18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 23 ŞUBAT 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Magna Carta’dan Guantanamo’ya Amerika’nın Guantanamo işkence üssünde yapılan işkenceleri inceleyen Birleşmiş Milletler’in görevlendirdiği beş kişilik insan hakları uzmanlar heyeti, elli dört sayfalık bir rapor yazarak işkenceleri anlattıktan sonra üssün kapatılmasını istemiştir. Bu raporda cezaevinde bulunan yaklaşık beş yüz kişinin salıverilmesi ya da derhal bağımsız bir mahkeme önüne çıkarılması istenmiştir. PENCERE Eskilere Taş Çıkarttılar... Bir kıdemli gazeteci dostumla birlikte televizyonda Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’ı hayretle seyredip dinliyorduk... Hazretin konuşması bir türlüydü... Bakışları, mimikleri bir türlü.. Maliye Bakanı’nın sicili görüntüsünde sergileniyordu... Dostuma sordum: Şimdiye dek Türkiye böyle Bakan gördü mü?.. Dedi ki dostum: Bu, gelmiş geçmiş bütün Bakanlara taş çıkarttı!.. ? Vaktiyle iktidarın koltuklarından birine oturduktan sonra ortalığı haraca kesmiş bir politikacı ölmüş... Oğlu babasından da betermiş... Dostları demişler ki: Eh, artık merhum babana bir taş dikersin... Oğlan: Taş dikmem, demiş, taş çıkartırım... Kıdemli gazeteciyazar dostum televizyonda Kemal Unakıtan’ı biraz daha izledikten sonra dayanamadı: Oh olsun bizlere!.. Neden?.. Biz geçmişte koltuğa oturan Bakanların hakkını yemişiz, Unakıtan gibi birinin geleceğini bilseydik, beğenmediğimiz eski Bakanları öpüp başımıza koyardık... ? Gerçekten Unakıtan gelmiş geçmiş bütün hünerli Bakanlara taş çıkarttı... Hem de ne taş!.. Eskiler demişler ki: ‘‘ Taş ne kadar ıslanırsa deli o kadar uslanır...’’ Gidişata bakarsanız Unakıtan’a söylenecek laf yok!.. Böylesine bir Bakanlar takımını ise Türkiye ne gördü, ne geçirdi... ? Evet AKP takımı içinde en gözü kara olanı Unakıtan.. Kimseye metelik vermiyor.. Kimseyi takmıyor.. Yumurta mı?.. Yumurta.. Villa mı?.. Villa.. Kaçak maçak, yasa dışı masa dışı, yolsuz molsuz, şaibeli maibeli dedikleri zaman da eleştirileri takmıyor... Ne diyor: ‘‘ Ben babamı satarım...’’ Saaat.. Saat.. Sat.. ? AKP’li Bakanlar birbirlerini de çok iyi tutuyorlar, aralarından su sızmıyor, hiç kimse ötekine yan bakmıyor, Başbakan RTE sonuna dek takımına sahip çıkıyor, Unakıtan’a gözünün üstünde kaşın var demiyor... Dayanışma müthiş!.. Unakıtan abisi.. RTE kardeşi.. Kıdemli gazeteci dostum bir kez daha yineledi: Biz eski Bakanlardan özür dilemeliyiz, bunlar eskilere taş çıkarttılar!.. Çünkü bunlar hem takıyyeci... Hem şaibeli... Kolay mı diniman diyerek ve Müslümanlığı politikada pazarlayarak yolsuzluk dosyalarının kamburunu sırtta taşıyabilmek... Sırtta yolsuzluklar kamburu.. Karında takıyye gebeliği... Çok Parti mi? Tek Parti mi? 1945’te demokrasiye geçtik! Demokrasi ‘‘çok partili bir düzen’’ diye tanımlanıyordu. Yurttaşların özgürce oy verecekleri, partilerin serbestçe çalışacakları bir ortam!.. Kimileri sordu, ‘‘nedir demokrasi’’? Yanıt: Özgürlük ve eşitlik! Fransız devrimcileri ‘‘kardeşlik’’i de eklemişlerdi. Özgürlük anlaşılır bir şey, eşitlik de öyle, ya kardeşlik, o büsbütün başka!.. 1908’de hürriyet ilan edilmiş!.. Yaşasın hürriyet bağrışmaları sokakları, alanları doldurmuş, yedi sekiz yaşındaki annem, babasına sormuş, ‘‘Nedir hürriyet dedikleri’’. Babası da (ki bir Osmanlı valisiydi) ‘‘Sen eşek misin? Nasıl bilmezsin?’’ diye azarlamış... Nasıl 1908’de hürriyet sözünü Osmanlı topraklarındaki halkın çok büyük bir bölümü ilk kez duymuşsa; 1945’teki ‘‘yaşasın demokrasi’’ çığlıklarının ne anlama geldiğini, yine ülkemiz halkının büyük bölümü bilmiyordu! Bugün bile bir araştırma yapılsa demokrasinin, özgürlüğün, gerçek bir yurttaş olmanın ne anlama geldiğini bilmeyenlerin çoğunlukta olduğu görülmeyecek midir? Tek ya da çok parti değildir sorun; ‘‘halkın halk tarafından halk için yönetilmesi’’dir. ??? Geçen yıl bir toplantıda ‘‘Çok partili hayat ne getirdi ne götürdü?’’ konusunda bir açık oturum yapılmıştı. İki ünlü bilim adamı tartışmıştı: Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Alpaslan Işıklı... Bir de Ulusal Eğitim Derneği adına Zeki Sarıhan. ‘‘İyi mi ettik çok partili düzene geçmekle, tek partili düzenden kopmak gerekli miydi?’’ Sözünü ettiğim tartışmada Prof. Akşin tek parti döneminde daha iyi bir yönetimin olduğunu; çok partili düzene geçer geçmez devrimlere, çağdaşlığa, gerçek özgürlüğe ters düşen akımların güçlendiğini söylüyordu. Prof. Işıklı ise tek partili bir Türkiye’de de her türlü gerilmenin başladığını, tek partinin bir çözüm olmadığını... İşin gerçeği ise 1945’te demokrasiye geçtiğimizin bir aldatma olduğudur. Birçok parti kuruldu, ama hepsi şu ya da bu yönden Atatürk devrimine karşı, halkın gerçek özgürlüğe, eşitliğe kavuşmasına ters düşen eğilimlerde... Bir düşünün, DP’leri, AP’leri, MHP’leri, Refah’ları, MSP’leri, DYP’leri, şimdi de AKP’yi!.. Çok parti var, ama çalışanları, işçileri, köylüleri temsil eden, güçlü, etkili bir parti var mı? Kuruldu mu, kurulabildi mi! Daha ilk adımda, 1946’da iki sosyalist parti hemen kapatılmadı mı? Bugün de solda büyük bir emekçi, bir köylü, bir işçi partisinin, seçimlerde önemli sayıda oy alabilen bir partinin varlığından söz edebilir miyiz? Ne tek parti, ne de çok parti değil sorun! Yurttaşın bilinçlenip kendini savunmasını, korumasını öğrenmesi... Kendi partisini kendi eliyle kurabilmesi!.. Ne çare ki, tek parti gibi bir siyaset ortamındayız hâlâ!.. Hep bir demokrasi arayışı, bulamayışı... Halit ÇELENK T arihin en önemli kilometre taşları insan hakları antlaşmalarıdır; çünkü bilimi, sanatı ve teknolojiyi giderek uygarlığı yaratan insandır. İnsanın bu yüceliğini korumamız ve ona saygı göstermemiz gerekir. Tarihte bilinen ilk yazılı (elyazması) insan hakları belgesi MS 1215 tarihinde İngiltere’de İngiliz Kralı Yurtsuz John ile derebeyler arasında yapılan ve Magna Carta adıyla anılan antlaşmadır. Bu antlaşmanın 39. maddesinde şöyle denilmektedir: ‘‘Hiçbir özgür kişi, yürürlükte bulunan yasalarda aksine bir hüküm bulunmadıkça yakalanamaz ya da herhangi bir biçimde kötü muameleye maruz ya da muhatap olamaz.’’ Bu tarihten sonra günümüze kadar insan haklarını saptayan ve düzenleyen çok sayıda antlaşma, açıklama yapılagelmiştir. 1776 tarihli Virginia İnsan Hakları Bildirisi, yine 1777 tarihli Birleşik Devletler Bağımsızlık Bildirisi, 1793 tarihli Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi, 1948’de kabul edilen Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Bildirisi bunların birkaçıdır. Bütün bu antlaşma ve sözleşmeler insan haklarının temeli olan yaşam hakkı, işkencenin yasaklanması ve insan onurunu koruyucu hü kümler getirmişlerdir. Bütün bunlar ve bunlara ilişkin anayasa, yasa ve yargı kararları tarihin binlerce yıl ötesinden bugünün insanlarına çağrıda bulunmaktadır: Öldürmeyiniz! İşkence yapmayınız! İnsan onurunu kırıcı davranışlardan uzak durunuz! Bu bir insan çığlığıdır, binlerce yıl ezilen, horlanan, zulme uğrayan insanın çığlığıdır. Ama gel gör ki bu insanca seslenişe kulak asmayanlar var. Çünkü sorun temelde bir sistem sorunudur. Bu sistem kapitalizmdir. Günlerden beri gazeteler, ABD emperyalizminin paralı askerleri tarafından Irak’ta Ebu Garib cezaevinde yapılan işkencelerin yeni fotoğraflarını yayımlıyorlar. Video kasetleri bu işkence vahşetini gözler önüne seriyor. Ebu Garib cezaevinde, Guantanamo işkence üssünde tutsakların ve gözaltına alınan insanların nasıl günlerce uykusuz, aç ve çıplak bir halde bırakıldıklarını, işkenceci askerlerin mahkumları cinsel ilişkiye ve mastürbasyona zorladıklarını, bu çıplak insanlara nasıl kahkahalarla güldüklerini, CIA’nın sorguladığı insanların yaşamlarını yitirdiklerini, bir babayı konuşturmak için on iki yaşındaki oğlunun çıplak bir durumda üstüne soğuk su fışkırtıldığını, insan ların onurlarının nasıl çiğnendiğini gösteriyor. Amerika’nın Guantanamo işkence üssünde yapılan işkenceleri inceleyen Birleşmiş Milletler’in görevlendirdiği beş kişilik insan hakları uzmanlar heyeti, elli dört sayfalık bir rapor yazarak işkenceleri anlattıktan sonra üssün kapatılmasını istemiştir. Bu raporda cezaevinde bulunan yaklaşık beş yüz kişinin salıverilmesi ya da derhal bağımsız bir mahkeme önüne çıkarılması istenmiştir. Yine bu raporda Amerikan üst düzey yöneticilerinin sorumlu olduğu sonucuna ulaşılmış ve bunların yargılanması gerektiği açıklanmıştır. Yine bu raporda, anılan cezaevi eylemlerinde, Amerika’nın, hem savcı, hem yargıç hem de avukat rolleri üstlendiği bildirilmiştir. Ayrıca Uluslararası Kızıl Haç komitesi de yaptığı açıklamada, Ebu Garib cezaevinde yapılan işkencelerle uluslararası yasaların açıkça ihlal edildiğini açıklamıştır. Tüm bu gerekçelerle Guantanamo üssünün kapatılmasını isteyen BM’nin bu isteği George Bush tarafından reddedilmiştir. Tüm dünya kamuoyunun iradesinin de bir göstergesi olan bu kapatılma talebinin reddedilmesinin ardındaki asıl ajan silah tekelleridir. Bu nedenle, Türkiye İnsan Hakları Kurumu’nun (TİHAK) 2005 yılı çalışma raporunda da belirtildiği üzere: ‘‘İşkence bir insanlık suçudur ve çok önemli bir insan hakları ihlalidir ama işkencenin belli toplumsal, ekonomik, siyasal koşulların bir sonucu olduğu göz ardı edilmemelidir.’’ Dolayısıyla işkenceye karşı savaşım verenlerin, emperyalizme karşı da savaşım vermeleri zorunludur. Başörtüsü Sorunu Niyazi ÜNSAL Eski C. Senatosu Erzincan üyesi S KEŞAN CUMOK ÇAĞRISI CUMHURİYET OKURLARI ULUSAL BAĞIMSIZLIK VE AYDINLANMA İÇİN TOPLANIYORUZ. Toplantı Tarihi : 25 Şubat 2006 saat 17.00 Toplantı Yeri : ADD Keşan Şubesi Eski Yağ Pazarı, 75. Yıl Pasajı No: 78. Vatan Hastanesi Yanı/KEŞAN İletişim : 0 284 714 79 55 0 505 660 54 48 0 532 545 84 98 www.cumok.org LÜLEBURGAZ CUMOK ÇAĞRISI CUMHURİYET OKURLARI ULUSAL BAĞIMSIZLIK VE AYDINLANMA İÇİN TOPLANIYORUZ. Toplantı Tarihi : 25 Şubat 2006 saat 13.00 Toplantı Yeri : ADD Lüleburgaz Şubesi İstanbul Caddesi Kristal Kebap Üstü LÜLEBURGAZ İletişim : 0 288 417 11 42 0 532 545 96 42 on günlerde ülkemizde yaşanan, çağdaş Cumhuriyet düzenine, Atatürk ilke ve devrimlerine aykırı yığınla sorun içinde ‘‘türban’’ ya da ‘‘başörtüsü’’ diye tanımlanan ‘‘sorun’’ ülkemiz gündeminin ilk sıralarına oturtuldu. Günlerdir yazılı basında, çeşitli toplantılarda ve televizyonlarda tartışılır duruma geldi. Ülke sorunlarını tartışıp değerlendirmenin elbette yararı var. Ama bu tartışmaları amacından saptırarak sürdürmeye kalkarsak bundan, çağdaş Cumhuriyet düzenimiz de, Atatürk ilke ve devrimleri de, halkımız da zarar görür. Devletimizin yürürlükteki Cumhuriyet düzeni de düzeltilmesi güç yaralar alır. Bunun için ülkemizin gündeminde olduğunu ve tartışıldığını söylediğimiz sorunun inceliğini ve özelliklerini bilenlerin tartışıp değerlendirmesi gerekir. Tartışıldığını söylediğimiz konu, Aytaç Kılıç adındaki öğretmenin anaokuluna müdür olarak atama işleminin Danıştay tarafından bozulmasıyla başlıyor. Danıştay, adı geçen öğretmenin görevine başörtüsü ile gelip gitmesini okulunda başörtüsü bağlamasını çağdaş Cumhuri yet okulunda eğitilen öğrencilere iyi örnek olmayacağını vurgulayarak karara bağlıyor ve eğitici birinin okulunda ya da dışardaki gündeminde başörtüsü bağlayamayacağının altını çiziyor... Ben Köy Enstitüsü ve Gazi Eğitim Enstitüsü çıkışlı bir eğitimciyim. Eğitim işlevimizin çeşitli kademelerinde 27 yıl hizmet verdim. Yıllarca müfettiş olarak binlerce eğitimcinin çalışmalarını izledim, değerlendirdim. Bana göre Danıştayımızın düşünceleri her yönüyle doğrudur, buna bağlı olarak da verdikleri ‘‘karar’’ çağdaş Cumhuriyet kurumlarımızdan birine yakışır ve alkışlanacak bir karardır. Olayımızda adı geçen öğretmen olmazsa hangi öğretmen olursa olsun eğer o mesleğinin adamı bir öğretmense, öğretmen olarak yetiştirilmişse böyle biri başörtüsü takamaz. Atatürkçü ve çağdaş kafaya sahip bir eğitimciye ‘‘başörtüsü tak’’ deseniz de hatta ve hatta zorlasanız da o başörtüsü takmaz ve takamaz, zorla taktırılmasını kabul edemez. Öğretmenin kamusal alanı olmaz. Öğretmen her yerde ve her an eğiten, örnek olan, etkileyen, yönlendiren biridir. Öğretmen olan öğretmenin yönüyöntemi de çağdaş bilim, Atatürk ilke ve devrimleridir. Bunların gerçekleşmesi, geliştirilmesi ve sahiplenilmesidir... Bizde ne acıdır ve düşündürücüdür ki, böyle olan eğitimcimiz yok denecek kadar az!.. Tanığı olduğum pek çok öğretmeni gördüm ve dinledim ki öğrencilerine eğitim öğretim programımızın gereği olarak insani ilişkileri ve selamlaşmanın kurallarını öğretiyor. Ama aynı öğretmen teneffüse çıkınca öğrenciler içinde yanına gelen köylülerle ya da öğrenci velileriyle ‘‘Selamün aleyküm ve aleykümselam’’ diye şeriat yöntemleriyle selamlaşıyor! Bize göre işte böyle davranan biri çağdaş öğretmen değildir. Böyle birinin sadece ve sadece adı öğretmendir. Yukarıdaki tartışma konusu öğretmen de bunlardan biridir. Ama bu olguda suç kimdedir? Elbette böyle birini öğretmen olarak yetiştirdik diyerek ona diploma verenlerde!.. Düşünün ki Cumhuriyet düzeninin Cumhurbaşkanlığı görevinde uzun süre bulunan biri, ‘‘İmam hatip okullarının çoğunu ben açtım!’’ diye övünüyordu. İmam hatip okullarının çoğunu açmakla övünen birinin yönettiği ülkemiz sonunda bir imamın elinde kalır!.. O da, Danıştay’ın verdiği kararı eleştirirken: ‘‘Efendi bu senin işin değil, Diyanet’in işi’’ der. Çağdaş Cumhuriyet düzeninin ‘‘yargı’’ kurumunun kararlarını imamlara değerlendirtir!.. Bununla da kalmaz, her karışını kanla yoğurduğumuz vatan toprağını dost, düşman demeden yabancılara, para sahibi şeriatçılara, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarına satarak başörtülü eşiyle dünyanın hemen tüm devletlerini gezer... Danıştay’ın olumlu kararını sadece devleti kendine teslim ettiğimiz imam başbakan değil, kendilerini hukukçu ve doçent, profesör olarak tanıtan bazıları da eleştirdi. İşte tüm bunlar bize ülkemizdeki eğitim, öğretim düzeyini gösteriyor. Adları profesör, doktor, avukatlığa yükselen birileri, Cumhuriyet düzeninde yaşayıp şeriat düzenine arka veriyor. İşte böyle davranışların sonucu, Ulu Önderimiz Atatürk’ün, ‘‘Ülkemizin hakiki sahibi ve efendisi gerçek üreticisi köylüdür!’’ demesine karşın Mersin’de imam başbakan tarafından ‘‘lan’’ olup kovalanıyor!.. Bütün bunlar rastlantı mı bilemiyorum. Mesleğim için, ülkem için acı acı düşünüyorum!.. İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ MEZUNLARI DERNEĞİ, DEMOKRATİK DAYANIŞMA DERNEĞİ Türkler Soykırım Yapabilir mi?.. Bizim gibi, bugün hâlâ feodal yapısını tasfiye edememiş, laik rejimini yaşatma kaygıları olan, mafya kapitalizmini çağdaş kapitalizme devşirememiş bir toplum, soykırım işini beceremez... Bu tez, kapitalist uygarlığın dışındaki bütün diğer Asya toplumları için de geçerlidir. Hıristiyanlığa bile meydan okurken bizimkiler hâlâ Türkİslam sentezi zırvalarıyla meşguller... Büyük ozan ve kültür adamı Attilâ İlhan, Batı kültürünün üç sacayağından bahseder: Akılcılık, Hıristiyanlık, emperyalizm... İnançtan bağımsızlaşmış akıl sayesinde, Batı uygarlığı (kapitalizm) laiklik sorununu tartışmayı yüz yıl önce kapatmıştır. Biz ise Batı’da ortaçağ sonlarında tartışılan sorunları Atatürk’ten bu yana en hareketli ve cesurca(!) bugünlerde tartışıyoruz. Üniversitelere yönelik saldırılar ve sürmekte olan akıl dışı tartışmalar, bu durumun en güzel kanıtıdır. Kendi soyunu henüz tam olarak tanımlayamayan, ulus bilinci yeterince gelişmemiş, her yandan kuşatıldığı bir savaşın koşullarında can derdine düşmüş ‘‘Osmanlı toplumu’’, 1915’lerde başka bir soyu yok etmenin derdine düşemezdi. O dönemde soykırım yapabilecek kadar gelişmiş(!) olsaydık her iki dünya savaşının sorumlusu ve milyonlarca insanın katili olan Batı, bugün bizi sorgulamazdı zaten... Tencere dibin kara, seninki benden kara durumu olurdu. Bizim gibi, bugün hâlâ feodal yapısını tasfiye edememiş, laik rejimini yaşatma kaygıları olan, mafya kapitalizmini çağdaş kapitalizme devşirememiş bir toplum, soykırım işini beceremez... Bu tez, kapitalist uygarlığın dışındaki bütün diğer Asya toplumları için de geçerlidir. Savaş koşullarında yaşanan karşılıklı öldürmeler, ancak ‘‘savaş’’ kapsamında değerlendirilebilir ve kimin kimi ne kadar öldürdüğü bu tanımı değiştirmez. Savaşları kimin kazandığı da ölü sayımı ile belirlenmez... Ülkemize ilişkin yukarıdaki tarihsel ve toplumsal bu kısa değerlendirme, yazımın girişinde aktardığım olaydaki ‘‘akılcı olmayan’’ bireysel davranışlarımızla birlikte ele alındığında, bir bütünlüğü ve Türklerin neden soykırım yapamayacağını göstermektedir. ‘‘Soykırım’’ yapamayız derken ‘‘katliam’’ da yapamayız demek istemiyorum. Allah’a şükür(!), yakın geçmişte 1 Mayıs’ta, Çorum’da, K. Maraş’ta, en son Sıvas’ta bu işi pekâlâ becerebildiğimizi kanıtlamış durumdayız... Ne yapıp ne yapamayacağımızı iyi bilirsek başkalarının aklına uyup yanlış sözcüklerle kendini bilmez tanımlamalar da yapmayız sanıyorum. AYDINLANMA SÖYLEŞİLERİ Yıl: 7, No: 5 Konu ÖZELLEŞTİRME VE YABANCILAŞTIRMA Yönetmen Doç. Dr. TONGUÇ GÖRKER Konuşmacı Prof. Dr. EROL MANİSALI Gün: 25 Şubat 2006 Cumartesi, saat 10.30 13.00 Yer: Beşiktaş Belediyesi Ortaköy Kültür Merkezi Dereboyu Caddesi, Dere Çıkmazı, No: 1 Ortaköy İletişim: İ.Ü. Mezunları Derneği (Fatoş Taştan) 0 212 238 03 21 Aydınlık Yarınlar Özlemi İçindeki Tüm Yurttaşlarımız Davetlidir. Giriş Serbest ve Ücretsizdir. Dr. A. Ahmet ERTÜRK 21. Dönem Edirne Milletvekili G www.cumok.org BİGA SULH HUKUK MAHKEMESİ’NDEN Esas No: 2005/1082 Davacı İçdaş vekili tarafından davalılar Hasine Bayraktar ve arkadaşları aleyhine açılan izalei şüyu davasının yapılan yargılaması sonunda verilen ara kararı gereğince, Biga ilçesi, Değirmencik Köyü, Soğuksu mevkii, 428 ve 430 parsel üzerindeki ortaklığın satılarak giderilmesi talebiyle açılan davada davalılardan Şahin İzmir’e duruşma gününün ilanen tebliğine karar verilmiş olmakla duruşmasının 11.04.2006 günü saat 09.00’da olduğu, duruşmaya gelmediği veya kendisini bir vekille temsil ettirmediği takdirde duruşmaya yokluğunda devam edileceği ilanen tebliğ olunur. Basın: 7006 UŞAK 1. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NDEN Esas No: 2005/79 Davacı Milli Eğitim Bakanlığı’na izafeten Milli Eğitim Müdürlüğü ile davalı ABC İnşaat San. ve Tic. Ltd. Şti. arasındaki tazminat davasının mahkememizde yapılan yargılaması sırasında davalı ABC İnşaat San. ve Tic. Ltd. Şti.’ne duruşma günü ve dava dilekçesi tebliğ edilemediğinden ilanen tebligat yapılmasına karar verilmekle, davalı ABC İnşaat San. ve Tic. Ltd. Şti.’ne duruşma günü olan 17.5.2006 günü saat 9.30’da duruşmaya bizzat gelmesi veya kendisini bir vekille temsil ettirmesi, aksi halde yargılamanın yokluğunda yapılıp bitirileceği hususu davalıya ilanen tebliğ olunur. Basın: 7110 eçenlerde gazetelerimizin bazılarının manşetten verdikleri ‘‘Türk erkekleri şövalye’’ vs... türünden haberler dikkatinizi çekmiştir. Habere gazeteler ilgisiz kalmamışlar ve değişik oranda yer vermişlerdi. Haberin içeriği ise şu idi; BM’nin, seks kölesi olarak çalıştırılan kızları kurtarmak için kurduğu ihbar hattına ihbarlar, Batı’da kızların kendilerinden veya diğer kadınlardan gelirken Türkiye’de erkeklerden gelmiş... Bu sonuç, organizasyon yöneticilerini çok şaşırtmış... Nedenini araştırınca, ilginç bir sonuca ulaşmışlar; aslında Türk erkekleri fahişe kullanmaya karşı değiller, ancak parasını ödeyip hizmet aldıkları kadının kendilerini bir âşık gibi sevmesini de bekliyorlar... Beklentileri karşılanmayınca gururları inciniyor ve acıyarak(!) ihbar edip kurtarılmalarını sağlıyorlar... Batılı erkeklerin böyle bir sorunu yok. Onlar son derece ‘‘akıl cı’’(!), alışverişlerinden hiçbir rahatsızlık duymuyorlar... Bu yazdıklarımın başlıkla ne ilgisi var diyebilirsiniz!.. Çok ilgisi var... ‘‘Soykırım’’ konusu, ülkemizde değişik biçimde yıllardır tartışılıyor; yapmadığımızı Batılılara anlatıp duruyoruz. Onlar da bal gibi biliyorlar yapılanların soykırım olmadığını. Ama düşenin dostu olmuyor işte... Bense, yukarıdaki olayı da kanıt göstererek; “Türkler isteseler de soykırım yapamazlar” diyorum… Kasıtlı ve belli bir sonuç almaya yönelik olarak, geçmişteki bir olayı yanlış bir sözcükle tanımlama ve sonra o sözcüğe yüklenen benimsenmiş anlamı ön plana çıkararak çarpıtma taktiğiyle yönetsel ve ekonomik aczimizden cesaret alınarak insafsızca suçlanıp duruyoruz. Öldürme eylemine ilişkin kullanılan ‘‘cinayet’’, ‘‘katliam’’, ‘‘soykırım’’ gibi kelimelerde, bir tek yanlılık ve nicelik anlamı ağır basar. ‘‘Savaş’’ ve ‘‘çatışma lar’’ da öldürme eylemi olmasına rağmen bir karşılıklılık olduğu için sanki biraz masumdurlar(!). Kullanılan sevimsiz bir sürü kelime arasında ‘‘soykırım’’, nicelikselliği yanında çok farklı niteliğiyle özel bir önem taşır... Bir ‘‘soy’’un (ırkın) bireylerini sadece aidiyetleri nedeniyle ayrım yapmaksızın, tümüyle ortadan kaldırmayı hedeflemek söz konusudur... Böyle bir eylem, dinden (inanç) bağımsızlaşmış, akılcı, tam anlamıyla laikleşmiş ve gelişmiş(!), ancak hastalıklı bir aklın, yanlış muhakeme sonucu geliştirdiği, soğukkanlı, organize ve ‘‘sistematik akla dayanan’’ bir öldürme işidir. Bu ise ancak, kapitalist uygarlığın belirli bir aşamasında ortaya çıkabilecek bir olgudur. Oysa Türkler geçmişte ve hatta bugün bile böylesine duygu ve inançtan bağımsız, ‘‘akılcı’’ bir toplum hiç olamadılar ki, böyle bir iş organize edebilsinler. Geçmişte ve günümüzde Batılı faşistler ACI KAYBIMIZ Cemiyetimiz Üyesi, Basın Şeref Kartı Sahibi Değerli Arkadaşımız CELALETTİN ÇETİN 21 Şubat 2006 Salı günü vefat etmiştir. Kaybı topluluğumuzda büyük üzüntü yaratan Çetin’in cenazesi 23 Şubat 2006 Perşembe günü (bugün) öğle namazının ardından Ataköy Camii’nden alınarak Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verilecektir. Celalettin Çetin’e Tanrı’dan rahmet, ailesine, üyelerimize ve meslektaşlarımıza başsağlığı dileriz. TÜRKİYE GAZETECİLER CEMİYETİ CUMHURİYET 02 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle