18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 8 ŞUBAT 2006 ÇARŞAMBA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Toplumsal Evrimimizdeki Boşluklar Prof. Dr. Abidin KUMBASAR PENCERE Karikatür Krizi... Bizim gazete dünkü haberinde ‘‘İslam dünyasını ayağa kaldıran Hz. Muhammet karikatürlerinin Danimarkalı çizerleri’’ demiş... ‘‘Karikatürist’’ değil, ‘‘çizer...’’ Yusuf Ziya Ortaç, Akbaba dergisinde kapak karikatürlerinin konusunu kendi bulur, Necmi Rıza’ya çizdirirdi, kimi zaman çizileri de beğenmez: Ah İlhan, derdi, Allah bana çizgi yeteneği vermemiş!.. Elimden gelse neler yaratırdım... Gazetelerin yazdığına göre Danimarkalı çizerler Hz. Muhammet’in karikatürlerini çizmeye gönüllü değillermiş, içlerinden biri diyor ki: Zoraki çizdim, verilen konuyu çizmesem İslam fanatiklerinden çekinen ve özgürlüğü savunmaktan kaçan bir korkak sayılacaktım... Cumhuriyet’in ‘karikatürist’ yerine ‘çizer’ deyimini kullanması bu bakımdan yerli yerine oturuyor. ? Gürültü, patırtı, kıyamet, öfke, çılgınlık İslam dünyasını sardı; kimileri sağduyuya çağrı çıkarıyor; ama, kim kulak verir, kim dinler?.. Ali Sirmen dünkü yazısında ne diyordu: ‘‘Hazreti İsa’nın, Batı basınında, film, karikatür, piyes ve müzikallerde, hiçbir gerçek Müslümanın bile tüyleri ürpermeden izleyemeyeceği biçimde eleştirildiği veya mizah konusu yapıldığını yadsıyamayız.’’ Aydınlanma Devrimi’nin tarihsel sürecinde yaşayıp belirli bir aşamaya ulaşmış Batı, Sirmen’in dediği gibi belli bir düzeye ulaşmıştır. Peki, bu nasıl oldu?.. ? Karikatürün tarihçesi ‘Aydınlanma’yla başlar... Kilise Batı’da devlete egemenken kimin haddine düşmüş karikatür çizip kralı mıralı, iktidarı miktidarı yermek?.. İsa’yı misayı karikatürize etmek?.. Batı’da karikatür sanatı uç verirken İslamda resim bile yasaktı... Avrupa’da karikatür Fransız devrimiyle tohumlanıp mayalandı, basında yerli yerine oturdu; Osmanlı’ya girişi ancak yüzyılı aşkın bir süre sonradır. ? Bizde hiçbir karikatürcümüz Hazreti Muhammet’in karikatürünü çizmeyi düşünmemiştir; ressamlarımız arasında da peygamberi resmetmeyi aklına getiren olmamıştır; töre ve inançlara saygı bu kendiliğinden sonucu yarattı. Oysa (daha önce bu köşede çok yazdığım gibi) İslam dünyasında mizah, Aydınlanma’dan önceki Hıristiyanlık coğrafyasında geçerli mizahtan kat kat daha özgürdür, Bektaşi Babası’nın eşi menendi Avrupa’da yok!.. ? Gazetelerde başlıklar: ‘‘Karikatür krizi tırmanıyor.’’ Doğru dürüst yazıp çizmek Müslümanın aklını başına getiremedi; ‘‘karikatür krizi’’ getirebilir mi?.. Bilincini açabilir mi?.. Pek umudum yok... Eskiden insanlıkta ‘‘Keşifler dönemi’’ yaşandı.. Sonra ‘‘Sömürge Savaşları’’ başladı... Daha sonra ‘‘Dünya Savaşları’’ gündeme girdi.. Şimdi ‘‘Uygarlık Savaşı’’ndan söz açılıyor... Müslümanın böyle şeylere aklı ermez; öfkeden, tepkiden, kızgınlıktan öte bir şeyler bizim coğrafyada geçerli değildir. Balık Genli Domates SARMISAKLI ÇİFTLİĞİ’NİN satışını protesto için pazar günkü Lüleburgaz toplantısında konuşan Trakya Üniversitesi profesörlerinden Kemal Gençkan’ın anlattığına göre, ithal edilen ‘‘soğuğa dayanıklı domates’’ tohumlarına balık geni de katıldığı biliniyormuş. Soğuk denizlerde yaşayan bir balık türünün ‘‘antifriz’’ geni. Ama, o domatesleri yiyenlerin ne olacakları henüz bilinmiyor; çünkü, bioteknoloji uzmanları bu çeşit ‘‘türler arası gen nakli’’ni son derece tehlikeli buluyorlar. Sonuç, ‘‘hilkat garibeleri’’nin doğumuna kadar gidebilirmiş. Bir bakıyorsunuz, yaz günü deniz kıyısında yediğiniz domates ‘‘gendaş’’larıyla buluşmak üzere tabağınızdan fırlayıp suya atlamış! Ya da yüzgeçli bir çocuğunuz olmuş! Gen değişikliğine uğratılarak iyice sınanmaksızın bu ülkeye sokuşturulan bitki tohumlarının nelere yol açacağını kimse tam kestiremiyor. oğrusunu isterseniz, şimdiye kadar yaşanmış birkaç olaydan sonra, bu çeşit dışalımlara son verip kendi uzmanlarınıza güvenmekten başka çare yoktur. Ziraat Mühendisleri Odası ve tarım uzmanları geçmişte ülkeye sokulan bir tohum çeşidinin nasıl ‘‘paslı mısır’’ hastalığına yol açtığını ve bu yüzden bütün bir mısır rekoltesinin nasıl mahvolduğunu anlata anlata bitiremiyorlar. İşin daha kötü yanı, bu yolla bulaşan tarım hastalıklarıyla mücadele ilaçlarını imal edenlerin de çoğu zaman, tohumlarda gen değişikliğini yapan aynı yabancı firmalar ya da aynı holdinglere bağlı kuruluşlar olması. Yani, bizim gibi ülkeleri önce deneme tahtası sayıp hastalığa yol açan tohum satışıyla para kazanıyorlar, sonra da o hastalık için ilaç satarak. öyle olunca Trakya’nın tam ortasında, Kırklareli’nin Lüleburgaz ilçesinde damızlık hayvan ve sağlıklı tohum üretmek için yıllar önce kurulmuş olan Sarmısaklı Devlet Çiftliği’ni kapatıp yüzlerce dönümlük arazisini satışa çıkarmak cinayet değildir de nedir? O Trakya ki ülkedeki ayçiçeği tohumunun üçte ikisini üretmekte, Alpullu Şeker Fabrikası’na pancar yetiştirmektedir. Şimdi, özelleştirme salaklığının sanayi cinayetlerinden, tarımda Et ve Balık, Süt Endüstrisi, Zirai Donatım, Yem Sanayii gibi kurumların ve Tekel’deki içki kanadının satışından sonra tarım işletmesi müdürlüklerine bağlı ‘‘örnek’’ çiftliklere ve Toprak Mahsulleri Ofisi’ne sıra gelmiştir. Böylece, Türk tarımcılığının köküne son kibrit suyunu da dökerek. Sadece kendi ürünleriyle beslenen birkaç toplumdan biri olmakla övünegelmiş bir halkı yabancıların tarım politikalarına, tohum denemelerine, ilaç soygunlarına teslim edenler, yerli pancar üretimini sınırlayıp başkalarının kamış ve nişasta şekerine tüketim alanı açanlar, kısacası Cumhuriyetin tarım devrimini öldürmek için dıştakilerin cinayet planlarına ortaklık edenler, elbet bir gün bütün bunların hesabını Yüce Divan önünde vereceklerdir. B B D atı toplumları, evrimlerinin sürecinde, köleci düzen, feodalite ve burjuvaziyi yaşayarak kapitalist aşamaya ulaşmışlardır. Tarım devrimiyle yerleşik düzene geçilmesinin sağladığı üretim artışı, yeni insan gücü gereksinimine yol açmış ve bu gereksinim savaşlarda kaybedenlerin hayatı bağışlanarak köle olarak çalıştırılmalarıyla karşılanmıştır. Köleci aşama Doğu ve Batı toplumlarında benzer nitelikler göstererek yaşanmıştır. Daha sonraki dönemlerde, Batı’da bireylerin toprağa sahip olmasıyla bireysel zenginlikler oluşurken Doğu toplumlarında, özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nda, bütün mülk padişahın olmuş, bireysel mülkiyete dayanan zenginliklerin gelişmesi bu nedenle aksamıştır. Üretimdeki artış, Batı toplumlarında, fazlü ürünleri başka yörelere ulaştırarak satışından kazanç elde eden tüccarlar sınıfının oluşmasına yol açmıştır. Batı’da, ürünlerin kâr amacıyla değişimini sağlayan bu ticaret erbabı, çoğunlukla kentlerde oturdukları için, ‘‘bourg’’da, yani kentte yaşayan anlamına gelen ‘‘bourgeois’’ (burjuvalar) olarak tanımlanmışlardır. Zenginleşen Batılı toplumlarda, senyörvasal ilişkilerinin de daha keskin sınırlarla belirlenmesi, Grekçe soylu anlamına gelen ‘‘aristos’’ sözcüğünden türetilen aristokratlar (soylular) denilen toplum kesiminin de sosyal yapıda yer almasına neden olmuştur. Ticaret yanında, gelişen endüstrinin de sağladığı olanaklarla zenginlikleri ve toplumsal etkinlikleri hızla artan burjuvalar giderek, kilisenin halk kitleleri üzerindeki bağnaz gücünü de kırarak o dönemin ilerici atılımlarına öncü olmuşlardır. Gene o döneme kadar kilisenin baskısı altında olan sanat ve bilim konularında da özgürlükçülerden yana ağırlık koyan burjuva sınıfı, tüm Batı toplumlarında yaşantının her alanındaki değişimlerin itici gücü haline gelmişlerdir. Bu köklü değişimlerin etkisiyle gelişen ‘‘1789 Fransız Büyük Devrimi’’ bu nedenlerle, çoğu tarihçilerce aynı zamanda ‘‘Burjuva Devrimi’’ olarak da adlandırılmaktadır. Laik devlet ilkesinin benimsenerek güçlendiği devrim sonrasında kilisenin siyasal ve sosyal etkinlik gücü kaybolurken burjuva sınıfının yaşantı, yönetim ve ekonomideki ağırlığı öne çıkmıştır. Sosyoekonomik değişimin sonucu, zenginliklerini giderek kaybeden aristokrat kesimin yaşam türünü, parasal güçleriyle sağlarken soyluların davranışlarını da benimseyen burjuva sınıfı, kişisel ilişkilerde olduğu gibi, toplum yaşantısında da müzik, resim ve diğer sanat kollarında etkin konuma geçmişler, daha alt düzeydeki toplum bireylerinin özenerek benzemeye çalıştıkları bir yaşantı sürdürmeye başlamışlardır. Burjuva yaşantısı olarak nitelenen ve giderek uygar dünyanın simgesi olan toplumsal ilişkiler türü, özünde emekçi kesime ve sömürdüğü insanlara acımasızca davransa da, dışa yansıttıkları görüntüsel kibarlık, incelik ve toplum içinde birbirlerine karşı davranışları özenilen bir yaşam biçimi olmuştur. Osmanlı toplumunda ise ‘‘Fatih Kanunnamesi’’, ulemanın da onayıyla, padişaha rakip olabilecek yakınlarının ‘‘katline cevaz’’ verdiğinden, toplumda soyluların (aristokratlar) oluşması engellenmiş, en üst düzey yöneticilerin bile ancak varlıklı köylü yaşantısı sürdürebilmeleri mümkün olmuştur. Ayrıca, Osmanlı toplumunun çoğunluğunun inancı, birçok sanat dalını günah saydığı, bilime karşı bağnazca direndiği için bilim ve sanat saray çevrelerinde dışlanmış, gelişememiştir. Evrimde boşluk Osmanlı’da soylular kesiminin oluşamamasının yanında, tüm mülkün padişaha ait olması ve göz alıcı zenginliğe ulaşan sadrazamların bile boynunun vurdurularak mallarına el konulabilmesi, toplumu etkileyebilecek güçte bir burjuva sınıfının oluşmasını engellemiştir. Soylular ve burjuva sınıfının oluşamaması toplumumuzun evriminde önemli bir boşluk oluşturmuş, köylü yaşantısını aşamamamıza ve günümüzde de diriltmeye çalışılan bağnaz ulemanın egemenliğinin kırılamamasına neden olmuştur. Böylece ülke nüfusunun çoğunluğu, o zamanki yöneticilerin deyimiyle, Arapça sürü anlamına gelen, ‘‘reaya’’ niteliğini yüzyıllarca sürdürmüştür. Bugün hâlâ toplumumuzun büyük çoğunluğunun duygu, düşünce ve davranışlarının künt, incelikten yoksun bir nitelikte olması toplumsal evrimimizde Batı toplumları ile aynı aşamalardan geçmememizdendir. Bu nedenle siyasetçilerimiz sokak ağzı ile ko nuşmakta, ekonomiyi işporta yöntemleriyle yönetmekte, anlamadıkları sanat yapıtlarına tükürmekte, resimlerde ve yontularda sanat sezinlemek yerine, müstehcenliği öncelikle arayarak bulmakta, kadın saçının telinden erkeklerin uyarılacağı saplantısını yenememektedirler. Toplumsal evriminde boşluk olan halk kesiminin çoğunluğu da, bilinciyle içgüdülerini ve ilkel dürtülerini bastıramamakta, kaba güç kullanmak, silah taşımakla kendini kanıtlamaya çalışmakta, duygularını ve ne kadar üstün olduklarını ancak havaya ateş ederek ya da çevreye saldırarak gösterebilecekleri inancını taşımaktadırlar. Bu yüzden spor alanları dövüş arenasına dönüşmekte, trafik kurallarını kimse umursamamakta, taşıt araçlarının üzerine yazılan duaların kazalardan koruyacağına inanılmaktadır. Gene aynı nedenlerle kadınlarımız erkeklerle eşit bireyler olmak yerine ikinci sınıf vatandaş olmayı kabullenmektedirler. Mustafa Kemal Atatürk’ün Halkevleri ve Köy Enstitüleri aracıyla toplumsal evrimimizdeki boşluğu kitlesel çağdaş eğitimle aşma çabasının 1946 seçimlerinden sonra çıkarcıtutucuların işbirliğiyle engellenmesi ve karşıdevrimcilerin yönetimi ele geçirmeleri bugünkü durumumuzun bir başka nedenidir. Avrupa Birliği ülkelerinin bizi aralarına alma konusunda duydukları kuşku da, toplumsal evrimimizdeki boşluk nedeniyle, hâlâ köylü yaşantısı içinde olmamız ve art niyetli köylü kurnazlığı gütmekten kurtulamadığımız izlenimini vermemizdendir. Yaşantımızdaki ilkelliklerden kurtulmadan, göstermelik yasalarla uygar olunamayacağını Avrupa Birliği üyeleri çok iyi bilmekte, beden diliyle gösterilen sırnaşıklığın tedirginliğini duymaktalar. Ucu açık ve süresi belli olmayan görüşmeler döneminde toplumumuzda çağdaş yaşantıyı gerçekleştirebilir, aydınlığa yönelik eğitimi sağlar ve sosyal evrimimizdeki boşlukların etkilerini silebilirsek Avrupa Birliği’ne de, her türlü uygar topluluğa da, köylü kurnazlığı ve sırnaşıklığına gerek kalmadan girebileceğimize inanıyorum. Türk Tıbbına Neler Oluyor? Dr. Osman GÜNEY arçayı bütünden ayrı irdelemek tabii ki olası değildir. Yani Türkiye’nin bütünü neyse, hiç kuşkusuz, sağlığı, tıbbı, maarifi, mühendisliği vs’si de odur... O halde, Atatürk’ün (Kurtuluş Savaşı) ve İsmet Paşa’nın (II. Dünya Savaşı) sonrası Türkiyesi’nde; yani yaklaşık 1950’den bu tarafa geçen 55 yılda bu ülke nereden nereye gelmiştir, bunu kem küm etmeden her alanda içtenlikle söylemek gerekir... Ki, bu zaman içinde, Almanya, Japonya, İtalya gibi mağluplar silkinip ayağa kalkmış; İspanya’dan Yunanistan’a kadar birçok ezilmişlerin bugünkü duruşu da ortadadır... Peki Atatürk’ün bize miras bıraktığı, alnı açık, başı dik Türkiyemiz nerededir? Gelişmişlik düzeyinin en alt sıralarında, boynu bükük, başı eğik, emir kulu bir ülke konumundadır. Peki bunun nedeni ve sorumluları kimdir?.. Ata’nın ‘‘efendim’’ dediği çalışkan Türk köylüsü müdür, esnafıustası mıdır, yoksa öğretmeni, memuru mudur, kimdir?.. Ya da bu ülke, suyu, denizi, madeni, toprağı, ne bileyim Allah’ın bahşettiği binbir nimetten yoksun Sahra Çölü’nde kavrulan bir konumda mıdır?.. Hayır, bin kere hayır... Bu ülkede çok şükür her şey vardır ama bir tek şeye hasrettir... O da yeteri kadar, erdemli, donanımlı, karakterli siyaset ve yönetici yetiştirememektedir... İşte tıbbın ve ülke sağlığının bugün geldiği yeri, bu konum içinde irdelemek gerekir. Yani ülke sağlığını yarım asırdır yöneten ve yön P lendirenlerin yetersizliği ve eyyamcılığında... Bir kere, 1950’den beri kurulan tüm hükümetlerin en zayıf ve ‘‘evet efendimci’’ bakanları, ne hikmetse genellikle sağlık bakanları olmuştur... Bize tıbbiyede ilk öğretilen şey ‘‘deontoloji, insan ve meslektaş sevgi ve saygısı’’ olduğu halde, bunlarda bunun zerresi olmamıştır (ya da olmayanlar, özellikle bakan seçilmiştir), üstelik o körolası koltukta biraz daha oturabilmek için, en ufak bir başarısızlıkta, ilk suçladıkları, daima kendi meslektaşları olmuştur... Siz bugüne kadar hiç duydunuz mu ki, derde derman için de olsa, tek bir Sağlık Bakanı çıkıp da ‘‘Genel bütçeden ayrılan bu kadar para ile bu iş yürümez, benim çilekeş doktorlarıma ve hemşirelerime yüklenip durmayın, halkın sağlığı ile oynamayın; yoksa istifa ederim...’’ demiş, diyebilmiş olsun?.. İşte Türk tıbbının bugün içi ne düşürüldüğü karmaşanın temelinde bu eğri büğrü yöneticiler yatar; bunlar, hiçbir doğruyu, hiçbir zaman çıkıp da dosdoğru söylemek erdemini gösterememişlerdir... Bir Silifke türküsünde dendiği gibi, ‘‘Aslı yok yaylasında sürülerim var benim, herkes kesesinden yiyip içsin ziyafetim var benim’’... Olmayan paralarla güya geniş halk kitlelerine sağlık hizmeti verilmiştir... Gelinen noktayı bugün görüyorsunuz işte, BağKur’un borçları silinebiliyor(!); SSK reçete bedelleri ödenmiyor, ‘‘yeşil kart’’ diye çıkarılan ‘‘Yağma Hasan’ın böreği’’nden, yoksuldan gayri tüm altın dişliler yararlanıyor... CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle