20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 22 EKİM 2006 PAZAR 10 PAZAR YAZILARI dishab?cumhuriyet.com.tr Sıradan bir gün: 12 Ekim 2006 aris her zamanki gibi o sabah da bir önceki geceden kalma sarhoşluğunu henüz atamamış, mahmur dolaşır bir havadaydı. 12 Ekim, ortalama Parisli için her güzel sonbahar günü gibi sıradan bir koşuşturmayla başlamıştı. Nemli ve serin iklim, hava raporunun müjdelediği parlak ve ılık güne ulaşabilmek için sıyrılması gereken ince gri örtüsünü terk etmeye pek niyetli gözükmüyordu. O sabah biz de sıradan bir Parislinin pek alışkın olmadığı bir adrese koşturuyorduk. Kral 14. Louis’nin kızı Louise Françoise de Bourbon onuruna inşa edilmiş (1722 1728) ‘‘Palais Bourbon’’a gidiyorduk. Diğer namı Millet Meclisi olan Bourbon Sarayı, 1789 Devrimi’ne kadar epeyce el değiştirdikten sonra 1791’de ‘‘kamulaştırılmıştı’’. 1879’da Fransız Cumhuriyeti’nin Ulusal Meclisi’ne dönüşecek bu ‘‘Milli Varlık’’ın Yunan tapınaklarını andıran 12 sütunlu ön cephesini 1795’te Napoleon Bonaparte yaptırmıştı. Sarayın 577 milletvekilini ağırlayan toplantı salonu ilk bakışta meclisten ziyade görkemli bir tiyatro veya opera salonunu andırıyordu. İlk katı dinleyicilere, üst katı da basına ayrılan iki katlı locaları bu izlenimimizi pekiştiren görüntülerdi... Çoğunluğu Türk, 20 civarında meslektaşımızla localarımıza kurulduk. Ziller 9.25’te çaldı, ‘‘gösteri’’ pardon ‘‘oturum’’ öngörüldüğü saatte, yani tam 9.30’da P açıldı. 2 saat sonra, oylama anında sayıları 129’a ulaşacak milletvekillerinden 30 kadarı kırmızılı sıralarına yerleştiler. ‘‘Ermeni soykırımını inkâra ceza’’ yasa tasarısına karşı olduğunu önceden duyuran iktidar partisi UMP milletvekillerinden Meclis Başkanı JeanLouis Debre’nin yerine Sosyalist Partili Başkan Yardımcısı Helene Mignon bu hassas oturumu yönetecekti. Yanda parantezde elektronik adresini görebileceğiniz (http://www.assembleenationale.fr/12/cra/20052006/225.asp) meclis tutanaklarında Fransızca ayrıntılarını izleyebileceğiniz bir iki heyecanlı an dışında çok sıradan bir gün yaşadık. Önce tasarının raportörü Sosyalist Rene Rouquet (1989’dan beri Ermeni kökenlilerin en yoğun yaşadığı Alfortville’in Belediye Başkanı) söz aldı: ‘‘Bu mekânda son düzenlenen Çocuklar Meclisi’ne katılan Alfortville Çifte Dil Okulu öğrencileri şöyle bir yasa tasarısı önerdiler: Bizleri dünyada ırkçılık ve barış konularına hassas yetiştirdiniz. Eski Yugoslavya ve Ruanda’da yaşananlar soykırım tehlikesinin silinmediğini gösterdi. Öyleyse yeni soykırımların önünü alabilmek, öncekileri toplubellekte canlı tutabilmek için bunların yadsınmasını engellemeliyiz. İşte, ben de Ermeni asıllı bir Fransız olarak...’’ diye başlayan Rouquet 2 saat her konuşmacıdan duyacağımız nakaratları sıraladı. ‘‘Ermeni soykırımının inkârının cezalandırılmaması, Ermeni halkının onurunu hiçe saymaktır. Cumhuriyetimiz inkârcı gösterilere bile karşı çıkamamaktadır. Parlamento tarih yazmaz ama adalet, onur ve cesareti oylar. İnkârcılığın reddini cezalandırma hakkına sahiptir...’’ Sonraki konuşmacı François Rochebloine (iktidar ortağı, liberal sağ UDF partisi üyesi): PARİS UĞUR HÜKÜM ‘‘Soykırımda dönemin Türk devletinin doğrudan katılımı ve sorumluluğu kanıtlanmıştır. Kurbanı cellat, cellatı kurban yapacak bir tarih yazımına kefil olamayız. Türkiye bize ders veremez. Kamu özgürlükleri, ceza yasalarını yorumlayan kendi mahkemelerine baksın...’’ Komünist parti milletvekili Frederic Dutoit: ‘‘Fransa tarihi boyunca insan hakları ve evrensel değerlerin savunulmasında başı çekmiştir. Dünya belleğinin açıkça ifade edilebilmesini kolaylaştırmak görevimizdir.’’ Sağ ve solun paylaştığı bir yasayı desteklemekten ötürü duyduğu memnuniyetle söze başlayan, UMP’nin ağır toplarından Patrick Deveciyan, ‘‘1919’da Ferit Paşa hükümetinin tanıdığı, hatta yargılayıp mahkum ettiği bir konuda, bugünkü Türkiye çok sayıda insanı düşüncelerinden ötürü kovuşturuyor... Son zamanlarda Paris ve Lyon’da yaşanan olayları unutmayın. Türkiye ‘inkârcılığını’ ihraç ediyor. Türk örgütlerinin desteğinde aşırı sağcı, bozkurtçu militanlar yalnızca ‘‘Soykırım yalandır’’ gibi sloganlarla yürümüyorlar. Kamuya ait anıtları kirletiyorlar. Değişik kökenli Fransızlar arasında da ayrılık tohumları ekiyorlar. Bu yasa sivil barış için de gereklidir... Ancak bilimsel ve tarihi çalışmaların yasa kapsamı dışında bırakılmasını öneriyorum. Fransa, Erdoğan hükümetinin kullandığı yöntemleri kullanmamalıdır’’ diyerek konuşmasını tamamladı. Sosyalist milletvekili Sylvie Andrieux’nün, ‘‘Yardımcım, Marsilya belediye başkanlarından Georges Hovsepian’la Ermeni kökenli Fransızlara kurbanlarımızın anısını korumak amacıyla oluşturduğumuz belleğe katkılarımızı açıklamaktan mutluluk duyacağım’’ demesi üzerine, eski dışişleri bakanlarından Herve de Charette, ‘‘Seçmen avcılığınızı saklamaya bile gerek görmüyorsunuz’’ diye haykırdı. Daha sonra kürsüye gelenlerden UMP’li Michel Piron, ‘‘Tarihin hiçbir zaman tek bir biçimde yazılamayacağını, bu çokluk nedeniyle de yasal bir kisveye büründürülmemesi gerektiğini’’ belirtti... UMP’li son konuşmacı Pierre Lequiller, ‘‘Ermenilerin 1915’te yaşadıklarının bir soykırım olduğunu, onlarla dayanışmasını’’ dile getirdikten sonra, mevcut ceza yasalarının görüşmeler boyunca inkâr ve tehdit unsuru olarak belirtilen tehlikeleri bertaraf etmeye yeterli olduğunu, yeni çıkacak bir yasanın olsa olsa yeni tehlikelere, gerilimlere yol açacağı ve Türkiye’deki olumlu gelişmelere zarar vereceğini savundu. Oylama sonucu 125 geçerli oydan 49 UMP (toplam 362 sandalye), 40 Sosyalist (150), 7 UDF (29), 6 Komünist ve Cumhuriyetçi (22), 4 bağımsız (12) toplam 106 evet ile tasarı onaylandı. 17’si UMP’li, 2’si Sosyalist 19 hayır oyu, bir sonraki aşama olan Senato’ya ne kadar ışık tutar, ‘‘Bellek böler, tarih birleştirir’’ diyen bilge tarihçi Pierre Nora ve yandaşlarının sesini kim ne kadar duyar bilemeyiz. Çıkışta bekleyen 200 kişilik muhtemelen Ermeni kökenli kalabalık Fransız Milli Marşı’nı söylerken, dün aynı yerde toplanan 50 kişi Türk bayrağı sallamıştı... Sıradan bugüne döndüğümüzde, nice aydınlık günler yaşamış, yaşatmış Paris’in gri örtüsünü hâlâ sırtından atamadığını fark ettik... [email protected] Nasıl iyi bir ‘kul’ olunur... aşlığı okuduktan sonra kulaklarınızı dört, gözlerinizi sekiz açıp, yıllardır aradığım sorunun yanıtını nihayet bilen birisine rastladım diye tarifsiz sevinçlere kapıldıysanız, yanıldınız. Konuşma dilinde çamura yatma var olduğu gibi, yazma dilinde de çamura batma diye kelime oyunu niye olmasın? Bu cingözlülük iki dil söz konusu olduğunda kelimeler arasında kaydırak kaydırma olarak adlandırılıyor. Ben okuduğunuz gibi; İngilizce ile Türkçe arasında kaçak güreşmenin gereğini yapmaya çalışıyorum. Senin iyi bir ‘Kul’ olmak diye sorunun varsa, Dinayet İşleri Başkanlığı danışma hattına telefon edip, aradığın soruların yanıtlarını bulabilirsin. Benim bu konuda size yardımcı olmak gibi yetkinliğim, üzülerek belirtmek zorundayım ki hiç yok. Kelin melhemi olsa kendi başına sürer hesabı. Benim ‘kul’luğum İngilizcedeki “cool’’luk. Geçenlerde NUT (Ulusal Öğretmenler Sendikası) olağan genel kurulunda, eğitimdeki LONDRA aksaklıklar tartışılırken öğretmenlerin dile getirdiği sorunlardan biri de gençler KAZIM ÖZTÜRK arasında oluşan ‘’cool” olma kültürünün pardon kültürsüzlüğününeğitimde oluşturduğu olumsuz sonuçlardı. Güney İngiltere’deki sahil kasabası Torquay’da yapılan genel kurulda öğretmenler, gençlerin eğitimdeki başarılarından daha çok nasıl “cool” oluruza kafa yorduklarını dile getirdiler. Peki, nasıl iyi bir “cool” olunur? En pahalısından Nike giyilecek, MP3 çalıcısının ve son modelinden cep telefonunun kabloları kafanın her bir yerinden sarkacak, pantolonlar bu satırların yazarı bugüne değin, bu şekilde nasıl yürünüyor sorusunun yanıtını bulamadı kıçın alt birleşim yerine kadar düşük durumda, tuvalete koşturuyor görünümünde giyilecek. Son dönemlerde Türkiye’de Türkçeye alternatif türetilen yeni bir dil oluşturması örneği, İngilizcede, yalnız gençlerin anlayacağı, ne olduğu anlaşılmayan vurgu ve betimlemeler kullanılarak konuşulacak. Salıpazarı esnafının kullandığı pazarlama teknikleri müzik olarak adlandırılacak. Yani kısaca “cool” olunacak. “Cool” olma kültürü pardon kültürsüzlüğü yalnız bu uzak diyar gençlerinin tutkusu değil sanırım. Bu istek Türkiye’deki öğrenci gençliğin de hayali. Türkiye’de gençlik bu uğraşında işin içine otantik malzemeyi de ekliyor. Ne de olsa Doğu toplumuyuz, içinde şiddet taşımayan, mafya özentiliği şırınga edilmemiş “cool” kültürü pardon kültürsüzlüğü olmaz. Bunlar bizde extra. Gerek duyulur da biz yapmaz mıyız. İşin burasında değerli gençlerimizi uyarmak zorundayım. Daha iyi “cool” olma uğraşının tehlikeli bir sapması olabilir. İyi “cool” olacağım diye çok zorlarsanız, bir de bakmışsınız “cool” yerine “kıl” oluvermişsiniz. Aman a gençler gözünüzü seveyim; “cool” oluyorum diye “kıl” olmayın... Gençler kendinize iyi bakın, yani iyi “cool”luklar. [email protected] B Uzaklarda daha acı... Z aman akıp geçiyor. Sık sık gittiğim ülkemden bu çok modern ama o kadar da soğuk ülkeye dönerken yanımda getirdiklerimle oyalanıyorum bir süre. Ülkemden son dönüşümde yine bir sürü gerekli gereksiz ama galiba zorunlu ıvır zıvırın yanı sıra biraz da hüzün geldi benimle birlikte. Bizim gibi Kuzey Avrupa ülkelerinin soğukluğunda yaşayanlar için sıla özlemi yaratan “duygu tetikçileri”ne teslim olmak, onlardan birkaçını alıp da gurbete dönmek tehlikelidir. Buralarda duygusallık, iç titremesi ve bunların dışavurumu pek hoş karşılanmıyor. Bu tür “Doğululuklar” buraların yerlilerine yabancı. Bir de işin öbür yüzü var tabii ki. Bir Sezen Aksu şarkısı dinlemek ya da hüzünlü bir Türk filmi izlemek ve sonra buradaki hayata ne kadar tehlikeli olduğunu bir kez daha anladım Gönül Yarası’nı izledikten sonra. Anlatımıyla, dokundurduklarıyla, sinematografisi ve oyuncularının başarısıyla ve de içe işleyen müzikleriyle, öyle muhteşem bir film ki bu, birkaç gün kendime gelemedim izledikten sonra. İnsan köküne özlem duyuyor, sıla hasreti çekiyor, hüznünü anlayacak ya da belki de yalnızca paylaşacak insanlar arıyor. Yani bu “Gönül Yarası” acıtıyor; Nâzım öğretmenin köydeki odasından topladığı kitapların tanıdıklığından tutun da kızı Piraye’nin babasına duyduğu küskünlüğünü “İdeallerin uğruna bizi unuttun” serzenişiyle ve gözyaşları içinde anlatışına; dünyanın o bulaşıcı iyimserliğinden tutun da Aynur’un söylediği o yürek dağlayıcı Kürtçe türküyle birlikte hüngür hüngür ağlayışına; her şeyi yaşadım, öğrendim, bitti demenin gülünçlüğünden tutun da ödenen bütün bedellere rağmen bir daha dünyaya (ve de Dünya’ya) gelsem yine aynı şekilde yaşardım demenin güzelliğine kadar; bu film öyle çok duyguyu tetikliyor ki insanın içinde, gurbet insana dar geliyor. Eminim Yavuz Turgul bu güzelim filminin gurbetteki bir izleyicisi tarafından böyle şikâyet edileceğini düşünmemiştir filmi çekerken! Biliyorum, artık bu filmi on binlerce kişi görmüştür ve belki de film tozlu raflara kaldırılmıştır. Artık sinematek türü salonlarda gecikmiş meraklılarını bekliyordur. Olsun ben ondan ille de söz etmek zorundaydım. Zaten filmden çok kendi derdimi anlattım, farkındasınızdır. Acının içinden kan kırmızı bir gül açtı diye karalamıştım bir zamanlar bir yerlere. Acının içinden kan kırmızı bir karanfil açıyor “Gönül Yarası”nda da, hem tebessümlerle hem de gözyaşları ile beslenen. Yani hayatın ta kendisi. Sonuçta açan çiçek çok güzel ve her şeye değer. Hayat böyle bir şeydir, öyle değil mi? Rice’a Lavrov’dan sıcak karşılama ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice dün Rusya’nın başkenti Moskova’ya gitti. Rice ve Rus Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, Kuzey Kore’nin yaptığı nükleer deneme ve İran’ın nükleer programını ele aldılar. Rice, Pekin’den Moskova’ya giderken uçakta yaptığı açıklamada, Kuzey Kore’nin nükleer silah deneyerek ve nükleer programından vazgeçmeyerek sorunu tırmandırma arayışında olduğunu ileri sürdü. İran’ın, BM Güvenlik Konseyi’nin Kuzey Kore’ye yönelik yaptırım kararı almasından ders çıkarması gerektiği mesajını veren Rice, Kuzey Kore’ye yönelik kararın, İran konusunda uzlaşmanın yolunu açtığını söyledi. Rice, ‘‘Karar, İran konusunda uzlaşmaya varmaya gerçekten yardım etti’’ dedi. (Fotoğraf: AP) CENEVRE ÜMİT DENİZ dönmek hiç kolay değil. Özlemden ve hüzünden geberiyor insan. Üstelik ne özlemin ne de hüznün öznesi belli, ama sanıyorum derinden hissetmeyi özlüyor insan. Yani kimin vakti var ki durup ince şeyleri anlamaya, şair Gülten Akın’ın dediği gibi. Kapitalizmin acımasız çarkında dönen bireyci bireyler topluluğu olarak hızlı ve de daha hızlı yaşamamız ve tüketmemiz gerekiyor. İşte Türkiye’den dinlenmiş ve “yavaşlamış” olarak döndüm ve satın aldığım filmlerden biri olan “Gönül Yarası”nı gecikmeli de olsa izledim. Ama daha da zor oldu hızlı çarka geri dönmek benim için. Oysa işimi de eşimi de çok seviyorum ve ikisi de burada olduğu için buradayım. Yani ortada şikâyet edecek hiçbir durum yok. İşte içimdeki her teli titreten ve yürekten göze o uzun yolu geçip ağlatan bir film izlemenin Brüksel’de Karl Marx’ın izini sürmek L a Maison du Cygne (Kuğu Evi) Brüksel merkezindeki tarihi alanda, Grand Place’ta, iç ve dış mimarisi, mobilyaları, duvarlarda asılı tabloları, ödüllü aşçısı ve özgün mönüsü ile çok lüks ve şık bir restoran. Girişte sol tarafta özel yemekler için ayrı bir bölüm var. 1. kattaki restoran kısmına asansörle çıkılıyor. Bir zamanlar aşevi olan bu 17. yüzyıl binasında şimdilerde ancak Brüksel’in zenginleri yemek yiyebiliyor. Bir tabak yemek fiyatına ortalama bir Türk lokantasında birkaç gün karnınızı doyurabilirsiniz. Alın işte size Belçika’nın sürrealist çelişkilerinden biri daha. Maison du Cygne’in Grande Place’a bakan cephesinde 21 Eylül’de Komünist Manifesto’nun yazarı ve işçi hareketinin esin kaynağı Karl Marx anısına bir plaket asıldı. Marx burada 1847’yi 1848’e bağlayan gecede yılbaşını kutlamış. Bu binada manifestoyu yazdığı ya da tasarladığı da söyleniyor. Efsaneye göre Marx burada bir kadeh şarap ve bir puro ile Komünist Manifesto’yu yazmış. Ancak o zamanlar Marx, şarap ve puro alabilecek parayı bulacak konumda değildi. Marx yoksullar için aşevi ve halk kahvesi olan bu binanın arka salonunda kapitalistlerin emekçi sınıfını nasıl sömürdüğünü (artı değer devrimci eylemlerini geliştirmek için çok teorisi) anlattığı dersler vermişti. Marx’ın uygun bir yer olarak görüyordu. Daha o önemli metinlerinden bazıları Belçika’da zamanlarda Brüksel liberal Avrupa’nın kalbi kaleme alındı. Bunlardan en tanınmışı gibiydi. Belçika demiryolları ağı ve posta arkadaşı Friedrich Engels ile birlikte 1847 idaresi ile modern bir ülkeydi ve yılında Brüksel’de yazdıkları Komünist enternasyonalist Marx için yurtdışı uzakta Partisi Manifestosu. ‘‘Avrupa’da bir hayalet değildi. Marx, Şubat 1845 Mart 1848 kol geziyor: Komünizm hayaleti!’’ sözleriyle arasında Brüksel’de değişik adreslerde başlayan bu manifesto, ünlü ‘‘Proleterlerin yaşadı. Eşi ve iki çocuğuyla zincirlerinden başka birlikte Brüksel’e gelen Karl kaybedecekleri şeyleri yoktur. BRÜKSEL Marx o tarihte 27 yaşında ve Oysa, kazanacakları koskoca bir parasızdı. Marx ailesi yoksulluk dünya vardır; bütün ülkelerin nedeniyle Brüksel’deki kısa işçileri birleşin!’’ sözü ile sona ikametleri süresince 9 kez ev eriyor. Karl Marx Belçika’ya değiştirmek zorunda kaldı. 1845 yılında geldi. Devrimci Ancak Marx’ın Brüksel’de düşünceleri nedeniyle, önce ERDİNÇ UTKU oturduğu evlerden hiçbiri Almanya’dan ve ardından günümüzde ayakta değil. Marx’ın Fransa’dan kovulan Marx, oturduğu ya da siyasi olarak aktif olduğu Brüksel’de sürgünde yaşadı. Birkaç yıl çeşitli yerlere yakın yerlere çalışmalarını ve sonra, 1851’de, Victor Hugo da Brüksel’e etkinliklerini hatırlamak üzere anıtlar sürgüne gelecekti. (Onun oturduğu bina da dikilmiş. Marx, St. Goedele Katedrali yine Grand Place’ta) Binaya plaket takma yakınlarında oturmuş. Marx’ın dini halkın girişimi Alman Sosyal Demokratları ve uyuşturucusu olarak görmesinde bu etkili Brüksel Belediyesi’nin. Belediye Başkanı olmuş mudur dersiniz? Katedral, kliseFreddy Thielemans (Frankofon Sosyalist Partisi PS) yazar ve François Mitterrand’ın devletsermaye arasındaki bağları da çağrıştırıyor. Marx ailesi kısa bir süre de danışmanı Jacques Attali ve başta Alman Kleine Zavel’de (place du Petit Sablon) sosyalistleri olmak üzere geniş katılımlı bir oturmuş. Şimdi orada Hollanda demokratik törenle çaktı plaketi. Marx, Belçika’yı devriminin özgürlük savaşcıları Egmont ve Hoorn anıtı var. Devrim 1566 yılında komünist nedenlerle başlayıp 1648 yılında kapitalist Hollanda Cumhuriyeti’nin tanınmasıyla sona ermiş. Brüksel’de Marx gezintimizin son durağı Grand Place’taki Belediye binasının arka tarafındaki sokaklardan birinde bulunan Marx ve eşinin terörist etkinlikleri nedeniyle tutuklanıp hapse atıldığı ve yurtdışı edildiği hapishane (Amigo) olmalı. Şubat ayındaki Fransız devriminin Belçika’ya bulaşmasından korkan Kral Leopold I, Marx’ı 1848’de sınır dışı etti. Marx bunun üzerine Londra’ya sığındı. Marx 1869 yılında Belçika’nın ‘‘Toprak sahiplerinin, kapitalistlerin ve papazların cenneti’’ olduğunu yazarak Belçika’da geçirdiği günlerin kendisi için hiç de hoş olmadığını kayıtlara geçti. Yolunuz Brüksel’e düşerse Grand Place’ta La Maison du Cygne restoranına mutlaka bir göz atın. (Astronomik fiyatlar nedeniyle zaten sadece göz atmakla yetineceksiniz.) Brüksel sokaklarındaki evsizler ve dilencilerle bu restoranda yemek yiyebilenler arasındaki uçurumu görünce, ister istemez Marx’ı anımsayacak, belki de içinizden ‘‘Keşke Marx haklı çıksa’’ diye geçireceksiniz!.. [email protected] CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle