15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 KASIM 2006 CUMA 4 HABERLER DÜNYADA BUGÜN ALİ SİRMEN GÜLDÜNYA DAVASINDA AVUKATTAN İLGİNÇ SÖZLER ADLİ TIP KURUMU’NDA KADROLAŞMA İDDİALARI 10 Kasım’da... 60 yıldan beri 10 Kasımlar bana kasımpatlarını çağrıştırır. İlk kez küçücük bir çocukken, Galatasaray Lisesi İlkokulu’nda katılmıştım 10 Kasım törenine; kasımpatlarıyla bezenmişti salon. 1959 yılında lise son sınıfa kadar hep öyle sürdü gitti. Kasımpatları hiç eksik olmadı salondan. Eskiden, 10 Kasımlarda, yalnız tören yapılmaz ama aynı günde gazeteler siyah başlıklarla çıkar, radyolarda müzik ve eğlence programları kesilerek, sadece klasik müzik yayını yapılırdı. Çoksesli müzik neden bizde yas simgesi olarak görülmüştür, onu da hiç anlayamadığımı belirteyim. Türkiye’deki Atatürk tutkusu, yabancıları haklı olarak şaşırtabilir. Oysa bu davranış, bir kişinin efsaneleştirilmesi, kimilerine göre ilahlaştırılması, kimi başkalarına göre de putlaştırılması değil. Atatürk, eşi az görülür, kurtarıcı, devlet kurucu, devrimci bir devlet adamının da ötesinde, tarihinin son dönemlerinde, hep itilip kakılmış, askeri alanda olduğu kadar uygarlık savaşlarında yenilmiş, her dayatılanı kabul etmek zorunda kalmış bir toplumun silkinmesi, bittiğinin sanıldığı anda küllerinden doğması ve yepyeni ufuklara yönelmesinin ifadesidir. Kısacası toplum, Atatürk’ü anarken, baş tacı ederken, kendi teslim olmamışlığını, canlı varlığının azmini, kendi öz başarılarını ve kimliğini kutsuyordu. ??? Zaten Mustafa Kemal’in kendisi de, gökten zembille inmiş, olağanüstü azmi ve dehasıyla, toplumun birkaç yüzyıllık miskinliğini ve aczini, büyük bir enerjiye, her alanda kurtuluş azmine çevirmiş bir tekil kişi olmanın ötesinde, son birkaç yüzyıllık toplumsal birikim ve atılımlarımızın senteziydi. Onun düşünsel birikiminin ardında, içinden çıktığı toplumun, yıllarla elde edilmiş birikim ve kazanımları, önderi olduğu ulusal kurtuluş savaşının ardında da, hepsi halk iradesine dayanan, hepsi işgali ve boyun eğmeyi reddeden, 28 yerel ve ulusal kongrenin varlığı yatmaktaydı. O yüzdendir ki Atatürk Selanik’te doğmayıp, Diyarbakır’da doğsaydı, Türk olmayıp, Kürt olsaydı, şimdi adı Atakürt olurdu, yollu yakıştırmalar, ilk bakışta ne denli zekice görülürse görülsün, aslında tarihi ve toplumsal gerçeklerle ters düşen bir fantezinin ötesine geçemez. Aynı şekilde, gösterdiği büyük azimle, sahip olduğu ileri görüşlülükle, az zamanda büyük işler kazanmış bir toplumun, daha sonra, inanılması güç de olsa, açıklanması mümkün nedenlerle, yeniden teslimiyetin ataletine, dayatılanları çaresiz kabul zilletine düşünce, umar olarak ikide bir “bize yeni bir Atatürk gerek” diyerek, gelmeyecek olan Godot’yu beklemeye koyulmasının da bir anlamı yoktur. ??? Yeni bir Atatürk, ancak toplumsal koşullar oluştuğunda, ulusal irade yeniden toparlanıp kendisine önderlik edecek bir enerjiyi aramaya koyulduğunda gelecektir. Kuşkusuz aynı suda iki kez yıkanamayacağına göre, gelen yeni Atatürk de, tıpatıp Mustafa Kemal’in aynısı olmayacağı gibi, yöntemleri de aynı yöntemler olmayacaktır. Bugün bir yas günü olmalı mıdır? Toplum bu büyük enerjisinin, çağdaşlığı yakalamanın, uygarlık yarışında büyük özveriler ve eforla en önde gideni yakalamanın nefes nefese çabasını vermeyecekse eğer, kendi yarattığı mucizenin bütün kazanımlarını ve dinamiğini yitirdiği için, ne kadar yas tutsa azdır. “Laiklik, eğitim, bağımsızlık, ulusal onur, kendine güven, daha güzel yarınları yaratma azmi ve bütün bunlara erişme çabasının yarattığı birlik duygusunu yitirmiş bir toplum, yas tutarak, yitirdiklerini yeniden kazanabilir mi” derseniz eğer, tabii ki, bunun yanıtı “hayır”dır. Yas bir şey kazandırmadığına göre, o zaman yapılacak olan şey, oturup ciddi ciddi yitirilen kazanımların muhasebesini yapmak, bu kayıpların nedenlerini yeniden irdelemek ve yeni atılımların gerçekleştirilmesini sağlayacak birikimlerin nasıl elde edileceği ve enerjiye dönüştürülebileceğini aramak ve harekete geçmek gerekmektedir. Ne yazık ki, şu günlerde böyle hummalı bir faaliyet içinde olan, Mustafa Kemal’de simgeleşen o mucize yaratan toplum değil, ama onun karşıt güçleridir. Töreyi savundular ‘Keyfi uygulama’ ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Güldünya Tören’in, ‘‘evlilik dışı ilişkiden hamile kalarak bir çocuk dünyaya getirdiği’’ gerekçesiyle öldürülmesine ilişkin yargılanan iki kardeşinin mahkum olduğu davanın temyiz duruşması, Yargıtay’da yapıldı. Sanık avukatlarının töreyi savunan sözleri ise dikkat çekti. Yargıtay 1. Ceza Dairesi’ndeki duruşmada söz alan sanık kardeşler Ferit Tören ve İrfan Tören’in avukatı Ünal Yavuz, Güldünya Tören’in öz amcasının kızının eşiyle ilişkiye girdiğini, bu kişiyle 2 yıl ilişki yaşadığını, hamileliğinin 7’nci ayı gelince bu durumu saklayamadığını savundu. Bunun üzerine, Güldünya Tören’in İstanbul’daki amcasının yanına gönderildiğini anlatan Yavuz, kız kardeşini öldürdüğü belirtilen İrfan Tören’in silahla yaralama ve öldürme olayları sırasında olay yerinde olduğuna dair kesin bir delil bulunmadığını öne sürdü. Yavuz, Güldünya Tören’i kardeşi Ferit Tören’in yaraladığını iddia etti. Yavuz, Ferit Tören’in memleketinde dar bir çevrede yaşadığını, ‘‘Senin kardeşin namussuz’’ sözlerine maruz kaldığını ve tahriklere kapılarak eylemi gerçekleştirdiğini ileri sürdü. Yavuz, ‘‘Güldünya’nın eylemi aile şerefini lekelemiş, namusunu iki paralık etmiştir’’ diye konuştu. Sanıkların diğer avukatı Mehmet Seyhan da ‘‘Türkiye’deki yasalara göre namus mevhumu mukaddes bir şeydir. Namus kavramı ne şekilde ele alınırsa alınsın, cinsellik Türkiye şartlarında başı boş bir olay değil. Cinselliğin de bir sınırı vardır. ‘Ben istediğim gibi cinsel hayatımı yaşarım’ demek doğru değil. Toplum, fuhuş suçunu cezaya çarptırmaktadır’’ dedi. Duruşma, karar için ertelendi. İstanbul Haber Servisi Adli Tıp Uzmanları Derneği (ATUD) ve İstanbul Tabip Odası (İTO) tarafından yapılan ortak açıklamada, ‘‘Adli Tıp Kurumu tarihinde ilk kez, AKP iktidarı döneminde, herhangi bir akademik kariyeri olmayan biri uzman kurum başkanlığına getirildi” denildi. Adli Tıp Uzmanları Derneği ve İstanbul Tabip Odası, Adli Tıp Kurumu'ndaki kadrolaşma ve sürgünlere dikkat çekmek için ortak bir basın toplantısı düzenledi. Her iki kurum adına ortak açıklama yapan ATUD Başkanı Prof. Dr. Sermet Koç, Türkiye'de adli tıp alanındaki başlıca bilirkişilik kurumu olan Adli Tıp Kurumu'nda keyfi uygulamaların devam ettiğini belirtti. Adli Tıp Kurumu başkan, başkan yardımcıları ve hayati öneme sahip raporlara imza atan ihtisas kurulları üyelerinin siyasi iktidarların kararlarına göre atandığını belirten ATUD Başkanı Prof. Dr. Sermet Koç, Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in 2004 yılında basına verdiği bir mülakatta ‘‘Adli Tıp'ın yetersizliğinin yargıyı erozyona uğrattığı ve işlerin yürümediği''ni itiraf ettiğini anımsattı. Prof. Dr. Sermet Koç, ‘‘Bu itiraf bile AKP hükümetinin partizanca davranma güdüsünü engellemiyor” dedi. ‘Atamalara son verilsin’ Keyfi atamalara derhal son verilmesi gerektiğini belirten ATUD Başkanı Prof. Dr. Koç, üniversitelerin adli tıp uygulamalarındaki rolünün evrensel normlarla uygun hale getirilmesini, adli tıp uzmanlarının özlük hakları konusunda tüm personeli kapsayan köklü değişikliklere gidilmesi gerektiğini vurguladı. asirmen?cumhuriyet.com.tr Şaban Amcam ölmüş. Öleli 10 gün olmuş, tesadüfen öğrendim. Amcamın çocukları becerip beni haberdar edememişler. Eshabı Kehf mezarlığına babamın yanına gömmüşler. Ayşe yengemi aradım, sesimi duyar duymaz ağlamaya başladı. Amcam 90 yaşındaydı. Tarsus’a her gittiğimde yanına uğrar, ailenin geçmiş öykülerini ondan dinlemekten zevk alırdım. 1974 yılının Mayıs ayında çıkarılan Af Kanunu, Erbakan ve arkadaşlarının son dakikada tavır değiştirmesi nedeniyle “düşünce ve örgütlenme suçları”nı kapsayan TCK’nin141. ve 142. maddesini dışarıda bırakmıştı. Bizler temmuz ayında Anayasa Mahkemesi’nin, Af Kanunu’nu eşitlik açısından düzeltmesiyle tahliye edilmiştik. 19’u 20 Temmuz’a bağlayan gece Ankara’dan Tarsus’a döndüm. Sabaha karşı otobüsün radyosundan Kıbrıs’a çıkarma yapıldığını öğrendik. Annem ve kardeşlerim köyün yakınlarındaki bağımızdaydılar. Üzümleri kesip sandıklara koyuyorlardı. Karşı bağdan sesimi duyan amcam da koşup gelmişti. Sarılırken ağlıyordu: “Oralım seni gördüm ya artık ölsem de gam yemem. Senin asılacağını söylemişti köyün gericileri. Bak şimdi geldin. Haydi yürü köy kahvesine gi Şaban Amcam… dip oturalım ve bunun keyfini çıkaralım.” Şaban Amcam, çok fazla siyasi bir kimse sayılmazdı. Söylenenler içine oturmuştu.Yetim büyüyen üç kardeşin en küçüğüydü. Dedem Hüseyin, Birinci Dünya Savaşı’na gitmiş ve bir daha geri dönmemişti. Ondan hiç haber alamamışlardı. Babam 1911 doğumluydu, dedemin savaşa gidişini hayal meyal hatırlıyordu. Şaban Amcam ise 1916 doğumluydu, babasını hiç görmemişti. O zamanlar babamların köyünde (Dedeler) ilkokul olmadığı için 10 kilometre ötedeki Ulaş köyünün ilkokulunda okumuşlardı. Babaannem Kara Fatma Yörüktü. Üç yetim oğlan çocuğunu tek başına okutabilmek amacıyla ne çok sıkıntılara katlanmıştı. ??? Şaban amcam, üç kardeşin en küçüğüydü, aynı zamanda en kavgacısı. Aksiydi, ama müthiş bir mizah yeteneği vardı. Onunla sohbet etmekten özel bir zevk alırdım. Akşamları bir duble rakı içerdi ve arkasından namaza dururdu. “Yeğenim, rakı ilaç, kalbime iyi geliyor, bu yüzden günah sayılmaz” diyerek kendini savunurdu. Babam okuduğu için köyü terk etmişti. Annesi ve diğer kardeşleri köydeydiler. Dededen kalma geniş toprakları vardı. O toprakları sata sata yaşamlarını sürdürebilmişlerdi. İsmail Amcam köyler kâtibiydi. Çevre köylerin defterlerini, hesaplarını tutar, muhtarların bütün bürokratik sıkıntılarına çare bulurdu. Bir süre sonra İsmail Amcamlar da köyden şehre göçtüler. Yalnız Şaban Amcam köyde kaldı. Köye gittiğimizde babaannemle birlikte oturdukları eve uğrar ve eski günleri yâd ederdik. Şaban Amcam da sonunda şehre göçtü. Köydeki ev hâlâ duruyordu. Bir yoksul eviydi. Babaları Birinci Dünya Savaşı’nda yaşamını yitirmiş bir gariban ailenin eviydi. Babaannemin bir önceki eşinden olan iki oğlundan birisi Çanakkale savaşlarında ölmüştü. Bir küçüğü ise köyün içinde Fransız işgaline direnirken yaşamını yitirmişti. Babaannem Çanakkale’de şehit düşen oğlundan küçük bir maaş alırdı. O para köy yerde çok kıymetliydi. ??? Şaban Amcam özellikle 1950’li yıllarda ailenin en yoksuluydu. Geniş bağları ol masına rağmen üzüm para etmediği için kışlık erzakı çıkarmakta zorlanırdı. Faizcilerden para almak zorunda kalırdı. Buna rağmen o da çocuklarını okutmaya özel bir gayret gösterdi. Şaban Amcam, bizim ailenin köyle bağının son halkasıydı. Yakın yıllara kadar köye gider, bağların başında durur, bir geleneği sürdürürdü. Bizim köydeki bağlarımızın bulunduğu bölgenin adı Ağdanlar. Hâlâ orada para getirmese de bağlarımız bulunuyor. Orada benim çocukluğumun, ilkgençliğimin yoksul, keyifli, umut dolu anıları yatıyor. Şaban Amcam tavukçuluk yapardı. Tavukları tilkiden, kurttan korumak için tuzaklar kurardı. Yine de tilkilerle başa çıkamazdı. Balcılık yapardı, eşekarılarıyla savaşırdı. Biz de onunla bu kavgalara katılırdık. Şaban Amcamın yedi, İsmail Amcamın sekiz çocuğu vardı. O yöreyi şenlendirirdik. Oyunlar oynar, ağaçlara tırmanır, küçük göletlerde çimer, eğlenirdik. Şaban Amcam, köyle son bağımızdı. Geçmiş tarihle olan son halkamızdı. Hâlâ geçmişe ilişkin konuşacaklarım vardı onunla. Yok artık. Babam da yok, amcalarım da. Yörük kızı Kara Fatma’nın, Kürt Hüseyin’in çocukları yok artık… Ağdanlar sessizliğe büründü… CUMHURİYET 04 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle