17 Mayıs 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 14 ARALIK 2006 PERŞEMBE 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER EVET / HAYIR OKTAY AKBAL Diyojen’in Heykeli Sinop’a Dikilmesin mi? Yalnız Sinop’un değil, Anadolu’nun başka kentlerinin tarihleri de o kentlerde yaşayan insanlara bu bağlamda görev yüklemektedir. Miletoslular (bugünkü Balatlılar) filozof Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in, Efesliler (bugünkü Selçuklular) filozof Herakleitos’un heykelini kentlerine dikmeyi herhalde düşünüyorlardır. yayımlanmaya başlayan ve 183 sayı devam eden bu dergide Namık Kemal, Ahmet Mithat ve başka Tanzimat yazarlarının yazılarını görürüz. Onlar Diyojen dergisinde bu addan keyif duyarak yazdılar. Halk da severek okudu. Yalnız gülmece dergisi değil, ciddi bir felsefe dergisi yayımlanacağı zaman da akla gelen ilk adlar arasında yine bu filozofun adı yer almıştır. Örneğin dünyanın şimdiye kadarki en büyük uluslararası kültür kuruluşu UNESCO, insan bilimleri alanında yayımladığı dergiye Diyojen adını koymuştur. 1952’de yayımlanmaya başlayan, günümüze kadar devam eden bu dergi önceleri Fransızca, İngilizce, İspanyolca yayımlanıyordu. Sonra Hintçe, Japonca, Portekizce, Çince olarak da yayımlandı. Anadolulu filozofun adı böylece dünyanın dört yanına ulaştı. Diyojen’in dünya kültüründe etkili bir filozof, bir bilge oluşunun yanında Anadolulu oluşu da bizi sevindiriyor. Bu nedenle Sinop Belediyesi onun heykelini dikmekle iyi bir iş yapmıştır. Böyle bir işi kınamak değil övmek gerekir. Türk olmak Atatürk’ün dediği gibi mutluluk nedenidir elbette. Şunu da bilelim ki, Anadolulu olmak da bizim için mutluluk nedenidir. Anadolulu olduğumuz için, Diyojen’le aynı toprakları paylaştığımız için sevinelim. Yalnız Sinop’un değil, Anadolu’nun başka kentlerinin tarihleri de o kentlerde yaşayan insanlara bu bağlamda görev yüklemektedir. Miletoslular (bugünkü Balatlılar) filozof Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’in, Efesliler (bugünkü Selçuklular) filozof Herakleitos’un heykelini kentlerine dikmeyi herhalde düşünüyorlardır. Böyle kültür etkinliklerinin, bu tarih bilincinin gençlik ve halk eğitiminde de olumlu katkıları olacaktır. PENCERE Çankaya Darbesine Doğru... İnsaflı olalım... Mantıklı olalım... Anlayışlı olalım... Sağduyulu olalım... Gerçekçi olalım... RTE’nin Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak itisinin gücü, insan doğasının ta kökeninden kaynaklanan dayanılmaz bir hırstan türüyor... Hem böyle bir fırsat bir faninin eline başka ne zaman geçebilir ki?.. Tayyip artık günlerini Cumhurbaşkanlığı makamına yönelik yaşıyor... Çok değil, şunun şurasında beş ay kaldı... Erdoğan elini uzatsa Çankaya’yı yakalar... Çünkü Köşk RTE’nin elinin altında... ? RTE nasıl başbakan oldu?.. Yanıt: Cümle âlemin artık çok iyi bildiği gibi dörtte bir seçmenin oyuyla AKP iktidara oturdu... Ve sandığa gidenler kesiminde yüzde 34 oranında oyla parlamento çoğunluğunun yüzde 65’ini kazandı... RTE neredeyse parlamentonun üçte ikisine egemen... Bir elde, bir kalemde, bir oylamada şıp diye cumhurbaşkanı oluverir... RTE’nin eline fırsat bir daha ne zaman geçer?.. Bu fırsat kaçar mı?.. ? Yalnız parlamentonun üçte ikisini kendisine bağlamakla kalmıyor Tayyip... AKP’li belediyelere ne buyrulur?.. Ülkeyi 66’ya bağlamış ihtiraslı AKP örgütlenmeleri RTE’den yana... AKP’li belediyelerle hemhal, iç içe, al gülüm ver gülüm tarikatlara ne dersiniz?.. Tümü de Çankaya’yı bekliyor... Ah, Çankaya bir düşse... ? Bu Cumhurbaşkanlığı seçiminin bir Cumhurbaşkanlığı seçimi olmadığını görüp anlamak için ne olmalı?.. Çok akıllı mı olmalı?.. Yok canım... Aptal.. Budala.. Gabi.. Veya saf olmamalı yeter... Önümüzdeki cumhurbaşkanı seçimi bir cumhurbaşkanı seçimi değildir... ? Nedir?.. ‘Hükümet’ten sonra ‘devlet’in de 1923 Cumhuriyeti’nin elinden alınması demektir. Hem de yüzde 25 oyla... Hem de antidemokratik dokusu ağır basan bir haksız seçim zorlamasıyla... Hem de herkes ‘asker darbe yapacak’ korkusuyla yaşatılırken gerçekleşen bir sivil darbeyle... Çok değil, beş ay kaldı!.. Gönderilmeyen Mektuplar! F tipi bir cezaevinden gelen bir mektuptan parçalar: “Size bir mektup göndermek istedim. Ancak ‘Mektup Okuma Komisyonu’ kararı ile mektubum Disiplin Kurulu’na sevkedildi ve size yazdığım mektup engellenmiş oldu. Benzer durumla yedi yıldır karşı karşıya bulunuyoruz. Mektubumda bir dönem hapishanede kaldığı süreçte açlık grevi yapmak mecburiyetinde kalan Nâzım Hikmet’ten alıntılar vardı. Bir de Stefan Zweig’ın ‘Satranç’ adlı kitabındaki ‘hiçlik’ duygusunu açıklayan alıntılar...” Bu mektuplar, yalnız bana değil, Derya Sazak’a, Ataol Behramoğlu’na, vb.’ye de gönderilmek istenmiş, ama cezaevi sorumluları bu mektupları “kamuoyunu etkilemek açısından sakıncalı bulmuş” . Disiplin Kurulu kararında bakın ne deniyor: “...mektuplar tarafımızdan incelenmiş, içeriklerinde tecrit adı altında ceza infaz kurumlarındaki yaşamları saptırıcı, F Tipi Ceza İnfaz Kurumlarını hedef gösterici, kamuoyu oluşturucu, yönetici ve yönlendirici ibareler yer aldığı görülmüş olup, mektupların Ceza İnfaz Kurumları ile Tevkifevlerinin Yönetimine ve Cezaların İnfazına Dair Tüzük’ün 91. maddesinin 3. fıkrası gereğince sakıncalı görüldüğünden, belirtilen adreslere gönderilmeyerek adı geçenlerin dosyasında saklanmasına...” ??? Disiplin Kurulu’nda hekim, psikolog, sosyal çalışmacı, öğretmen, atölye şefi, bir de neci olduğu belli olmayan bir üyesi, bir de başkan var. Ama ilgili Disiplin Kurulu kararında bazı üyelerin imzası yok!.. Yazarlara gönderilmek istenen mektupların böylesine garip bir anlayışla önlerinin kesilmesinin yeni bir örneği işte!.. Cezaevlerinden pek çok mektup gelir. Bizlere bugüne dek Disiplin Kurulu kararıyla, hem de “kamuoyunu etkilemek” bahanesiyle bu tür yasaklamanın yapıldığını duymamıştım. Kim bilir daha ne kadar çok mektup yazılıyor ve bunların yolu kesiliyor! Sanki gazeteciler, yazarlar, bu mektuplardan söz ederse, kamuoyu yanlış yönlendirilmiş olacak, ya da yazarın kendisi bu mektupların etkisinde kalıp okurlarını yanıltacak şeyler yazacak!.. Bazı cezaevi sorumluları bizleri ne sanıyorlar? Yanlışı doğruyu, neyin yazılıp yazılmayacağını bilmeyecek kadar toplum işlerinden habersiz olduğumuzu mu? Birkaç yıldır uygulanan tecritlerin hiç de yararlı sonuç vermediği açıkça görülmektedir. Mahkumu tek başına bırakmaya, kesin bir yalnızlığa mahkum eden, dolayısıyla türlü ruhsal bunalımlara sürükleyen bir uygulamanın yarardan çok zarar verdiği açıktır. Hele, adı geçen yazarlara gönderilmek istenen mektupların “kamouyunu yönlendirirler” diye bir suçlamayla önlenmesi, her şeyden önce insan haklarına aykırı bir tutumdur. Adı geçen mektupların saklandıkları dosyalardan çıkartılıp, adı geçen yazarlara yani bizlere ulaştırılması dileğiyle... Arslan KAYNARDAĞ B irkaç gün önce Cumhuriyet’te bir haber vardı: Sinop’a dikilen Diyojen heykelini eleştirenler varmış. Heykelin bu kente dikilmesi “Pontus Rum Devleti düşü kuranların işine yarar” diyorlarmış. Böyle bir eleştiri yapılmamalıydı. Diyojen (Diogenes) dünyanın tanıdığı, sevilen bir filozoftur ve bir ulusun insanı olmaktan çok, bir felsefe okulunun kurucusudur. Felsefesine Sinop’ta başlamış, oradan Atina’ya göçmüştür. Tarihe baktığımızda ilkçağ felsefesi konusunda şu bilgileri görüyoruz: İnsanlığın mitos’tan (söylenceden) akılcı düşünceye geçişi (İÖ 6. yüzyıl) Anadolu’nun Miletos kentinde (bugünkü Balat) filozof Thales ile başladı. Çok geçmeden, Anadolu’nun çeşitli kentlerinde başka filozoflar akılcı felsefe yolunda önemli adımlar attılar. Diyojen kendine özgü düşünceleriyle, bir kültür eleştirmeni, bir bilge filozof olarak İÖ 4. yüzyılda tarihteki yerini aldı. Bu filozof yepyeni bir insan anlayışı getiriyordu. Erdem idi önem verdiği şey, insanın kendi öz değerleriydi. Zenginliğe, sonradan toplumda edinilmiş değerlere önem vermiyordu. Tanınmış felsefecimiz Nermi Uygur’un “Sinoplugiller” başlıklı denemesine gelin birlikte bakalım: Coşku dolu bir biçimde kaleme alınmış bu uzun yazı baştan sona Diyojen’e övgülerle doludur. Nermi Uygur “Ben onunla akrabayım” diyor ve ekliyor: “O ben, ben oyum. Sözüm ona kan akrabalığı gibi şeylerle ilgisi yok bizim Sinoplugil oluşumuzun. Bu nitelik dünden bugüne, bugünden yarına uzanıp giden birçok filozof ve yazarda karşımıza çıkar. Örneğin Descartes, Nietzsche, Marx, Sartre gibi filozoflar, Yunus Emre, Shakespeare, Dostoyevski gibi yazarlar birer Sinoplugildir.” Diyojen’i şöyle tanımlıyor Nermi Uygur: “Çağımıza, kültürümüze, tarihimize, gelecekteki yaşayışımıza ışık tutan bir düşünme yiğidi. Onun istediği, insanları bireyin özündeki insana yaklaştırmak, yaşamın değerini toplumdaki zedelenmelerden uzak tutmaktır. Nerelisin diye soranları hiç duraksamadan ‘dünya vatandaşıyım’ diye yanıtlıyor.” Görüldüğü gibi Pontuslu olmak umurunda değildir. Bir Arap atasözünü hatırlıyorum: “Mekânın şerefi, saygınlığı orada oturandan gelir.” Doğru yanı vardır bu sözün. Örneğin Efes kenti bize orada yaşayıp felsefe yapan Herakleitos’u, Konya Mevlâna’yı, Akşehir Nasreddin Hoca’yı çağrıştırır. Sinop’un Diyojen’i çağrıştırması da öyledir. Basın tarihimize de bakalım: Bizde ilk gülmece (mizah) dergisinin adı Diyojen’dir. 1869’da Borlarımızla Yurtdışında Kurulan Sanayi Aynur MELETLİ ğer bir ülke, kaynaklarını yurtiçinde değerlendirmeye ilişkin politikalar geliştirme ve uygulama yetisinden yoksunsa, kaynaklarını gelişmiş ülkelere aktarmaya, onların hammadde deposu, hatta kolonisi olmaya mecburdur. Ne yazık ki, Batı’nın sanayileşmesine gözünü kapayan, 1838’de İngilizlerle imzaladığı Balta Limanı Anlaşması’yla kendi sanayileşme sürecini de daha ba E şında baltalayan Osmanlı’nın da başına gelen buydu. Tanzimat, Islahat fermanıyla hızlanan, sonunda kapitülasyonlar ve Düyunu Umumiye’ye varan yarısömürgeleşme sürecinde Osmanlı; tüm ekonomisini, kaynaklarını aynı zamanda sahibi olduğu dünyanın en zengin bor madenlerini Batılılaşma, serbest ticaret ve borç bulabilme uğruna yabancıların sömürüsüne açmak zorunda kaldı. Aslında bugün de ekonomimiz, yabancı sermayeye verilen ayrıcalıklar, bor madenlerimizin durumu, Osmanlı’nın son döneminden hiç de farklı değil. 1856’da Fransız Desmazures’le başlayan borlarımızın sömürüsü, İngiliz tröst RioTintoUS Borax’a verilen imtiyazla Cumhuriyet döneminde de (1978’de devletleştirilene kadar) sürdü. Bu süre zarfında USBorax, borlarımızı ham olarak yok pahasına yurtdışına uç ürün üretimi için aktarırken diğer yandan da Türkiye’nin pazara rakip olarak girişini engelleme, kendi tekel konumunu sürdürebilme stratejisiyle Türkiye’de bor rafineri tesisi ve bora dayalı sanayi kurmadı. Türkiye’nin de bu yönde teşebbüslerinin önünü, teknoloji vermeyerek, potansiyel bor sahalarını bloke ederek, borun miktar ve kalitesiyle ilgili yanlış raporlar hazırlayarak kesti. Ancak US Borax’ın 100 yılı aşan engellemelerine karşın Etibank, 1968’de Polonya teknolojisiyle Bandırma’da ilk rafine bor ürünleri tesisini kurabildi. 38 yılda rafine tesis sayısını ve üretim kapasitesini artıran Eti Holding’in gelebildiği aşama, ancak rafine bor üretim düzeyi oldu. 152 yıldır bir türlü bor girdili uç ürün üretimini, bora dayalı sanayi kurmayı başaramadık. 142 dolara ham sattığımız borlarımızla üretilen uç ürünleri US Borax ve Solvay’dan birkaç misli fiyata ithal ederek kaynak israfına devam etmekteyiz. Eti Maden’in (her ne kadar rafine bor üretimini artırmaya yönelik politika ve yatırımları olumluysa da) son üretim ve ihracat verilerine, ayrıca borların gsmh içindeki % 0.5’lik katkısına bakıldığında, bor madenlerimizi hâlâ sahip olduğumuz rezerv büyüklüğü (%70) doğrultusunda değerlendiremediğimiz görülmektedir. Eti Maden’in 2005 yılı itibarıyla toplam 2.876 bin ton olan bor üretiminin, 923 bin tonu rafine, 1.953 bin tonu ham cevherdir. 2004 yılı % 14 olan rafine bor üretimi, bu yıl % 32’ye (iki kat) çıkmasına karşın, önceki yıl dünya bor piyasasından % 7 pay alan (bor madeni hariç) Eti Maden’in, fiyatları düşürmesi ve dünyada bor talebinin artmasıyla payı % 6.5’e düşmüş ve borların % 68’i hâlâ ham olarak ihraç edilmektedir. Yine toplam bor satışı iki kat arttığı halde ihracat geliri önceki yıla göre sadece % 20 artan (300 milyon &) Eti Maden’in kârı 36 milyon dolara düşmüş ve rafine bor üretiminde zarar etmektedir. Eti Maden’in yalnız ham bor satışından kâr etmesi de borları ham satmamıza yönelik bir baskıdır Oysa Roskill raporuna göre dünyada rafine bor talebi, cam, seramik, fiber glass sektörlerinde % 100 arttı. Bor madeni gibi oligopol piyasalarda küçük bir talep artışı bile fiyatlarda büyük artışlara neden olur. Kaynakları ekonomik olmaktan çıkmış, bor fiyatlarının düşmesi durumunda rezervleri hızla eriyecek, dolayısıyla varlığını sürdürmesi imkânsızlaşacak olan US Borax talep artışıyla fiyatları artırıp ayakta kalırken Eti Maden’in fiyatları düşürmesi rasyonel bir strateji gibi görünse de, fiyatlardaki düşüşün rakibin pazardaki varlığını tehdit edecek düzeyde olmaması ve borların % 68’inin ham olarak düşük fiyattan ihracı ancak düşük maliyet, en yüksek kâr marjıyla ayakta kalabilmeyi hedefleyen RioTintoUSBorax’a istediği ucuz girdiyi sağlayarak varlığını sürdürmesine yardım etmiştir. Aslında 2172 sayılı yasayla borların devletleştirilmesinin amacı; Türk ulusu adına en etkin bir şekilde değerlendirilmesi, ekonomiye optimum katkı sağlanması idi. Ne yazık ki bor madenleri günümüzde de birkaç ulus ötesi şirketin finansal baskısı ve kıskacında. Ağırlıklı olarak ham ihraç edilmeleri, yerli üreticiye yüksek, yabancıya düşük, farklı fiyat politikası, bor sanayiinin yurtiçi yerine yurtdışında kurulmasına, dolayısıyla kaynaklarımızın, rantın dışarı aktarılmasına neden oldu. Peki ne yapmalı? Dokunulmaz, stratejik borlarımızla gübre mi üretmeli? (Enerji Bakanı Hilmi Güler’in açıklaması, ileri teknoloji geliştirmesi için kurulmuş BOREN, onca kaynak ve bilimsel araştırmadan sonra borlu gübre üretim kararı almış). Yoksa Eti Holding eski pazarlama genel müdürü Ümit Üncü’nün önerdiği gibi hiç bor satmamalı mı! 2.5 milyar ton rezervle dünyaya 470 yıl yetecek zenginlikteki dünyanın en kaliteli borlarına sahipken, talep ve bor kullanımı hızla artarken, öte yandan 200 milyar & dış borcumuz varken, 5 milyon dolarlık yabancı yatırıma dahi Osmanlı’da olduğu gibi çevre, tarihi eser, bor, altın demeden riskli tavizler veren endüstri bölgelerini yasalaştırmışken, en önemlisi teknoloji üretecek bilgiye sahip bilim adamı ve bilgi birikimi varken borları yeraltında atıl bırakmak ne denli akılcıl olur? Tam tersi, hedefimiz, hiç pay alamadığımız 50 milyar & olan uç ürün pazarı olmalı. Ancak bor madenlerinin mülkiyeti, işlenmesi devlette kalmalı, bor ürünlerinin hammadde olarak kullanıldığı sanayi ürünlerini üretecek yerli sermaye yatırımları ya da patentini Türkiye’nin aldığı, teknoloji transferi sağlayarak rekabetimizi, milli gelirimizi artıran özel sektör yatırımları teşvik edilmeli. Ayrıca katma değeri yaratanın aslında bor değil teknoloji, bilgi olduğu gerçeğinden hareketle arge’ye kaynak ayırıp bilim ve ileri teknolojiyi üretmeliyiz. Ancak rafine bor talebinin dünya genelinde artmasına karşın Avrupa’da düşmekte olması, (% 9.3) ve borun perkarbonat, karbon bileşikleri ve fosfatla ikame edilmesi, salt üstünlüğümüz olan ileri teknolojilerin girdisi, borlarımızı değerlendirmede elimizi çabuk tutmamızı gerektirmekte. Hele 152 yıllık bir gecikmeden sonra. Bu konuda tek ihtiyacımız, ülke çıkarlarını her şeyin üstünde tutan bir zihniyet, Eti Maden’i de aşan kararlı ve basiretli siyasal bir yönetim. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle