanacak olan yasayla atılmak isteniyor. Söz konusu yasa yürürlüğe girerse vatandaşlar yukarda da belirttiğim, reklamı yapılan ve kurumlar tarafından ödenmeyen ilaçlarını artık marketlerden satın alabilecekler. Bu durum eczacıya danışmadan, bilinçsiz ilaç tüketimine yol açabilecektir. Bununla beraber 24.5.2006 tarihinde TBMM’ye verilen ‘‘Eczacılık mesleği mensupları dışında olup da eczane açmak isteyen diğer gerçek ve tüzel kişiler de, en az bir sorumlu eczacı istihdam ettiklerini belgelemek suretiyle eczane açabilmelidir.’’ şeklindeki kanun teklifi de süpermarketlerin kendilerine karşı direnemeyen ‘‘kahraman bakkal’’ları bitirdiği gibi kahraman semt eczanelerini bitirecektir! CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle