14 Mayıs 2024 Salı English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 10 KASIM 2006 CUMA 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Ölümsüz Atatürk Prof. Dr. Metin KALE ürk Devrimi’nin ve Anadolu Türk Aydınlanması’nın yaratıcısı olan Atatürk, kısacık hayatının 26 yılını asker olarak yaşamış ve bunun da 11 yılında, savaş alanlarında muzaffer bir komutan olarak bulunmuştur. Henüz 16 yaşındayken, Manastır Askeri Lisesi’nde sıtmaya yakalanmış, Trablusgarp’ta gözlerinden ve dünya savaşının sonlarında böbreklerinden rahatsızlanmıştı. 1920’de dalak büyümesi saptanmış, Cumhuriyetin ilan edildiği günlerde ve 1927’de iki kez kalp krizi geçirmişti. Görüldüğü gibi Atatürk ne yazık ki sağlıklı bir bünyeye sahip değildi. Atatürk’ün sağlığı 1935’ten sonra bozulmaya başladı denilebilir. Karaciğer yetersizliğinin ilk belirtileri olan kaşıntı, burun kanaması, halsizlik ve yorgunluk 1937 yılında başlamıştır. Bu dönemde karaciğer hastalığı olabileceği düşünülmediği gibi şikâyetleri günübirlik giderilmeye çalışıldı. Atatürk 21 Ocak 1938’de kaplıca sularından faydalanmak ümidiyle Yalova’ya gider. Kaplıca Prof. Nihat Reşat Belger’in yönetimindedir. Belger, karaciğerde büyüme ve sertleşme saptar. Kaşıntı ve bu Devrimciliğin Ölümü 10 KASIM’LARIN hep aynen tekrarlanan kısır matem törenleri olmaktan çıkarılıp düşünme günlerine çevrilmesi, acaba beklenen ‘‘düşünce bereketi’’ni sağlamış mıdır? Öyle bir bereket yerine, belirli bir kalıba indirgenmiş Atatürkçü düşüncenin tekrarlanıp durması söz konusu değil mi? Evet, törenler çok önemli bir kaybın arkasından yas tutma ve dövünme olmaktan çıkarılmıştır ama, şimdi de hiç bozulmasın diye mumyalaştırılmış bir düşüncenin önünde saygıyla ve özlemle eğilme söz konusuymuş gibi geliyor insana. Daha doğrusu, belki de çok olumsuz bir izlenim yaratmama endişesiyle şu söylenebilir: Atatürkçü düşüncenin özündeki bu ‘‘yöntemsel’’ denebilecek devrimci özellikten daha çok, düşüncenin içeriğine önem verilmekteymiş gibi bir durum söz konusudur. Nutuk’tan ya da başka söylevlerden alınma sözler ve parti programındaki ilkeler yan yana getirilerek kalıplaştırılmış bir içerik oluşturulmakta, hep o tekrarlanmakta, ona bağlılık ya da ondan kopukluk tartışmaları yapılmakta. öyle olunca, düşüncenin asıl dinamizmini oluşturan ‘‘devrimcilik’’ de sıradanlaşıyor, düşünce kendi yaratıcılığını, geleceğe dönük canlandırıcılığını yitiriyor. ‘‘Altı ok’’ anlatılırken bile sıra bu oka gelince, ileride devrilmesi gerekenlerden daha çok geçmişte devrilmiş olanların öne çıkarılması dikkat çekici değil mi? Oysa, söz konusu olan, en iyi biçimde ‘‘Durmayalım, düşeriz!’’ sloganıyla özetlenebilecek bir yaklaşımın vurgulanmasıdır: Cumhuriyet, her durumda ve her olayda atılganlığını yitirirse, durağanlığa düşüp durduğu yerde eskimeye, çürümeye yüz tutabilir. Nitekim, şimdiki sorunların, hatta cumhuriyete yönelik tehditlerin gerisinde bu durağanlaşma yatıyor. Sorunlarla baş etmek ve tehditleri yenmek için çareyi geleceğe yönelik adımlarda arama yerine geçmişteki sözlerden ya da kalıplaşmış ilkelerden medet ummanın nedeni de bu. Her vesileyle tekrarlanan Anıtkabir ziyaretleri, Cumhuriyetin kurucusunu saygıyla anmanın ötesinde ve belki de bundan daha önce, şimdiki çaresizliklere geçmişten çare aramanın bir belirtisi sayılmaz mı? evrimciliğin Atatürk’le birlikte ölmüş olması yüzünden Türkiye’nin ne durumlara düştüğü artık açıkça ortaya çıkmıştır. Bu durumu tam bir nesnellikle çözümlemek ve dıştan söylenenleri yerine getirmeyi çağdaşlık sayanlara aldırış etmeden, Cumhuriyetin özündeki devrimci felsefeyi yeniden canlandırıp bugünlere o açıdan bakmak gerekiyor. Bu, geçmişte söylenenleri ve yapılanları tekrarlamak demek değildir. Hatta, ‘‘yarım kalmış’’ denen devrimleri kaldıkları noktadan başlatmak da değil. Aradan geçen yarım yüzyılı aşkın ‘‘karşıdevrim’’ süreci çok köklü ayıklamaları, arındırmaları ve yepyeni başlangıçları gerektirebilir. Osmangazi Üniv. Tıp Fak. Eskişehir den sonra Balkan Antantı sebebiyle Ankara’ya geçer. 27 Şubat’ta Balkan devlet adamlarıyla görüşmelerde bulunur, akşam verilen davete katılırsa da ayakta duramayacak haldedir. Başbakan Bayar, yurtdışından uzman getirilmesine izin istediği halde Atatürk, “Ortada Hatay sorunu var. Hastalığım hariçte duyulursa fena olur” diyerek karşı çıkar. Atatürk’ün sağlık durumu hakkında ilk konsültasyon 6 Mart günü yapılır. Türklüğün bu büyük dehası artık dönülmez bir yolda ve sonsuz ölüm ülkesinin eşiğine doğru ağır ağır ilerlemektedir. 16 Mart günü Bayar’a “Çocuk, ne yapacaksan çabuk yap. Ben hastayım” demesi üzerine Paris Tıp Fakültesi’nden aynı zamanda patalog da olan, karaciğer uzmanı Prof. Fissenger davet edilir. Fissenger 28 Mart günü Çankaya’da Atatürk’ü muayene eder ve karaciğerde büyüme ile karında sıvı saptar. Ayrılırken Fissenger, Başbakan Bayar’a “Söylediklerimi yaparsa 78 yıl daha yaşayabilir” demesine karşın Atatürk sadece 3 gün önerilerine uyar. 19 Mayıs törenleri onun Ankaralılarla son buluşması olacaktır. Törenden hemen sonra Hatay sorununa verdiği önemi göstermek amacıyla, kendisine son darbeyi vuracak olan yorucu Mersin ve Adana seyahatlerine çıkar. Bu seyahatler sonunda Fransız hükümeti Hatay konusunda tüm koşullarımızı kabul ettiklerini açıklar. Adana’dan Ankara’ya döndüğünde bitkindir, ertesi gün pek yorgun olarak İstanbul’a giderken istasyonda Şükrü Saracoğlu’nun Falih Rıfkı’ya “Falih, Atatürk’ün derisinin rengine bak. Bu bir ölü rengi” sözleri, durumu açıklar gibidir. 27 Mayıs’ta İstanbul’a varır. Haziran ile birlikte sıkıntıları giderek artmaya başlar. 8 Haziran’da ikinci gelişinde Fissenger hastalığın ilerlemiş olduğunu görür. 19 Haziran’da Romanya Kralı Karol’u kabul edip ertesi gün de 4.5 saat süren Bakanlar Kurulu’na başkanlık eder. Durumu giderek bozulunca 8 Eylül’de Fissenger 3. kez tekrar gelir. Her ne kadar Atatürk’ün ölümüne sebep olan hastalığın “alkole bağlı siroz” olduğu kabul edilse ve Türk doktorlar ile Avrupa’dan çağrılanlar arasında görüş birliği var gibi görülse de, 8 Eylül’de Neşet Ömer, Nihat Reşat Belger ve Fissenger tarafından imzalanan ortak raporda Fissenger, “Laennec tipi skleroz hepatit, yani alkole bağlı siroz olamaz. Söz konusu olan hanot tipi hipertrofik skleroz hepatittir, yani alkol dışı bir nedene bağlı sirozdur” notunu düşmüştür. Atatürk doktorların alkol konusundaki uyarılarını hem ciddiye almıyor hem de inanmıyordu. T run kanamasını da buna bağlayarak siroz tanısı koyar. ‘Çabuk ol çocuk’ Etraftakiler telaşlanırlar ve hemen Ankara’dan özel doktoru olan Neşet Ömer çağrılır. Neşet Ömer de muayene eder, tanı doğrudur. Ne yazık ki tanıda bir gecikme olmuştur. Eğer erken tanı konulsaydı, Atatürk daha bir süre yaşayabilirdi belki, ama onun gibi yüksek şahsiyetler kendi alışkanlıkları içinde kendilerini bulurlar ve bu alışkanlıklar içinde yaşarlar. Atatürk Yalova’da 11 gün gerekli istirahat ve tedaviden sonra kısmen iyilik hali üzerine Bursa’ya gelir ve Merinos’un açılışını yapar. Akşam Çelik Palas’ta şerefine verilen baloda vals yapar, sonra orkestradan Sarı Zeybek çalmasını rica eder. Bir kahramanlık ayini yaparcasına Zeybek’i oynayan Atatürk, kadere ve doğaya karşı başkaldırıp yıkılmadığını, ayakta kaldığını ispat etmek ister gibidir. Balodan çıkışta tek başına yürürken yorulduğunu hisseder, arabasına bindiğinde şoföre “Çabuk ol çocuk, üşür gibi oluyorum…” der. Uyandığında ateşi vardır, Neşet Ömer “zatürree” tanısı koyar. Bir hafta tedavi D B rum. Kafam çok ama beni mustarip edecek kadar çok ve hızlı çalışıyor. Vakit vakit onu uyuşturup biraz dinlenmek ihtiyacını duyuyorum…” demiştir. Daha hastalığın başlangıcında İsmet Paşa’ya “Ben bunun alkole bağlı olmadığını göstereceğim” dediyse de ne kendisi ne de bundan kuşkulananlar gerçeği zamanın koşulları içinde hiçbir zaman öğrenemediler. Tanıda geç kalındığını Atatürk kendisi de fark eder ve Cenevre’de bulunan Afet İnan’a 14 Haziran’daki mektubunda şunları söyler: “Bence doktorların yanlış görüş ve hükümleri nedeniyle hastalık durmamış, ilerlemiştir. Zamansız ayağa kalkmak, yürümek, burunda yapılan atuşmanlar üzerine gelen kusma, yapılan istirahatleri hiçe indirmiştir.” Çok istemesine karşın o yılki Zafer Bayramı törenlerine katılamaz. Sabiha Gökçen’e “Ulusal heyecan 1922’lerdeki gibi ayakta tutulabiliyor mu? Gazeteler 30 Ağustos’un önemini iyi belirtmişler ve iyi değerlendirmişler mi” diye sorar. O günlerde Berlin’den G. Bergmann ve Viyana’dan H. Eppinger gibi uzmanların gelmesi de durumu değiştirmez. 7 ve 21 Eylül’de kendisine çok sıkıntı veren karındaki sıvı alınır, fakat alınan sıvı süratle yeniden birikmektedir. PENCERE ‘Saat Kaç?..’ Atla deve değil, gözünüzde büyütmeyin, insanlık tarihini ele alırken dönüm noktaları vurgulandı mı iş kolaylaşır... Geçmişte insanın tohumlanmasından sonra başlayan göçerlik süreci insanın toprağı tohumlamasına dek sürdü... Sonra?.. Bir arada yaşamanın zorunlu kıldığı kurallar devlet düzenini ortaya çıkardı... Sonra?.. Akıl devreye girinceye dek devlet düzeni inançla, dinle özdeşti... Ne zamana kadar? ? Tarih krallar, imparatorlar, şahlar, padişahlar, savaşlar, istilalar falan, filan meşheri... Ezber.. ezber.. ezber.. Canımıza okunuyor... Tarihin anlamını açıklamadan öğrenciye yaşanan olayları ezberletmek, belleğe işkencedir... Başlangıçtan 1789’a dek geçmişte kurulan tüm devletler dincidirler... İster Hıristiyan olsun.. İster Müslüman.. İster başka dinden.. Ne olursa olsun.. Ne fark eder ki?.. İnsan birey değil, kuldu geçmişte; kralın, imparatorun, senyörün, padişahın, prensin, şahın emrinde kul... ? Koskoca tarih kapsamında insan bilim devrimiyle birlikte sanayileşme sürecine girmiş; ‘Rönesans’ı, ‘Reform’u, ‘Aydınlanma’yı yaşayarak laikliği benimsemiş, demokrasi düzenini kurmuş... Nerede?.. Hıristiyanlık dünyasında!.. Nerede?.. Avrupa’da.. Ya İslam coğrafyasında ne var ne yok?.. Dinci devlet sürüyor... Ve sürmekte.. ? Bir tek istisna Türkiye!.. Ve müstesna Atatürk!.. Ülkede en bilimden uzak kişinin bile bu olanağanüstü durumu öğrenmesi, bilmesi, kafasına çakması geleceğimizin güvencesi için gerek... ? Batı’daki gibi bilimsel devrim, Reform, Rönesans, sanayileşme, Aydınlanma evrelerini yaşamadan çağdaşlaşmak için, hem emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşı veren, hem savaşı Aydınlanma Devrimi’ne dönüştürerek laik Cumhuriyet devleti kuran lider Mustafa Kemal Atatürk’tür... Ve bu nedenledir ki Türkiye bugün Avrupa Birliği’ne üye olabilecek kimliğe erişmiştir. Gireriz, girmeyiz.. O başka iş!.. ? Reform, Rönesans, Bilimsel Devrim, sanayileşme, endüstri burjuvasının ve proletaryanın oluşmasıyla tabandan tavana doğru dinci devleti yıkarak laikliği benimsemek ve demokrasiye geçmek bir başka tarihsel süreç... Emperyalizme karşı Milli Kurtuluş Savaşı’yla tavandan tabana laiklik ve demokrasiyi kurmak bir başka tarihsel süreç... Atatürk zorunlu olarak ikinci süreci yeğledi ve hayata geçirdi... Tarihte bir eşi daha yoktur... Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin de tarihte ve günümüzde bir eşi daha yoktur... ? Her devrimin ‘eşyanın tabiatı icabı’ bir karşıdevrimi oluşur... Bugün Türkiye’de imam okulunda şartlanmış bir kişinin iktidara oturması karşıdevrimin başarısını vurgulamaktadır... Karşıdevrim tabanını oluşturdu, iktidara geçti... Biz buna karşı ne yapıyoruz?.. Türkiye bugün uygarlık kapsamında topun ağzındadır... Dinci devlete geri dönüşü savunan partiler, gazeteler, televizyonlar, tarikatlar, cemaatler, kurumlar, okullar seferberlik durumundadırlar... Tümü de Atatürk düşmanıdırlar... İnsanlık tarihinde bir olağanüstü uygarlık devrimini gerçekleştirmiş kişiyi yıkmak istiyorlar... Evet, tekrar soruyorum: Biz bu seferberliğe karşı ne yapıyoruz?.. Türkiye topun ağzındadır.. Top ne zaman patlayacak?.. Saat kaç?.. ‘Öngörüleri hep doğrulardı’ 15 Eylül’de vasiyetini yazdırır. 18 Eylül’de Dolmabahçe’de Başbakan Bayar ile 4 yıllık ekonomik planı görüşür. Bayar’a “Bizim bu işleri bitirebilmemiz için en çok 3 yıla ihtiyacımız var… Bir umumi harbi bu yıl değil, gelecek yıldan itibaren beklemelidir” sözleriyle bir öngörüde daha bulunur. İlk komaya 21 Eylül’de girer. İki gün sonra gözlerini açtığında başucunda bekleyen Afet İnan’a “…Ölüm demek böyle olacakmış, kızım” sözleri dökülür ağzından. 16 Ekim günü 4 gün süren bir koma dönemi daha olur. 29 Ekim’de durumu iyice ciddileşince, törenlere katılamayacağını anlar ve yapacağı konuşmayı Bayar’dan rica eder. Dolmabahçe önünden geçen gençlerin coşkusu karşısında Neşet Ömer ve Salih Bozok’a “Duyuyor musunuz? Cumhuriyeti emanet ettiğimiz gençlerimiz... Öyle bir nesil yetişiyor ki, bu neslin heyecanı, yurt ve bayrak aşkı köreltilmeyecek olursa, dünyanın en mutlu ülkesi biliniz ki Türkiye olacaktır. Gençliği köreltmek isteyenler çıkacaktır. Tarihe bakınız, ulusların mutluluğuna, esenliğine gölge düşürecek bedbahtların çıktığını görürsünüz” diyerek bir kez daha gençliğe verdiği önemi dile getirir. 8 Kasım’da girdiği komadan çıkamayan Atatürk, son nefesini verirken, başucundaki doktorlar derin bir sessizlik ve keder içinde ölüm raporunu düzenlediklerinde Hasan Rıza Soyak’ın şu sözleri yankılanır: “Kılıç bak, koca bir tarih göçüyor.” Hayatını ve kişiliğini Türk ulusunun hizmetine sunan, Türk’ün gıpta ettiği, övdüğü ve övündüğü niteliklerin hepsini kişiliğinde barındıran Atatürk, hâlâ Türk ulusuna ruhundaki ateşten canlılık vermektedir. Aziz hatırası sönmez bir meşale olarak ruhlarımızı daima ateşli ve uyanık tutmaya devam edecektir. ‘Beynimi yavaşlatamıyorum’ Bir gün Hasan Rıza Soyak, Atatürk’e dilinin döndüğü kadar ve nezaketle, hoşgörüsüne sığınarak “her akşam içmekten vazgeçmesini ve böylece bundan kendisinin de memnun kalacağını” ifade edince, “Haklısın, bunları ben de bilmez değilim çocuk. Fakat ne yapayım ki içmeye mecbu CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle