18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 5 ŞUBAT 2006 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Camiler ve Namaz İslamın Tanrı tanımı, bir yaratanın varlığını kabul eden bilim adamlarının yaratan tanımı ile uyuşmaktadır. İslam, eğer asıl değerleri, amacı ve ‘‘Ben ahlakı tamamlamak için gönderildim’’ diyen peygamberi anlaşılacak olursa çağın ve çağların dini olacaktır. PENCERE İlk Müslümanlar namazı kadın erkek karışık kılmışlardır. Fakir, vücutlarına saracak bez parçasını güçlükle bulan bu insanların secde halindeki durumları istenmeye istenmeye kadınların arka saflarda namaz kılmaları sonucunu doğurmuştur. İslamın tüm ibadet şekilleri gibi namaz da çağa ayak uydurmak için değişmek zorundadır. Aslında, günümüz yaşam koşullarının etkisiyle bir bakıma herkes kendi yorumunu yaparak değiştirmektedir de. İslam topluluklarında namaz kılanların oranına bakarsanız herkesin kedine göre kılmamak veya ara sıra kılmak tercihini yaptığını görürsünüz. Hıristiyanlığın ilk devirlerinde ibadet şekilleri ve yerleri bugün uygulandığı gibi değildi. Kiliselerde, sıralarda müzik de yoktu. Rahipler insanları cehennemle korkutan, kiliseler insanların cehennemle korkutulduğu mekânlardı. Hıristiyanlıkta, bugünkü ibadet şekillerini çağa uyum belirlemiştir. İslam da var olabilmek için şeriat kurallarını değiştirmek, çağa uydurmak zorundadır. Bunu yapmaya çalışanlar tenkit edilmemeli, bilakis bu ortamda cesaretleri takdir edilmelidir. Medyada, kadın erkek birlikte namaz kılmayı İslamı Hıristiyanlaştırmak gibi görenler İslamı anlamayanlar, putlaştırdıkları şeriat kurallarına tapanlardır. İslamda baş örtüsünün zorunlu olduğu konusu ise tartışmaya açıktır (4). Çin’deki Hıristiyan sayısı 300 milyona (nüfusun üçte biri) ulaşmış, bu ülkede sadece geçen yıl 2 milyon kişi Hıristiyanlığı seçmiştir. Çinlilerin yurttaşları Uygur Müslümanlarının dinini seçmeyip de Tanrı’nın bir oğlu olduğunu iddia eden bir dini tercih etmelerinin nedeni üzerinde düşünmek gerekir. İslamın Tanrı tanımı, bir yaratanın varlığını kabul eden bilim adamlarının yaratan tanımı ile uyuşmaktadır. İslam, eğer asıl değerleri, amacı ve ‘‘Ben ahlakı tamamlamak için gönderildim’’ diyen peygamberi anlaşılacak olursa çağın ve çağların dini olacaktır. Fakat bunun olabilmesi, şeriat (ibadet) kurallarının, amacı bulunulan çağın koşullarında en iyi gerçekleştirecek şekilde değişebilme yeteneğine bağlıdır. Hz. Ömer’in davranışı (2), Kuran’da içki ile ilgili emrin Kuran’ın tebliğ edildiği zaman diliminde bile değiştiği göz önüne alınarak, bu değişim denemelerini yapanlar, dini Hıristiyanlaştırma gibi akıl almaz suçlamalara maruz bırakılmamalıdır. İslam, kadın erkekle yan yana ibadet etti diye Hıristiyanlaşacak kadar basit bir inanış değildir. Müslümanlar için tehlikeli olanlar bunu yapan kişiler değil, bu basit kuralları İslam diye gösterip onun ahlak ve sevgi temelini göz ardı edenlerdir. (1) Prof. Dr. Mehmed Hatipoğlu, İslamiyet Ekim 1998. (2)Teberi Tefsiri 10. Cilt, 162163). (3) Süleyman Uludağ, İslam Açısından Musiki ve Sema, Uludağ yayınları, Bursa, 1979. (4) Din, Şeriat ve Örtünme, Nihat G. Kınıkoğlu, Cumhuriyet 25 Şubat 2005. Zavallı Müslümanım!.. Karikatür, hem mizah hem resim sanatı kapsamındadır... Peki, evrende sanatın kapsamına girmeyecek hangi konu var?.. Tanrı?.. Peygamber?.. İnsan?.. Doğa?.. Sanat insan yetisinin erişebildiği her şeyi tümden kucaklar!.. ? Ancak sanattan nasipsiz, saldırgan ve bayağı, mizahtan yoksun çizgileri karikatür diye hoşgörmek de sığlıktır... Bir Danimarka gazetesinde Hazreti Muhammet’i terörist kılığında gösteren karikatürler yayımlandı... Amanın ne parlak buluş, ne güzel espri, ne keskin nükte diyebilir misiniz?.. Sığ ve dangalakça bir buluş!.. Ne çizmeye değer.. Ne de yayımlamaya... ? Ancak ahmakça birkaç karikatür yüzünden ortalık birbirine girdi.. devlet başkanları, başbakanlar, gazeteler, Avrupa, Amerika, İslam ülkeleri, derken iş büyüdükçe büyüyor... Ve soruluyor: İslamHıristiyan arasında uygarlıklar çatışması mı?.. Yok canım... Savaşın nedeni başka!.. Yoksullarla zenginlerin çatışmasından türeyen gerçek neden, bugünkü dünya düzeninde, sürekli örtülüp geriye itildiği için karikatürler öne çıkarılıyor ve çıkıyor... ? Müslüman âleminde resim ve de karikatür uzun süre yasaklandığından yanlış sanılar ve sanrılar yaygındır; Avrupalılar şimdi İslamda bağnazlığın, hoşgörüsüzlüğün geçerli olduğunu ileri sürüyorlar... Ve yanılıyorlar.. Bu alanda geçerli nice örnek arasından Kaygusuz Abdal’ın aşağıdaki dizelerine bir göz atalım: ‘‘Âdemi balçıktan yuğurdun yaptın Yapıp da neylersin bundan sana ne Halkettin insanı cihana saldın Salıp da neylersin bundan sana ne Bakkal mısın teraziyi neylersin İşin gücün yoktur gönül eğlersin Kulun günahını tartıp neylersin Geçiver suçundan bundan sana ne’’ Yunus Emre’nin aşağıdaki dizeleri de geniş bir hoşgörü ortamında benimsenmiş, yüzlerce yıl yinelenmiştir: ‘‘Sırat kıldan incedir Kılıçtan keskincedir Varıp anın üstüne Evler yapasım gelir Altında gayya vardır İçi nâr ile pürdür Varıp ol gölgelikte Biraz yatasım gelir’’ Mizah eleştirisi İslamda Tanrı’yı da kapsayan bir engin hoşgörüyü içeriyor. Hıristiyanlıkta bunu göremezsiniz. ? Ne var ki Müslümanın günümüzdeki hali ibretlik!.. İstavrozla hemhal emperyalizmin kimi zaman kapalı kimi zaman açık işgali altındaki vatanında çoğu Müslümanın kılı kıpırdamıyor, tepkisi oluşmuyor, öfkesi kabarmıyor da, Hazret, ta Danimarka’daki bir gazetede çıkan üç beş karikatüre topyekun celâlleniyor... Vah benim zavallı Müslümanım!.. Bir Resme Bakarken! Zaman geçip gitmez. Bir yanılgıdır bu... Kalır yerli yerinde bazı anlar! Donup kalır... Gün gün katılaşır... Yıllar akar su gibi. Etkilemez, eskitemez, unutturamaz... Bir resim işte, demeyin! Bir resim, çıkar gelir gerilerden, geride sandığınız bir zaman diliminden... Karşınızdadır, bir film değil, bir fotoğraf değildir o. Yaşamın ta kendisidir. Yüzüstü yere kapaklanmış, bir eli başının altında. Öteki elinde sımsıkı tuttuğu küçük çantası... Odama gelmişti, iki üç gün önce miydi... Gazetedeki masamın karşısındaydı, elinde o kahverengi el çantası... Ankara’da tarih kurultayında hepimize vermişlerdi. İçine zorlukla bir iki kitap, birazcık kâğıt, kalem sıkıştırılan bir çanta.. Dopdoluydu onunki, tıka basa dolu. Kim bilir neler vardı; ders notları, yazılar... Ne oldu o çanta diye sormuşumdur! Kim aldı onu elinden? Yakınlarına mı verdiler, içindekiler neydi? Ne olabilirdi, bir bilim adamı bir sabah vakti ders vermeye giderken el çantasında ne taşıyabilirdi? Koşup gitmiştim. Duyar duymaz gitmiştik... Yıllarca yaşadığım bir semtin, bir yokuşun başında, otobüs durağına beş adım ötede!.. Yerde uzanmıştı. Bir eli çantada, bir eli başının altında... Bir hoca, bir profesör, bir toplumbilimci, bir gerçek aydın, bir halk çocuğu, bir dost, bir insan... Çok mu merak ettiniz? Anımsayanınız yok mu? Bu kadar unutkan mısınız? Unutkan mıyız, hepimiz? Unutulur şey midir, bir ekim sabahı derse yetişmek için otobüse koşan bir bilim adamının birden açılan yaylım ateşiyle oracıkta yere serilmesi, elindeki çantayı sımsıkı göğsünde tutarak... O sabah resimler çekilmişti. Bir tanesini büyütmüşüm. Karşımda durdu yıllarca... Üstüne alelacele beyaz bir örtü serilmiş, ama beyaz saçlı başı yere kapanmış, gözlüklü bir yazar, bir aydın... Kime ne yapmış? Kime bir zarar vermiş? Hangi düşmanlığı kazanmış? Kimin önünü kesmiş? Neden, niçin, niye? Kaç yıl mı geçti? Hesaplayamıyorum bile... 12 Eylül öncesindeydik. Birbirini izliyordu öldürmeler. Adları saya saya bıkkınlık mı verdik sizlere? Yazmak, söylemek, ağlamak, üzülmek yinelenince sıkıntı veriyor... En iyisi görmemek, duymamak, bilmemek, öğrenmemek, duymazdan gelmek... Gününü yaşamak, yemek içmek, uyumak, düşlerde bile kendini aldatmak, aramamak, sormamak, ne oldu, niye oldu diye. Bir derdi olmamak!.. Kimlerin? Sorumluların en başta? Cinayetleri araştıranların, araştırmak, gizleri çözümlemekle görevli olanların... O resmi yok edebilirim elbet! Yırtıp atabilirim. Levent yokuşundaki cinayeti unutabilirim! O dostu, o sevgili arkadaşımı düşlerimde yaşıyor, çalışıyor, yaratıyor görebilirim! Sanal bir boşlukta bir yaşantı bulmak isteyebilirim, bir bir yitip giden, hiçbirinin suçlusu, sorumlusu, katili bulunmayan dostların hâlâ yaşadıklarını hayal edebilirim... Bu pazar sabahı sizleri üzdüm mü? Ne yapayım, karşımda o fotoğraf var! Sevgili dostum Prof. Dr. Cavit Orhan Tütengil hâlâ yatıyor Levent yokuşunda kanlar içinde!.. O gün bu gün Türkiye’de iyiye doğru gelişen bir şey var mı? Yanıt sizin! Prof. Dr. Nihat G. KINIKOĞLU in ve Şeriat: Arkeolojik ve antropolojik bulgular, tapınaklar, mezarlar ve törenle gömülen ölüler bize insanların ilk çağlardan beri kaderleri üzerinde etkili olan güç veya güçlerin varlığına inandıklarını göstermektedir. İnançların, tapınakların, ibadetlerin (ritüellerin) ve tapınakları yöneten, ibadet ve yaşam biçimini (şeriatını) belirleyen yol göstericilerin varlıklarının önemli bir nedeni, bunların sağladığı düzenin, toplumların güç koşullarda var olabilmelerine yardımcı olmasıdır. Kuran, ‘‘Hiçbir kavim yoktur ki ona bir yol gösterici göndermiş olmayalım’’ ayeti (Fatır 24) ile dünyanın her köşesinde sosyal düzeni kuranları Allah’ın yol göstericisi (peygamberi) olarak kabul etmiştir. ‘‘Her birinize bir şeriat, bir yol verdik’’ ayeti (Ma’ide 48) ile tüm bu kavimlerin, inanışlarını, yaşam yollarını, ibadetlerini, diğer bir deyişle, şeriat kurallarını onlar için geçerli kabul etmiştir. Her devirde ve coğrafyada dinlerin şeriat kurallarını belirleyen, bulunulan kavmin kültürü olduğu gibi, İslamın Kuran’da yer alan şeriat kurallarını belirleyen de İslamın tebliği devrindeki Arap halkının ve İslam peygamberinin kültürü olmuştur. Dinin esasları (inancın ahlak kuralları) ile şeriatı (bu ahlak düzeyine ulaşmayı sağlayacak ibadetler ve sosyal ilişki kuralları) birbirinden farklı şeylerdir. Bu İslam için de böyledir, kanıtı ‘‘Bugün dininizi tamamladım’’ ayetinden (Ma’ide 3) sonra hukuki ayetlerin (şeriatın) tebliğ olmaya devam etmesidir (1). Dinlerin şeriatları bulunulan çağa ve yere göre daima değişmiştir ve dinlerin varlıklarını sürdürebilmesi için değişmek zorundadır. Kuran’ın değişmeyen ilkeleri, Allah’ın varlığı ve tekliği ve tüm dinlerde müşterek evrensel ahlak ilkeleridir. Kuran’daki şeriata ait emirlerin zamanla değişebileceğinin güzel bir örneğini Hz. Ömer vermiştir. Kuran’da devlet hazinesinden her sene Müslüman olmayan fakat Müslümanlığa kazandırılacaklara bir pay ayrılması emri vardır (Tövbe 60). Hz. Ömer halife olduğunda kendisine pay için başvuranlara Kuran’ın emrine rağmen pay vermemiştir (2). Yunus’un ‘‘Yaratılanı severiz, Yaratan’dan ötürü’’ sözüyle, tek bir cümlede tanımladığı İslamın evrensel ahlak kuralları diyebileceğimiz din esaslarına, bulunulan devirde hangi araçlarla daha iyi ulaşabilirse Müslüman için o araçlar tercih edilen ibadet ve şeriat kurallarıdır. Şeriat ve ibadet kurallarını değişmez şe D killere bağlamak şeriata ve kurallara tapmaktır, şirktir. Camiler, imamlar ve namaz: İslam peygamberinin devrinde mescitler içinde zamanı geldiğinde toplu halde namaz kılınan, toplantıların yapıldığı, eğitimin verildiği halk evleriydi. Günümüzde namaz zamanları birkaç kişinin bir köşesini doldurduğu, ölülerin yolcu edildiği, çoğu gecekondu, mühürleri çirkin yapılı camilerin İslamın mescidi ile hiçbir benzerliği yoktur. Şu olay bunun en çarpıcı örneğidir: Hadisler peygamberin mescitte oyun (raks) oynayan Habeşileri ve Sudanlıları Hz. Ayşe ile birlikte seyrettiğini anlatmaktadır (3). Mescitte oyunu tenkit eden Hz. Ömer’e peygamberimiz ‘‘Bizim dinimiz müsamaha dinidir, bizim mescitlerimiz kiliseler ve havralar gibi üzüntü yeri değil, neşe yeridir’’ yanıtını vermiştir. Bu olay bile başlı başına İslamı nereden nereye getirdiğimizi göstermektedir. Peygamberin mescidi ile camiler ve cem evleri; ilk havra ve kiliseler ile günümüz havra ve kiliseleri incelenmeli, İslamın çağımızdaki ibadet yerleri ve işlevleri yeniden tanımlanmalıdır. Hıristiyanlık gibi ruhban sınıfı olmayan İslamda, namaz her yerde kılınabilir. Tanrısı ile inananları arasına başka kimseyi sokmayan İslamın bu özelliği maalesef diğer birçok özellikleri gibi anlaşılamamış, imam, molla, dede diye adlandırılan yeni tür ruhban sınıfı yaratılmıştır. Artık devlet bütçesinden eğitim kadar pay alan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın ve bilhassa imamların varlıklarının nedenleri de tartışılmalıdır. Bir zamanlar tanrıları ile ilişkiden sorumlu olarak görev yapan Hıristiyan rahipler çağın gereksinimlerine göre değişmiş, birer sosyal yaşam danışmanı olmuşlardır. Camiler var oldukça İslamın da imamları olacağına göre onlara günümüz yaşamında namaz kıldırmak, insanları cehennemle korkutmaktan başka görevler vererek varlıklarına sosyal ve ekonomik bir gerekçe yaratmamız zorunludur. İstanbul Erenköy’de, cuma namazında, 900 yaşındaki Hızır ile Tanrı arasında Azrail’in yaptığı daha uzun ömür pazarlığını anlatan, o gün birçok insanın ‘‘Bu ayak kokusunu bu palavralar için mi çekiyoruz?’’ demelerine neden olan imam gibi imamların da, ayak kokan ibadet yerlerinin de İslam içinde yeri olmamalıdır. İslamda, bütün ibadetler gibi namaz da insanın mutluluğunun bir aracıdır. Müslümanların Tanrı’ya ve yarattıklarına karşı sevgi ile dolup taştıklarını hissettikleri bir duygusal süreçtir. Aceleyle ödenen bir borç değildir. ‘Yeni Bir Dünya Kurulur’ Av. Ertuğrul KAZANCI ADD Genel Başkanı mperyalizmin 20. yüzyılda çıkardığı felaket dolu savaşlardan birisi de, kuşkusuz ‘‘Vietnam’’ çatışmasıdır. Güneydoğu Asya’yı sömüren Fransa, 1954 yılında ‘‘DienBienFu’’ bozgunuyla Saygon’da tutunamayınca yerini ‘‘ağabeyi’’ ABD’nin sömürgen koruyuculuğuna bırakmıştır. Aynı bölgedeki Filipinler’i uzun yıllar mandası altında tutan ABD, 1957’den itibaren Ortadoğu’dadır. Zamanla tüm Avrupa ülkelerinin de artık emperyalist veliahdı olmuştur. ABD’nin 1964’teki Başkanı Johnson, ‘‘faili meçhul’’ bir cinayete hedef olan Kennedy’nin kötü bir halefidir. Şimdiki meslektaşı Bush, Irak’ta ve çeşitli ülke topraklarında nasıl belalı işlere giriştiyse, aynısını o tarihlerde başta Vietnam olmak üzere uygulayandır. Osmanlı’dan İngiltere’ye geçen, sonra da Yunanistan’a devredilirken Türkiye’nin müdahalesiyle 1960’ta statü kazanan Kıbrıs’ta yeni rol, yine ABD’nindir. Kıbrıs’ı ilgilendiren anlaşmaların tamamını yırtıp atan Rum faşistleri, 1963 yılında Ada’da Türk soykırımı peşindedirler. Türkiye’deki İnönü hükümeti, uluslararası anlaşmalardan doğan hukuku, garantörlük maddelerini ve barışçı çözüm yollarını ifadeden yorulmuştur. Sonuç alamamıştır. 1964’te sırada askeri çıkış vardır. İnönü, konuya taraf ülkelere zorunlu harekâ E tı bildirir. Ama ortaya ne İngiltere ve ne de Yunanistan çıkar. ABD Başkanı Johnson sert bir üslupla İnönü’ye seslenir: ‘‘Bu harekât olamaz. Tarafımızdan ordunuza verilen silahlarla Kıbrıs’a müdahale yapamazsınız. Önleriz.’’ İsmet İnönü’nün mektuba yanıtı, seçkin bir devlet adamının dikkatli ve özenli üslubunu yansıtır. Ama kısa bir süre sonra söyledikleri ise gerçek kanısıdır. Yankılı ve ‘‘şamar’’ gibidir. ‘‘Yeni bir dünya kurulur, Türkiye orada yerini bulur!..’’ Bu yanıt, emperyalist dünyayı ve iç yardakçılarını öylesine telaşa düşürür ki, İnönü yurtdışındayken hükümet düşürülür. Yeniden kurar. 1965 Şubat’ına gelince İnönü hükümeti, bütçesinin reddiyle bu kez iktidardan tamamıyla alaşağı edilir. Yerine ABDAvrupa muhipleri bir daha yönetimi ele alırlar. Bir gerçek 8 Mayıs 1945 tarihinde İkinci Dünya Savaşı biter. İnönü, 1925 ve 1930’daki çok partili yaşama geçiş denemelerini yeniden başlatır. Devrim bilinci pekişmeden, Köy Enstitüleriyle programlanan hedefe ulaşılmadan, Cumhuriyet kökleşmeden, feodalite tasfiye edilmeden girişilen çok partili deneme yine olumlu sonuç vermeyecektir. Üstüne üstlük, yakın yıllarda gerçek dışı olduğu kanıtlanan ve Sovyet Hükümeti’nden çıkmadığı anlaşılan toprak istekleri öyküsü söz konusudur. ABD’nin ‘‘Missouri’’ gemisi işte bu ortamda ve 1946 yılında Türkiye’ye gelir ve bir daha da Türkiye emperyalizmden yakayı kurtaramaz. 1950’den sonra ise iş çığırından çıkar. ‘‘Müstemleke’’ ruhu ülkeye egemen kılınır. Artık, ‘‘küçük Amerika’’ özlemcileri, ‘‘her mahallede milyoner’’ teranecileri, ‘‘hilafet’’ safsatacıları işbaşındadır. ABD askeri ve üsleri yurt topraklarındadır. İsmet İnönü’nün bu yıllardaki sözü çok ilginçtir: ‘‘Bana, çok partili yaşama bütün bunlar için mi geçtiniz, derler. Bu soruya verecek cevap bulamıyorum.’’ İnönü’nün 19501960 yılları arasındaki demokrasi mücadelesini saygıyla anıyoruz. 19611965 arasındaki Başbakanlığı dönemindeki bir yakınması ise belleklerdedir: ‘‘Başbakanlık’ta aldığım her karardan ABD haberdar oluyor. Her yere girmişler!..’’ İsmet İnönü, ‘‘Yeni bir dünya kurulur, Türkiye o dünyada yerini bulur’’ derken ABD güdümünü yadsıyan tavırdadır. Bir gerçeği isabetle yerine getirmektedir. Ama ne yazıktır ki, ‘‘Köprülerin altından çok sular geçmiştir’’. Sonuç İnönü’nün dediği gibi, ‘‘Yeni bir dünya kurulmalı’’ ve o dünyada ne ABD ve ne de ‘‘Ankara’’ anlaşmalı AB bulunmalıdır. Türkiye’nin yeri, 1937’de anayasamızda yer alan ‘‘altıok’’ merkezli Cumhuriyet ve devrim anlayışının kendisi olmalıdır. İLAN TC ZEYTİNBURNU 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN Esas No: 2003/689 Karar No: 2004/425 Zeytinburnu 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 21.10.2004 tarih 2003/689 Esas, 2004/425 Karar sayılı kararı ile davacının davasının kabulü ile Şanlıurfa ili Suruç ilçesi Balaban Köyü C: 11 H: 8 BSN: 15’te nüfusa kayıtlı Müso ve Hedle’den olma 01.01.1053 d.lu Zeki Kaplan’ın 24.01.1998 tarihi itibarı ile gaipliğine dair Yargıtay yolu açık olmak üzere verilen karar hükmün kesinleşeceği karar tebliğini kapsayan tebligat yerine geçerli olmak üzere ilanen tebliğ olunur. 18.05.2005 Basın: 4251 CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle