17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 3 ARALIK 2006 PAZAR 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Ermeni Soykırımı İnkâr Yasası İHM önünde yığılmış durumda 81 bini aşan sayıda başvuru beklemektedir. Mahkemenin şimdiki insangücü ve çalışma usulleri, bu yükü taşımaya yetmemektedir. AİHM insan haklarını koruma yolunda başarılı oldukça, “popülerliği” artmış, kendisine yapılan başvurular çoğalmış ve sonuç olarak da, Strazburg çevrelerinde yarı şakayarı ciddi söylendiği gibi, “AİHM kendi başarısının kurbanı olmuş” durumdadır. ması yani Fransa’nın anlatım özgürlüğüne AİHS’ye aykırı bir kısıtlama getirmiş olduğu sonucuna varması güçlü bir olasılıktır. Ancak, bunun oldukça uzun bir zaman alacağının da bilinmesinde yarar vardır. Sonuç AİHM önünde yığılmış durumda 81 bini aşan sayıda başvuru beklemektedir. Mahkemenin şimdiki insangücü ve çalışma usulleri, bu yükü taşımaya yetmemektedir. AİHM insan haklarını koruma yolunda başarılı oldukça, “popülerliği” artmış, kendisine yapılan başvurular çoğalmış ve sonuç olarak da, Strazburg çevrelerinde yarı şakayarı ciddi söylendiği gibi, “AİHM kendi başarısının kurbanı olmuş” durumdadır. Mahkeme önündeki tıkanmayı giderebilmek için, 14. Protokol kabul edilerek usulün biraz daha hızlandırılması istenmiş ancak bunun tam bir çözüm getiremeyeceği belli olmuştur. Benim de üyesi olduğum 11 kişilik Âkıl Kişiler Grubu da, geçenlerde Bakanlar Komitesi’ne sunulan raporunda, mahkemenin usulünü hızlandırıcı bazı öneriler getirmiştir. Ancak, yığılmış başvuruları eritmek, herhalde oldukça uzun bir zaman alacaktır. Dolayısıyla AİHM’den hızlı bir çözüm beklemek pek gerçekçi görünmemektedir. Bununla birlikte, AİHM zemini, bu konuda Türkiye’nin oldukça güçlü olabileceği bir ortamdır. Kanun, Fransız Senatosu’nca da kabul edilip yürürlüğe girerse; gerek bireysel başvuru yoluna, gerekse devlet başvurusu yoluna başvurulması açısından, konunun değerlendirilmesi yerinde olacaktır. Ayrıca, devlet başvurusu dışında, bireysel başvuruda bulunmuş bir vatandaşın yanında “müdahil” olarak davaya katılmak da, denemeye değer bir yol sayılabilir. AİHM’nin önündeki davanın lehimize sonuçlanması olasılığı yüksek görünmektedir. Ancak, kararın metninde “obiter dictum” niteliğinde yani bağlayıcı olmasa da bizi rahatsız edici bazı tümcelerin yer alması olasılığı da vardır. Bunu önlemek için, davanın sunuluşunda ve savunulmasında, konuyu olabildiğince sınırlı tutarak; tartışmayı “Ermeni soykırımı” denilen olayın gerçek olup olmadığına değil, bu konuda görüş açıklamayı suç haline getirme eyleminin anlatım özgürlüğüne aykırılığı üzerinde yoğunlaştırmak uygun bir taktik olacaktır. PENCERE Karatepeli Fıkraları... Karatepe’yi bilir misiniz?.. Benim için Halet Çambel’in Adana yöresindeki ünlü köyüdür Karatepe... ? Karatepelinin kırkı arkadaş olmuşlar, bir memlekete gelmişler, topraktan yapma harabe bir dam çıkmış karşılarına... Damı görünce tuhaflarına gitmiş, üzerine çıkmışlar, sonra o yana bu yana koşuşmaya başlamışlar... Dam zaten harabe bir şey, göçmüş... Göçünce otuz dokuzu ölmüş... Bir tanesi sağlam kalmış... Geri dönmüş, bir bakmış arkadaşlarına: Ulan, demiş, az kaldı bir sakatlık çıkarayazdık... ? “Karatepeli Fıkraları”nı ‘Arkeoloji ve Sanat Yayınları’ çıkarmış... Derleyen: Halet Çambel. Altmış yıla yakın bir süre Toroslar’ın eteğinde Kadirli’ye yakın Karatepe’deki arkeoloji çalışmalarını sürdürürken köylülerle hemhal, omuzdaş ve dost olan Çambel, bir ömür boyu insanlığın erdemleriyle düşüp kalkarken yaşamın mizahından ilginç damlaları da derlemiş... Köylülerin anlatımını koruyarak birkaç tanesini aktarıyorum. ? Karatepelinin biri un çuvalını direğin arka tarafına koymuş. Karısı, hamur yoğurup ekmek yapmak için un alırken un çuvalının içine direğin iki tarafından iki elini sokmuş... Unu alıp çekmek isteyince de direk engellediğinden ellerini kurtaramamış... Çevresindekileri imdada çağırmış: Elim burda kaldı, ne yapayım?.. Gelenler ne yapacaklarını ne edeceklerini bilememişler, akıldânelerine gitmişler... Akıldâne gelmiş bakmış ki direk kesilirse ev yıkılacak... Demiş ki: Bunu burdan kurtarıp çıkarmak için karının elini kesmek lazım gelir... ? Batı’dan aktarılan sanatsal deyişler bizde çok kullanılır; ‘sürrealizm’ ya da ‘postmodernizm’ gibi laflar bu yolda revaçtadır; peki, Karatepe köylülerinin mizahı hangi marifettendir?.. Yoksa kendine özgü içerikte midir?.. ? Birisini evermişler, evlendiği gün de kabağ aşı pişirmişler... Oğlana hiç vermemişler kabağ aşını, hep kendileri yemişler... Vakit geçmiş, oğlan küsmüş, ‘bana vermediler’ diye hiç yekinmemiş, vakit geçmiş, gece saat 1012’ye gelmiş, aha kalkmamış yerinden... Söylemişler buna: “Kalk da gelinin yanına git!..” “Ben gitmiyorum” demiş... Bakmışlar ki oğlan gitmiyor gelinin yanına; bu kez babası söylenmeye başlamış; Anasını avradını... Sizin gibi delikanlılar dururken benim gibi bir koca mı girsin gelinin yanına?.. Baba giderken de söyleniyormuş: Bütün işin zorunu bana tutturursunuz... ? Karatepelilerin çoğu ustaya toptan postal sipariş ediyor. Usta hepsine aynı renkten birer çift yapıyor. Bunlar da bir araya gelip ayaklarını uzatıp oturuyor; bir bakıyorlar, hepsindeki aynı ayak... Diyorlar ki: Ayaklarımız karışmış, şimdi nasıl seçeceğiz bunları?.. Ayaklarını nasıl seçeceklerini bilemiyorlar, seslenip akıldânelerini çağırıyorlar: Gel hele, biz ayaklarımızı karıştırdık seçemiyoruz... Adam geliyor, bakıyor bunların ayaklarına... Sonra gidiyor, bir sopa alıp dönüyor; hangisinin ayağına vurduysa o ‘of’ deyip sıçradıkça herkes ayağını buluyor... ? Karatepe’dekiler ayaklarını yitirmişler, sopayı yedikçe ‘of’ deyip sıçrayarak buluyorlar; ülkemizde çoğu kişi kafasını yitirmiş... Kafayı bulmak için de sopa mı yemek gerek?.. Gün Gelecek, Bütün Bunlar... “Bizden yüz yıl iki yüz yıl sonra yaşayıp da hayatımızı böyle aptalca, böyle tatsız yaşadığımız için bizi hor görecek olanlar belki de mutlu olmanın yolunu bulacaklardır.” Anton Çehov’un “Vanya Dayı” oyununda Doktor Astrov böyle konuşur: “... günlük yaşamın tekdüzeliği, bu iğrenç hayat içine çekip yuttu bizi, biz de herkes gibi sıradan bayağı kişiler olup çıktık.” Yüzyılın ilk yıllarındaydı. Rusya’da içten içe bir şeyler yaşanıyordu. Bir patlama oldu olacaktı. Anton Çehov, dönemin acısını, bir bekleme öncesinin havasını, umutla umutsuzluğun çelişkisindeki duyan, düşünen insanların ruh halini anlatıyordu. Martı, Üç Kız Kardeş, Vanya Dayı, Vişne Bahçesi adlı oyunlarının kahramanları sıcak bahçelerde, votka şişesinin başında ya da semaverlerde kaynayan çayları içerek dertleşiyorlardı. Umutsuzluk ve umut!.. Sürekli çatışan, iki ruh hali... Kişi, yalnız biriyle yetinemez. Yaşamak için savaşmak gerekir. Yaşamın kendisiyle! Çehov, öyküleri, oyunları ile bu çelişkinin derinliğine inmiştir. O, umutsuzluğun içinden umudu yaratmak gerektiğini biliyor, buna inanıyordu. Yaşamak için birkaç yıl kaldığını da biliyor olmalıydı. Hekimdi, yazardı, içinde yaşadığı dönemi iyi tanıyordu. Geleceğin daha iyi olacağını, olması gerektiğini söylüyordu. Gelişme, ilerleme, uygarlık, bilim her şey bunu gerektiriyordu. “İki Kız Kardeş”in bir kahramanı, umutla umutsuzluğun karmaşasındaki Olga şöyle konuşuyordu: “Zaman geçecek, sonsuza geçip gideceğiz bizler de, unutacaklar bizi. Yüzlerimizi unutacaklar, seslerimizi, kaç kişi olduğumuzu. Fakat acılarımız bizden sonra yaşayanlar için sevince dönüşecek, mutluluk ve esenlik gelecek dünyaya ve iyi sözlerle anacaklar bizi, şimdi yaşamakta olanları kutsayacaklar.” 1900’lerde sanılıyordu ki sekiz on yıl geçmeden yeni bir dönüm noktasına gelinecek. Yeni bir toplum, yeni bir insan anlayışı kurmak yolunda mutlu bir aşamaya ulaşılacak. Zorbalık yönetimleri çökecek, gerçek bir özgürlük, eşitlik gelecek. Çehov’un, Gorki’nin yapıtlarında insanlar güzel yarınlara özlem duyarlar. Bir devrim öncesinin havasında yaşarlar. Daha önce Turgenyev’ler, Tolstoy’lar, Dostoyevski’ler, Puşkin’ler de yeni arayışların ilk belirtilerini duyurmuşlardır. Karamsarlıkla iyimserlik, umutla umutsuzluk iç içedir.Günden güne bir o yana bir bu yana eğilim gösterir. İşte Çehov’un kişileri de içinde boğuldukları umutsuzluk çıkmazında geleceğin çok daha iyi olacağı umuduyla çırpınırlar. Bir akvaryumda özgürlük arayan balıklara benzerler. Camlarla çevrilidirler, ama görmezler, başlarını vurana dek... Beni öteden beri izleyenler bilirler, her zaman umuttan yana olmuşumdur. Umut da olmasa niye yaşamalı ki! Ama her bekleyişin sonu bir çıkmazın karanlığına dayanıyor! İleriye, çağdaşlığa, uygarlığa ulaşmak, bir kültür toplumu kurmak isteklerinin zaman zaman ters bir yöne kayması... En büyük umutla bağlandığımız görüşlerin, düşüncelerin, iç çekişmeler, kişisel hesaplarla yozlaştırılması... Bir yıl sonra seçimler var. Bu seçimlerde kim üstün gelecek? Atatürk devriminin sahipleri olanlar mı? Yoksa bizi çağlar gerisine götürmek isteyen mezar kazıcılar mı? Gelecekten umutlanmak güzel elbet, güven verici... Ah, bizler de Çehov’un İrina’sı gibi düşünebilsek: “Gün gelecek, bütün bunların, bu acıların nedenini öğrenecek herkes, hiçbir şey gizli kalmayacak.” Prof. Dr. Rona AYBAY ir konunun dava olarak AİHM önüne getirilmesi iki yolla olanaklıdır: “Bireysel başvuru” ve “Devletlerarası başvuru” (devlet başvurusu). Bireysel başvuru yoluna, AİHS’yi onaylayarak kabul ettiği yükümlülüğe aykırı davrandığı, başka bir deyişle AİHS’yi ihlal ettiği ileri sürülen devletin aleyhine herhangi bir birey tarafından başvurulabilir. Başvurucu bir gerçek kişi (insan) ya da tüzelkişi olabileceği gibi, tüzelkişiliği bulunmayan bir topluluk da olabilir. AİHM önüne “dinlenebilir” (incelenebilir) bir dava olarak getirilebilmesi için, önce iç hukuk yollarının tüketilmesi kesin bir önkoşuldur. Bu koşuldan ancak son derece ayrıksı (istisnai) durumlarda vazgeçilmesi söz konusu olabilir. AİHM önüne “dinlenebilir” nitelikte bir başvuru getirebilmenin öteki önkoşulu da, başvurucunun dava konusu uygulamadan olumsuz etkilenmiş, “mağdur” olmuş yani zarar görmüş olmasıdır. Çok ayrıksı (istisnai) birkaç karar dışında, bu koşul da AİHM’nin her zaman aradığı bir başvuru koşuludur. AİHM’nin, konumuzu oluşturan Fransız yasası bakımından bu önkoşuldan vazgeçebileceğini düşündürecek herhangi bir belirti yoktur. Tam tersine, mahkemenin önündeki yığılmış iş yükünü azaltmak için çeşitli biçimlerde yoğun çabaların harcandığı bir dönemde, önüne gelebilecek dava sayısını olağanüstü arttıracak böyle bir olanak yaratacağı son derece uzak bir olasılıktır. Burada, Fransız Anayasası’nın, yürürlüğe girmiş olan uluslararası anlaşma ve sözleşmelere Fransız kanunlarından daha üstün bir yer veren 55. madde hükmünü de dikkate almak gerekir. Konumuzla ilgili olarak Fransız ceza mahkemesinin AİHS’nin anlatım özgürlüğünü koruyan 10. maddesine öncelik tanıyarak aklanma (beraat) kararı vermesi olasılığı yoktur denilemez. Bu durumda, henüz belli bir kişi üzerinde uygulanmış olmayan bir yasayla ilgili başvurunun, AİHM’ce “dinlene B bilir” (incelenebilir) bulunması söz konusu olmayacaktır. Bireysel başvuru yolunun işleyişini açıklamak için, konumuzla ilgili olarak şöyle bir olay tasarlanabilir: Bir Türk vatandaşı, Fransa’da “Ermeni soykırımı” denilen şeyin tarihsel gerçeklere aykırı olduğunu, hukuksal anlamıyla “soykırım” denilebilecek bir olaydan söz etmenin yanlış olduğunu bildiren bir açıklama yapar ve böylece “inkâr yasası” denilen kanuna göre suç oluşturması olası bir eylemde bulunmuş olur. Fransız adli makamları, bu açıklama üzerine, ilgili Türk vatandaşı aleyhine ceza kovuşturması başlatır ve sonuç olarak, vatandaşımız Fransız mahkemesi önünde sanık olarak yargılanmaya başlar. Vatandaş bu yargılama süreci içinde, kendisi hakkında yapılan işlemin ve olası bir mahkumiyetin, AİHS’nin anlatım (ifade) özgürlüğünü güvence altına alan 10. maddesinde belirtilmiş ilkeye aykırı olduğunu ileri sürerek aklanma (beraat) isteminde bulunur. Bu durumda Fransız mahkemesinin yargılama sonucunda iki karardan birini vermesi söz konusu olacaktır: Aklanma (beraat) veya mahkumiyet. Aklanma (beraat) kararı ile konu, bireysel düzeyde kapanmış olur ve “bireysel başvuru” yoluna başvurarak konuyu AİHM önüne götürme durumu da ortadan kalkar. Bu arada, bizim açımızdan çok önemli bir sonuç olarak, Fransız Parlamentosu’nun kabul ettiği kanun, uygulanabilirlik açısından çok esaslı bir yara almış olur ve yürürlükten kalkmış sayılması söz konusu olabilir. Fransız mahkemesinin, sanık Türk vatandaşı hakkında “inkâr yasası”na aykırı davranıştan dolayı mahkumiyet kararı vermesi ve hükmün kesinleşmesi üzerine, Türk vatandaşı konuyu AİHM önüne götürme olanağını elde etmiş olur ve AİHM’ye başvurarak anlatım (ifade) özgürlüğünün AİHS’ye aykırı olarak kısıtlanmış olduğunun saptanmasını ister. AİHM’nin usulleri uyarınca, Fransa’nın savunmasının da alınmasından sonra, mahkemenin olayda “ihlal” bul Yunanlılar Alaşya’da ne ararlar? Haluk TARCAN itit, Babil ve Mısır kaynakları Kıbrıs’ın tarihsel adının Alaşya olduğunu kaydederler. Bu konuda temel kaynak Ahdi Atik’tir (eski kitap). (Ancien Testament Gallimard, 1957, Paris, s.31). Alaş ve İya’dan oluşan bu sözcük, Kazakça sözlükte, Kazak, Kırgız ve Tatarlarda kullanılan bir ad, ülke, ulus, Altaycada kutsama nidası, Teleutçede, büyü yaparken ruhları çağıran sihirli bir söz anlamlarını taşır. İya ise ÖnTürkçede ierüü’den gelir, sahiplik dolaylı olarak ülke demektir. Bugün bu iye’lik şekline girmiştir. Sonuç, Alaşya, Alaş ülkesi anlamını verir. Türk söylence biliminde, bir Alaş Han vardır. O, (+6/12) yüzyıllarda Türk boylarını birleştirip altı Alaş devletini kurmuştur. Bu, Urartu + İskit’ten oluşan OQ UŞUY konfederasyonu olmalıdır. Kazaklar 1917 ihtilalinde Alaş Orda konfederasyonunu kurmuşlardır. Alaş sözcüğü, Kazakistan’da İli nehri yöresinde Karkaralı mevkiindeki dikilitaşta QAĞAN ALTI BÖRİQ ALAŞ cümlesi Sovyet Bilim Akademisi üyelerinden Musa Bayoğlu tarafından okunmuştur. Kıbrıs’ın, önyargı ve istekle tarihte Yunan olduğu kabul edilmiştir. Bilimsel gerçekler aşağıdadır: • Antik Grek çerçevesinde görülen H Mineon’ler Kıbrıs’a ilk ayak basanlardır, tarihi 58’dir. • Tektamos (Toktamış) yönetiminde, Girit’e yerleşmiş olan halktan bir bölüm 1400’de adaya çıkmışlardır. Eski Lefkoşa Müzesi Müdürü P. Dikaos’a göre, Kıbrıs’a ilk ayak basanlar 6’ncı binyılda Anadolu’dan gelenlerdir. • Fransız tarihçi Demargne Kıbrıs’ın kökenini Orta Asya’dan (Türkistan) alan Anadolu kültürünün devamı olduğunu yazar. • Adadaki dilin ve yazının, Yunanca olduğunu ispat için yapılan tüm çalışmalar başarısızlıkla sona ermiştir. Bu dil ve yazının daha önce gelmiş ve bilinmeyen bir halk’a ait olduğuna karar verilmiştir!.. Biz, ALAŞ’ın Tanrı katına AL/ma, alınma, Tanrı katına AŞ/ma demek olduğunu kaydedip, ÖnTürk uygarlığına alerjileri olanları üzmemek için, dilin ve Kıbrıs alfabesinin kökeni üzerinde durmuyoruz. Kısaca sıraladığımız bu bulgular, Kıbrıs’ın tarihsel sahiplerinin asla Yunanlılar olmadığını ortaya koymak için yeterlidir. Bir öteki gerçek, adadaki, Rum/Yunan çoğunluğun, Osmanlı’nın çöküş döneminde adaya göç ettirilen Yunanlılardan oluştuğudur. SAKARYA 2. AİLE MAHKEMESİ’NDEN DOSYA NO: 2006/211 Davacı Özlem Kutlu tarafından davalı Necmettin Kutlu aleyhine açılan boşanma davasının yapılan yargılamasında verilen ara kararı gereğince, Davalı Necmettin Kutlu’nun tüm aramalara rağmen adresi tespit edilemediği ve duruşma günü de tebliğ edilemediği anlaşılmakla, Memik ve Şükriye oğlu, Nizip 10.06.1969 d.lu davalı Necmettin Kutlu duruşma günü olan 21.12.2006 günü saat 09.45’te yapılacak duruşmada 4787 SK’nun 7/1 maddesi gereğince sulhe teşvik edileceğinden duruşmada hazır bulunması, hazır bulunmadığı takdirde sulh hakkındaki beyan hakkından vazgeçmiş sayılacağının İHTARI ile Yargılamaya yokluğunda devam edileceği ve hüküm kurulacağı hususu dava dilekçesi ve duruşma günü yerine geçmek üzere ilanen tebliğ olunur. Basın: 59787 CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle