20 Mayıs 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 2 EKİM 2006 PAZARTESİ 10 DIŞ BASIN DEĞİŞEN DÜNYADAN HÜSEYİN BAŞ Gelişen ülkeler, gelişmişlerin tahtını sallıyor. Dünya ekonomisinin egemenleri artık zenginler değil Y eni gelenlerin yükselişi... 20. yüzyılın son çeyreği Ekonomi ile 21. yüzyıl başında kurallarını altüst ekonomilerin işleyişi ve eden gelişme kurumlarında ihtilal derecesinde değişiklik oldu. Batılı ekonomiler dünya ekonomisindeki yüksek paylarını yitirmekle eçen yıl gelişen ülkelerin toplam üretimleri önemli bir köşe taşına erişti; bütün dünyanın GSMH (gayri safi milli hasıla) toplamının (satın alma paritesi hesabıyla) yarıdan fazlası bu ülkelere ait. Bunun anlamı şudur: Zengin ülkeler bundan böyle dünya ekonomisine egemen olamayacak. Gelişen ülkeler gelişmiş ülkelerin ekonomilerinin performanslarını da sanıldığından çok daha fazla etkilemekte. Dünya ekonomisinin büyüme direksiyonu artık onların elindedir. Gelişmiş ülkelerin enflasyon, faiz oranları, ücretleri ve kâr oranları üzerinde de büyük etkileri vardır. Bu yeni gelenler global ekonomiye daha iyi entegre oldukları gibi endüstri devriminden bu yana dünya ekonomisine en büyük ivmeyi de sağlamışlardır. Gerçekten endüstri devriminin dünya nüfusunun en çok 3’te 1’ine bir ivme vermesine karşılık, bu yeni devrim bütün küreyi kucaklamaktadır. Bu nedenle ekonomik kazançlar aynı zamanda uyum sancıları endüstri devrimindekilerden çok daha büyük. Gelişen ülkeler ve eski Sovyet bloku, piyasa dostu ekonomik reformları bağrına bastıkça ve sınırlarını ticarete ve yatırıma açtıkça daha çok ülke endüstrileşip eskisiyle kıyaslanmayacak ölçüde global ekonomiye katılmışlardır. Bu inceleme, bu yeni gelenlerin gelişmiş dünyayı nasıl etkilediğini göstermektedir. Her zaman olduğu gibi global ekonomiye etkileri görüldükçe gelişmelerinin etrafındaki bilmece de ortaya çıkacaktır: Milli gelirde kârların rekor ölçüde yüksek oluşu, reel ücretlerde yavaş artışlar, düşük enflasyonun yanında yüksek petrol fiyatları, düşük faiz hadleri ve ABD’nin yüksek cari açığı. Gelişmekte olan ülkeler dünya ekonomisinde büyük yer tutarlar. Dünyadaki dışsatımda yerleri 1970’lerde yüzde 20 iken bugün yüzde 43’tür. Dünyadaki enerjinin yarısını tüketirler, son 5 yıldaki tüketim artışının 5’te 4’ü onlara aittir. Dünya para rezervlerinin yüzde 70’ini de ellerinde tutarlar. Barışın ‘Yol Haritası’ Yeniden.. İsrail’in, W. Bush yönetiminin çok yönlü desteğiyle giriştiği Gazze ve Lübnan saldırısının askeri olduğu kadar siyasal açıdan hezimetle sonuçlanması, sorunun savaşla çözüme ulaşmasının olanaksız olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. ‘Terörle savaş’ bahanesi ve düpedüz yalan üzerine inşa edilen Irak ve Afganistan saldırıları istenilen sonucu vermemiş, ‘terörü bitirmeyi’ başaramadığı gibi, onun daha da güçlenmesine yol açmıştır. Beyhude Lübnan saldırısından sonra sağlanan ateşkes ve BM Barış Gücü’nün takviye edilerek devreye girmesi, bölgede uzun zamandan bu yana rafa kaldırılmış görünen barış umutlarını bir kez daha gündeme getirmiştir. Ancak geçen zamanla bunun hiç de kolay olmayacağı anlaşılmaktadır. Bölgede sular durulmuş gibi görünse de, bu yanıltıcıdır. İsrail şahinleri ve W. Bush yönetimi bir kez daha olup bitenlerden ders çıkarmak ve gereğini yapmak niyetinde görünmemekte, yükümlülüklerini yerine getirmekte ayağını sürümektedir. Ambargonun tümüyle kaldırılmasını, Güney Lübnan’ı terk etmeyi savsaklamakta, Golan Tepeleri’ni Suriye’ye iade etmeyeceğini açıklamaktadır. Gazze ve Filistin’de ise durum farklı değildir. Bölge tıpkı eskisi gibi, ekonomik abluka ve bombalar altındadır. Filistin’e iade etmeyeceğini açıkladığı Batı Şeria’da büyük yerleşim bloklarını kalıcı hale getirmenin çabasındadır. Filistinlileri birbirlerinden ayıran, onlara cehennem azabı yaşatan yasadışı ‘utanç duvarı’ çalışmaları bütün hızıyla sürmektedir. Şaron’un mirası ‘tek yanlı’ politikadan vazgeçtiğiyle ilgili hiçbir belirti de ortada yoktur. Bütün bunlar Olmert yönetiminin Lübnan hezimetini başarıya çevirmek için uygun fırsat kolladığı izlenimi yaratmaktadır. ??? Birleşik Devletler’de W. Bush ve neoconlarının ‘terorizmle savaş’ stratejisinin bu ülkeye yeni düşmanlar kazandırmaktan, dahası özellikle de radikal İslamcı terörü tırmandırmaktan öte işe yaramadığı, dolayısıyla da güce dayalı politikaların terk edilmesinin zamanının geldiğiyle ilgili görüşler bugünlerde daha açık bir biçimde dile getirilmektedir. Washington Post, 24 Eylül Pazar ekinde, New York Times’in on altı Amerikan haber alma kuruluşunu temsil eden ‘National Intelligence Estimate’ adlı örgütün gizli raporundaki açıklamaları doğrulamıştır. Rapor, aslında herkesin bildiğinin tekrarıdır. Irak savaşı terorizm sorununu ağırlaştırmıştır. 2004 ve 2005 başlarında çok sayıda resmi üst düzey görevlisi ve asker, Beyaz Saray’ı uyararak Irak savaşının radikal İslamcı terör biçiminin ortaya çıkması ve gelişmesine neden olduğunu ileri sürmüştür. Ne var ki o tarihlerde bu açıklamalar Birleşik Devletler’le sınırlı kalmıştır. Oysa Irak savaşından üç buçuk yıl sonra durum değişmiş, Amerikalı askerler Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in vaat ettiği gibi evlerine dönememiş, iyimser bir yaklaşımla tahmin edilen en çok 200 ölü, nisan ayından bu yana 2670’e ulaşmıştır. ??? Rapora göre şiddetin sürekliliği, büyüyen iç savaş riski, ölen asker sayısındaki artış, ülkeye gelen asker tabutlarının halkta yarattığı tepki ve işkencenin hâlâ yaygın biçimde uygulanması, Amerikan kamuoyunun W. Bush’un ‘terorizme karşı savaş’ politikasına desteğinin erozyona uğramasına yol açmıştır. Savaş harcamaları ise, Nobel ödüllü ekonomist Joseph Stiglitz’in tahminlerine göre, 1000 milyar dolar sınırını aşmıştır. Muhalefetteki demokratlar da rapordaki açıklamalara dayanarak W. Bush’un politikasını şiddetle eleştirmekten geri durmamaktadır. Örneğin Massachussetts senatörü Edward Kennedy ‘Beyaz Saray’ın uyanması ve Irak’ta strateji değiştirmesi için daha kaç askerin ölmesi, kaç bağımsız raporun yayımlanması ve Irak’ın iç savaşa sürüklenmesi mi gerekecektir, diye sormaktadır. Ne yazık ki görünen, W. Bush yönetiminin bütün bu uyarıları kös dinlediğidir. O bildiğini okumaya devam etmektedir. Daha da vahim olan, Irak’ta, Afganistan’da, Guantanamo ve dünyanın çeşitli ülkelerindeki gizli hapisanelerde Amerikan askerleri ve CIA’nın giriştiği işkenceleri, ne yapıp edip uluslararası tüm kuralları hiçe sayarak ‘yasal’ hale getirmesidir. W. Bush sayesinde bundan böyle işkence yapanlar kovuşturmaya uğramayacaklardır! Bu arada, Filistin’de El Fetih’le Hamas birlikteliği sağlanmış görünmektedir. Ne var ki, Olmert ‘tek yanlı’ politikalarında ısrarlıdır. Filistinlilere karşı şiddet, ekonomik ambargo sürmekte, barışın ‘yol haritasından’ sorumlu ‘dörtlü’den , AB’den, kuşkusuz Birleşik Devletler’den laftan öte somut hiçbir adım atılmamaktadır. İşkenceyi yasallaştıran bir yönetimden ‘barış’ beklemek ham hayal olsa da, insan yine de umudunu yitirmiyor. kalmayıp dünya ekonomisini yönlendiren dizginleri de bırakmak zorunda kaldılar. Türk kamuoyu olsun, iktisat yazarları olsun, politikacılar olsun bunu nedense ya anlamadılar ya da içlerine sindiremediler hâlâ... Bu önemli olguyu İngiltere’de yayımlanan The Economist dergisi özel bir yer ayırarak anlatmaktadır. 16 Eylül tarihli sayısında ele aldı. İşte bu özel incelemenin en önemli kısmının dilimize çevirisini okuyucularımıza özetle sunarak bu konudaki bilgi azlığını gidermek istiyorum. ARSLAN BAŞER KAFAOĞLU kutan bazı gelişmeler var. ABD’nin cari dış açığı her yıl yeni rekorlar kırarak yükseliyor. Ama dolar değişim değerini koruyor. Global faiz oranları yüksek büyüme hızına ve yüksek kamu borçlanmalarına karşın, tarihteki düşük düzeylerinden birinde. 2002’den bu yana ham petrol fiyatları üçe katlandı ama büyüme zarar görmedi ve enflasyon yükselse de görece düşük sayılabilir. Konut fiyatlarıysa uçuşta. G madık ölçüde açılması sayesinde. Ülkenin dışalım ve dışsatım toplamının milli gelirine oranı yüzde 70’ti. Oysa bu oran Hindistan ve ABD’de yüzde 2530 arasında. Gelecek yıl Çin, dünya dış ticaretinden yüzde 10 pay alacak, bu oran 2000’de yüzde 4 idi. Bir yeni durum da internetin üretimin organizasyonunda sınırları aşan bir aşama yaratmasıdır. Enformasyon teknolojisi sayesinde eskiden değişim konusu olmayan hizmetler, örneğin muhasebe uzak ülkelerde yürütülebiliyor. Böylece gelişmiş ülkelerin bu hizmetleri daha ucuza başta Hindistan olmak üzere Uzakdoğu ülkelerinde yürütmesi mümkün oldu... Herkes kazançlı olmayacak Gelişen ülkelerin artan canlılığı sayesinde dünya ekonomisi büyüyor. Ama bu büyüme eski üretimin yerini alma yoluyla olmuyor. Yeni gelenler daha ucuz mallar sağlayarak zengin ülkelerin reel gelirlerini artırıyor. Ayrıca bu ülkelerin ortaya çıkardığı yeni pazarlar sayesinde Batı’nın dev sanayi kuruluşları ölçek ekonomisi sınırına ulaşarak ürün maliyetlerini düşürtüyorlar. Bu iki şekilde dünyanın toplam büyümesini de artırıyor. Gelişen ülkelerdeki hızlı büyüme sayesinde gelişmiş ülkeler daha iyi duruma gelecekler. Ne var ki herkes kazançlı olmayacak. Çin ve diğer gelişen ülkelerin global ekonomiye entegre oluşları sonucu göreceli olarak fiyat ları ve gelirlerin (emeğin, kapitalin, meta ve malların ve şirket aktiflerinin) durumunu da büyük ölçülerde değiştirdi. Ve son yılda gelirin yeniden dağılımını en yüksek ölçüde sağladı. Örneğin, Çin ve diğer gelişen ülkelerin ihraç ettikleri emekyoğun malların fiyatları düşerken, ithal ettikleri malların ve özellikle ham petrolün fiyatları yükseldi. Daha da önemlisi bu ülkelerin yükselişi ile emek ve kapitalin gelirlerinin birbirine oranı değişti. Bu ülkelerin dünya ekonomisine entegrasyonuyla emek arzı bollaşınca gelişmiş ülkelerin, işçilerin ücret pazarlığında elleri zayıfladı, bunun sonucu olarak da reel ücretlerin düşmesi yolunda baskılar arttı. Bu zengin ülkelerde reel ücretlerin milli gelirdeki payı en düşük düzeye inerken kârların payı arttı. Öyle görünüyor ki Batılı işçiler globalizasyonun meyvelerini gereğince toplayamadılar. Eğer emekçiler için bu olumsuz durum sürerse emekçilerden tepki gelir ve düşük maliyet rekabete karşı korunma istekleri artabilir. Ancak bu yollara istihdam ve ücretleri korumak için ithal yasakları koyan ya da dışardan gelişleri engelleyen ülkeler düşüşlerini çabuklaştırmakla kalacaklardır. Batı ülkeleri bu kazançları azaltmak yerine globalleşmenin getirdiği kazançların yayılmasının yollarını aramalıdır. İşçi gelirlerinin milli gelirlerdeki payının azalışı, kâr payının artışı ve bu konularda görülmemiş düzeylere varılması yanında klasik ekonomi öngörülerine uymayan ve insanları kor Bulmacaların çözümü Bu inceleme, bu bulmacaların çözümünün gelişen ülkelerin büyümelerinin artan sonuçlarında yattığını göstermektedir. Örneğin, artan hazine borçlarına karşın dolar sapasağlam duruyorsa bu gelişen ülkelerin döviz rezervlerini kat kat artırmasından... Bunun gibi, ham petrol fiyatının yüksekliği, üretiminin azalışından değil gelişen ülkelerden ham petrole duyulan istem artışından kaynaklanıyor. Sağlam talebe dayandığından da büyümeye eskisi gibi zarar vermiyor. Ham petrol fiyatlarındaki artış da gelişen ülkelerin artan ihracatı ve bu ihracatta her gün düşen fiyatlarla karşılanıyor. Yine aynı nedenle merkez bankaları eskisinden düşük faizlerle bile yüksek enflasyonu önleyebiliyor. Bütün bunlar nedeniyle ekonomi politikasında radikal değişiklikler yapılması gerekiyor. Hükümetler bazı işçilerin globalizasyon ile yitirdiklerini karşılamak için vergileri ve kâr sistemini gemlemeli. En hızlı büyüme Bu kadar yüksek olan rakamlarda elbette saygıdeğer tek kullanım yolu vardır. Bunların kullanımı ile satınalma gücü eşdeğeriyle hesaplanınca (ki fakir ülkelerin daha düşük fiyatlarla değerlendirilmesi demektir) dünya GSMH’sinin yarısından fazlasının bu ülkelerce gerçekleştiği hesaplanıyor. Piyasa değişim değerleriyle bu oran yüzde 30’un altındadır. Ama piyasa değişim fiyatlarıyla hesaplansa da geçen yıl dünya gelişme oranının yarısı bu ülkelerce gerçekleştirilmiştir. Bu ülkeler sadece Çin ve Hindistan değildir. Son 5 yılda bu ülkelerin yıllık büyümeleri yüzde 7’dir ve bu tarihte gerçekleştirilen en hızlı büyümedir. Zengin ülkelerde bu oran yüzde 2.3’te kalmıştır. IMF 5 yılda bu ülkelerin yıllık büyüme oranının yüzde 6.8 olacağını, gelişmiş ülkelerin ise yüzde 2.7’de kalacağını hesaplıyor. Bu oranlar sürerse 20 yıl sonra dünya GSMH’sinin 3’te 2’sinin gelişme yolundaki ülkelerin eline geçeceği hesaplanıyor. Yaygınlaşan yüksek oranlı büyüme dünyada çok farklı iki büyüme hızı meydana getirmiştir. 2000’den bu yana dünyada GSMH yılda ortalama yüzde 3.2 oranında büyümüştür. Bu oranın bu kadar yükselmesi gelişen ülkelerin performansı sayesindedir. Bu oran, altın çağ denilen 19501973 arasındaki yüzde 2.9’luk rekoru geride bırakmıştır. Bu yıllardaki büyüme endüstri devrimindeki rekoru kırıyordu. Bu gelişmeyi de teknolojik değişikliklerle ticaret ve sermaye akımlarındaki patlama sağlamıştı. Ancak bugünkü standartlarla sermaye akımları adeta sıfır gibidir. 1870 ile 1913 arasında dünya GSMH’si yılda ancak yüzde 1.3 büyümüştür. Demek oluyor ki 21. yüzyılın ilk on yılında dünya, tarihin yazmadığı bir büyüme hızına gidiyor. Önde koşanı yakalamak Yaz aylarında meydana gelen olumsuzluklar, gelişen ekonomilerin zenginlere göre daha oynak olduğunu gösterdi. Yine de uzun erimde durumları çok iyi. Yeter ki serbest ve açık piyasalara, sağlam maliye ve para politikalarına ve daha iyi eğitime yönelmiş gidişleri sürsün. Çünkü, işe zengin ülkelere göre daha düşük işçi başına kapitalle girdiklerinden verimliliği hızla artırmak için Batı’nın makinelerini ve knowhow’larını ithal etmek zorundalar. Önde koşanı yakalamak, önde kalmayı sürdürmekten daha kolaydır. 19. yüzyılda İngiltere ve ABD’nin endüstrileşme sürecinde adam başına reel geliri ikiye katlamaları 50 yıl almıştır. Bugün Çin bunu 9 yıla sığdırmıştır. Son birkaç 10 yılda gelişen ülkeler zengin ülkelerden daha hızlı büyümekte. Peki bu açık farkı nasıl sağlıyorlar? Gelişen ekonomiler, ticaret ve sermaye hareketlerini geçen on yıllarda çok hızlandırarak global üretim sistemine daha çok entegre olmuşlardır. Çin, Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) ancak 2001’de girdi. Ama bunun meyvelerini diğer gelişen ülkelerden daha fazla topladı. Büyüklüğü ve dünyaya, ticarette, yatırımlarda alışıl Renkli devrimler şimdi de Avrupa’yı kirletiyor VYAÇESLAV NİKONOV 27 Eylül 2006 CSU GENEL SEKRETERİ SÖDER: G örünüşte tertemiz ve tertipli bir havası olan Doğu Avrupa birdenbire patlayan skandallarla kirleniverdi. Macaristan örneğinin bulaşıcı olduğu ortaya çıktı. Geçenlerde Litvanya Başbakanı seçmenlerine söylediği yalanlarla yakayı ele vermişti; şimdi de Polonya, hükümetin kimi milletvekillerini satın aldığı söylentileriyle çalkalanmaya başladı. Her yerde aynı şema yürürlükte: İktidara karşı kitlelerin tepkisini çekecek nitelikte bazı görüntüler ortaya atılıyor. Macaristan’da bu şema ciddi kargaşaların doğmasına yol açtı. Polonya’da ne olacağı henüz belli değil. Bir zamanlar benzer teknolojiler, eski Sovyet cumhuriyetlerinde kullanılmak için ortaya atılmış ve başarıyla uygulanmıştı. Örneğin, Ukrayna’da Meniçenko’nun görüntüleriyle başlayan skandal, giderek ‘‘turuncu devrim’’e dönüştü. Üstelik bu işte Polonyalıların da epeyce katkısı olmuştu; hâlâ da Yuşçenko’ ya demokrasi dersleri vermeye devam ediyorlar. Meydan’daki (Kiev’in merkezi meydanının adı çev.) ateşli devrimcileri ‘‘kahraman’’ ilan etmişlerdi. Şimdi de hızlarını alamayıp kendileri ayaklanmaya kalktılar... Renkli devrimlerin artık moda haline geldiği belli oldu. Bu her şeye kadir teknolojilerin, Sırbistan’dan Kırgızistan’a kadar bir dizi ülkede iktidarları değiştirme yeteneğinin yanı sıra, seyre değer bir havası olduğu, devrimci romantizm duyguları taşıması ve kitleleri çabucak uyarabilmesi de birer gerçektir. Çiçeği burnunda üyeler İlginçtir ki, bu kitlelerin psikolojisi, Ukrayna’yla Gürcistan’da ve AB’nin ‘‘çiçeği burnunda üyeleri’’nde aynı görüntüleri doğurdu. Uzun süre Macaristan ve Polonya’yı bize neredeyse ekonomik mucize örnekleri olarak gösteriyorlardı. Onlar gibi olmamız gerekiyordu. Ama bütün Doğu Avrupa’da işlerin o kadar da iyi gitmediği ve AB üyeliğinin ekonomik zorlukların reçetesi olmadığı ortaya çıktı. Örneğin, Macaristan’daki dev bütçe açığı (ki AB’de öngörülen sınırların çok üzerinde bir açıktır) ve Polonya’daki işsizlik buna örnektir. Son zamanlarda ekmek parası için bu ülkelerden yalnızca İngiltere ve İrlanda’ya yaklaşık bir milyon kişi gitti. Sonuç olarak artık kimsenin devrimlerden kurtulacağının garantisi yoktur. İster yoksul olsun, isterse zengin. Ayaklanma dalgası herkesi yutabilir. Kısa süre önce Paris yakınlarının ateşe verildiği unutulmamalıdır (her ne kadar bunun nedeni daha çok siyasal değil, dinsel olsa da). Teorik olarak bu tür olaylar Rusya’da da gündeme gelebilir. Özellikle de muhalefet siyasi ağırlık kazanabilirse. Ancak buradaki devrimin ‘‘turuncu’’ renkte olacağı çok kuşkuludur. Rusya’da Yuşçenko çapında liberal lider bile yoktur. Burada olsa olsa ‘‘kızıl’’ veya ‘‘kahverengi’’ devrim olur. Ve iktidar buna hazır olmalıdır... (Komsomolskaya Pravda, Rusya, 28 Eylül) Rusçadan çeviren: Hakan Aksay Türkiye AB’yi her açıdan zorlar Dış Haberler Servisi Alman Hıristiyan Sosyal Birlik Partisi (CSU) Genel Sekreteri Markus Söder, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğinin Avrupa’yı her açıdan zorlayacağını savundu. Söder, Başbakan Angela Merkel’ in 56 Ekim’de Türkiye’ye yapacağı ziyaret öncesinde Rheinische Post gazetesine verdiği demeçte, ‘‘Türkiye bizim için önemli bir stratejik ortak, ancak AB üyeliğini yanlış buluyoruz. Türkiye’nin AB üyeliği Avrupa’yı her açıdan zorlar’’ dedi. Türkiye’deki reform sürecinin aksadığını savunan Söder, ‘‘Türkiye’de aksayan reform süreci ve Kıbrıs konusundaki uzlaşmaz tutum, Türkiye’nin Avrupa’ya bağlanmasının AB üyeliği üzerinden olamayacağının bir göstergesi’’ diye konuştu. Papa’nın İslamiyet ile ilgili sözlerine Türkiye’den ‘‘saldırgan tepkilerin’’ geldiğini öne süren Söder, bunun da Türkiye’deki inançla Batılı Hıristiyan değerler arasında çok büyük bir kültürel farkın olduğunu ortaya koyduğunu iddia etti. CUMHURİYET 10 K
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle