12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 7 OCAK 2006 CUMARTESİ 2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER AÇI MÜMTAZ SOYSAL Vali ve Kaymakamların Kırmızı Çizgileri Aydemir CEYLAN Emekli Vali nadolu’nun işgal edildiği, yurtseverlerle vatan hainlerinin gün yüzüne çıktığı 1920’li yıllardı. Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey, ülke topraklarının emperyalist güçler tarafından işgaline ve parçalanmasına karşıdır. Halkın önderi olması gereken bir kaymakam, ilçesinde nasıl davranması gerekiyorsa öyle yapar, bedel ödemeye hazırdır. Her dönem her yurtsevere takılacak bir kulp bulunur! İstanbul’un işgalinden sonra İngilizlerin baskısıyla yakalanır, Ermeni tehcirine izin verdiği, göz yumduğu gerekçesiyle yargılanır ve idam edilir. Edremit Kaymakamı Köprülü Hamdi Bey, Balıkesir ve Çanakkale dolaylarında Kuvayı Milliye hareketini başlatır, Fransız güçleri korumasındaki silah depolarından kaçırdığı silahları gizlice Anadolu’ya gönderir. İsyancıhain Aznavur güçlerince kurşuna dizilerek öldürülür. Fatsa Kaymakamı İsmail Fahri Çamas, Müdafaai Hukuk Cemiyeti’ni kurdu. Meclisi Mebusan’a Ordu Sancağı mebusu olarak girdi. İstanbul 16 Mart 1920’de işgal edilince kömürcü kılığıyla kaçarak Fatsa’ya geri döner, ulusal direnişe yardımcı olur. Tekirdağ Mutasarrıfı Şakir Kesebir, daha sonra mülkiye müfettişi oldu. Gelibolu Mebusu olarak Meclisi Mebusan’a girdi. İstanbul’un işgalinden sonra Lüleburgaz kongresini topladı, 9 Mayıs 1920’de de Büyük Edirne Kongresi’ni toplayıp orada alınan kararlar gereği Trakya’da silahlı mücadelenin önderliğini yaptı. Ve benzeri nice kaymakamlar.. Işıklar içinde yatsın hepsi. Gerek Kurtuluş Savaşı’nda, gerekse Cumhuriyetimizin ilk atılım yıllarında vali ve kaymakamların gösterdikleri yurtseverlik, direnç ve özveri Atatürk’ün gözünden kaçmamış, tersine övgüyle karşılanıp tarihe not düşülmüştür. Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin giriş kapısı, hemen karşısındaki Sütunlu Salon’a açılır. O salondaki Atatürk kaidesinin altında şunlar yazılıdır: ‘‘İdareciler, bana içten sevgilerini haykıran PENCERE Kuş!.. Gazeteler dünkü manşetleriyle birer karabasan gibiydiler: ‘‘Kuş alarmı..’’ ‘‘Cehalet gribi..’’ ‘‘Eyvah yayılıyor..’’ ‘‘Büyük karantina..’’ ‘‘Tam kâbus..’’ ‘‘Ölüm koridoru..’’ ‘‘Kırmızı alarm..’’ ‘‘Panik..’’ Ne oluyordu?. ? Gazetelerde yayımlanan haberlerin neresinden tutarsan tut çarpıcı bir garip öykü ortaya çıkıyordu... Evde tavuklar hastalanınca, büyükler hayvanları kesip çocuklarına mı yedirmişlerdi, yoksa küçükler kesik kafalarla mı oynamışlardı?.. Küçükler sizlere ömür... Kuş gribi böyle ortaya çıkmıştı.. Ortalık birbirine girmişti.. Geçmiş mitolojide böyle bir olaya rastlanmış mıydı?.. Zeus’un kartalı, Athena’nın baykuşu, Afrodit’in güvercini kuş gribine yakalanmış mıydı?.. Halk Anadolu’nun doğusunda hastanelere yığılmıştı... ‘‘Kırmızı alarm’’ ya da ‘‘panik’’ manşetleri abartılı mıydı?.. Can havliyle Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi’ne koşmuştu insanlarımız... Hani şu Rektörünü takıyyeci iktidarın yemek istediği üniversite değil miydi bu? ? Kuş bakışıyla ülkemizin manzarası nasıl?.. Birtakım kuş beyinliler başa geçtiler de Türkiye’ye kuş mu kondurdular?.. Hayır.. Birtakım kuş kafalıları kilit noktalarına oturttular.. Halkın geniş tabanı, hayatını sürdürebilmek için yine kuş gibi çırpınıyor.. Çoğunluk her öğünde kuş kadar yemekle yetinmek zorunda.. Tayyip Erdoğan kuş misali yaban ellerde uçuyor; bir orda, bir burda.. Uçmaktan Anadolu gerçeğine ayak basacak hali yok... İktidar sanki kuşdili konuşuyor.. Koskoca devleti kuşa çevirdi.. AKP iktidarda dinci devletin kuluçkasına oturdu.. Halkı kuşkuşlamaya çalışıyordu.. Sonunda ne oldu?.. Kuş gribi çıktı.. ? 21’inci yüzyılın başında çağdışı kalmış çoğu İslam devleti karanlıklar ve çıkmazlar içinde kıvrım kıvrım kıvranırlarken 20’nci yüzyılın ilk yarısında çağdaşlaşma devrimini gerçekleştirmiş Türkiye’de verilen kavga ne?.. Çankaya’ya tesettürlü bir Cumhurbaşkanı eşi çıkarsa demokrasiye kavuşacağımızı medyada söyleyip yazan var... Meclis Başkanlığı ve Başbakanlık’tan sonra tesettürün Cumhurbaşkanlığı’nı da örtmesiyle başımız göğe erecek... mi?.. Kuş kafalılığın bu kadarı kuş gribinden de beter... Rejimi Ne Yıkar? BU SÜTUNDA dün sözü edilen ‘‘hukuk cinayeti’’ küçümsenecek bir konu değildir; çünkü rejimin temellerinden biri olan ‘‘hukuk devleti’’ kavramını yakından ilgilendiriyor. Güncelleşen doğalgaz sorunu bile, enerji politikasının çoğu zaman hukuka ters kararlarla yürütülmüş olmasından da kaynaklanmıştır. onu şu: Başka birçok alanda olduğu gibi enerji alanında da yönetim kuruluşlarınca alınan kararlara karşı açılan bazı davalarda yürütmeyi durdurma ya da iptal kararları veriliyor; ama uygulanmıyor. Bakanlar Kurulu’nun ‘‘Uygulanırsa kamu yararına aykırı sonuç verecek yargı kararları uygulanmaz’’ anlamında bir ‘‘ilke kararı’’yla bağlı olduklarını ileri süren yönetimler mahkeme hükümlerini yerine getirmiyorlar. ‘‘Nasıl olur?’’ diyerek o ilke kararının ne gibi bir şey olduğunu öğrenmek isteseniz ‘‘Olmaz, gizlidir’’ deniyor. Suç duyurusu da para etmiyor. Bu arada, olan olmakta ve hukuka aykırı durum sürüp gitmektedir. ir bakıma, ‘‘Olan olmuş, geri dönmek, örneğin yapılıp çalışmaya başlamış enerji santralını durdurmak büyük zarara yol açar’’ diye düşünülebilir. Ama o noktada söylenecek olan şudur: Mahkeme iptal kararını açıkça ‘‘kamu yararına aykırılık’’ gerekçesine dayandırmamış bile olsa, yargıyı da içeren bütün kamu kuruluşlarının kararlarında kamu yararının bulunması zaten kamu hukukunun bir temel ilkesidir. Hukuku korumak, kamu yararını korumanın temeli olduğuna göre, mahkemeler uygulanınca kamu yararına aykırı sonuç doğuracak bir hüküm vermiş olamaz. Örneğin ‘‘yapişlet’’ modeliyle kurulacak santral için ‘‘imtiyaz sözleşmesi’’ yapmak ve kamu yararı konusunda Danıştay’dan görüş almak gerekirken böyle yapılmamış ve yürütmeyi durduran mahkeme ‘‘Durum bir ayda düzeltilmelidir’’ demişse, buna aldırmadan santralı işletmeye devam etmek midir kamu yararını korumak? Elbet idare mahkemelerine düşen bir sorumluluk da vardır: Kamu yararını gerçekçi ve etkili biçimde korumak için iptal ve özellikle de yürütmeyi durdurma kararlarını olabildiğince çabuk vermek. Ama kararın gecikmiş olması, uygulamada kamu yararı bulunup bulunmadığının takdirini yönetime bırakmak anlamına gelmez. Öylesi, hukuk devleti ilkesini çiğnemek demektir. mursamazlığı suç duyurusu yoluyla da gidermek olmuyorsa ne yapmalı? Anayasayla ‘‘devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmekle’’ görevlendirilen Cumhurbaşkanı’nın müdahalesini gerektiren bir durum var belki de. Kararlarıyla herkesi bağlaması gereken yargı bu denli etkisiz bırakılamaz. Bırakılırsa, zamanla insanların devlete olan güvenleri sarsılacaktır. Bu güvenin sarsılmasıyla sonucun nereye varacağını kimse kestiremez. Olur olmaz onu bunu ‘‘darbecilik’’le suçlayanların, hep iktidara yaranmak yerine biraz da bu gibi konular üzerinde düşünmeleri ve yazıp çizmeleri gerekmez mi? A K B lar; yarım asırdan beri büyük Türk ulusunun tam anlamıyla millet olmasına çalışan, onunla en modern bir Türk devleti kurmak için insanlık fedakârlıklarının hiçbirini esirgemeyen kültür, idare, intizam ve devlet anlamlarını en son ilmi telakkilere göre tebellür ettirmeye çalışmış ve çalışan yüksek değerde arkadaşlarımdır.’’ Mülkiye’yi ziyaretinde böyle söylemiştir Atatürk. Böylesine onurlandırıcı bir övgü başka hangi meslek mensubu için yapılmıştır ki.. Boşuna da değildir. Gerçekten, Anadolu’nun neresine giderseniz gidin, oralarda, bir valinin, bir kaymakamın özellikle yokluk dönemlerinde halk içinde, halkla beraber yarattığı eserleri görmemek olası değil. Cehalete, çağdışılığa, zorbalığa, geri kalmışlığa ve Cumhuriyet karşıtlarına meydan okurcasına verdikleri savaşımların öyküsü kuşaktan kuşağa aktarılır. Anıları, isimleri verilen okullarda, spor salonlarında, kültür merkezlerinde, meydan ve caddelerde yaşatılır. Madalyonun tersine de bakmak gerek! Her meslekte olduğu gibi, idarecilik mesleğinin beyaz sayfaları arasında çok az da olsa kimi kara sayfalar da olagelmiştir. Ulusal güçlerin Çukurova’da direnişe geçmesi üzerine 5.11.1920’deki demeciyle ‘Fransızların, bizim iyiliğimizi istediklerini, ayaklanmaya neden olmadıklarını’ söyleyen Abdurrahman Bey ve yüce önder Mustafa Kemal’i Sıvas Kongresi’nden önce yakalayarak Osmanlı’ya teslim etmek isteyen Ali Galip (Elazığ) ve Reşit Paşa (Sıvas) gibi valilerimiz de vardı. Onlarca yıldır, iktidara yaranıp vali olmak uğruna, dinsel inançlarını çağdışı ‘kadın eli sıkmayan kaymakam’ gösterisine dönüştüren, tarikatlarla kol kola kimi idarecilerimiz kamuoyunda konuşuluyorken, şimdilerde Antalya’daki kimi kaymakamlarımızın ‘Kırmızı Çizgisi’ gündeme oturdu. Nedir, niçin, niye yalnızca Antalya’daki ikiüç kaymakam? Gerekli açıklama valilerine, Türk İdareciler Derneği’ne düşer. İrdelemek istediğim bu değil. Geleneksel, kapalı, baskıcı ve köhnemiş top lum düzeninden demokratik, laik, hukuka dayalı çağdaş toplum düzenine geçmek isteyen her ülkenin sorunları, sancıları olagelmiştir. Türkiye de bu süreci yaşadı, hâlâ yaşıyor. Ve sorunlarımız giderek ağırlaşıyor, sarmala dönüşüyor. ‘‘Türkiye’de yaşamaktan utanıyorum’’ diyen, ‘Türklüğü alenen aşağılamak’ iddiasıyla hakkında dava açılan bir garip yazarımızın duruşmasını izlemek için Avrupa’dan heyet geliyor. Aynı gün AB Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, ‘‘mahkemede Pamuk’un değil, Türkiye’nin yargılanacağı’’ iddiasında bulunuyor! Oysa aynı günlerde Van Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın’ın da duruşması vardı. Van’da da hukuk adına garip şeyler oluyor. AB heyeti ve Rehn’in hazır ülkemize teşrif etmişlerken Van’a da uğramaları gerekmez miydi? Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ni tek taraflı algılamak niye? Yukarıdaki örnek olay ve gelişme bile, ülkemizin içinde bulunduğu koşulları anlatmaya yeter sanırım! Siyasetin yozlaşıp aymazlığa dönüştüğü, halkın umarsızlık içinde sarılacak dal aradığı dönemlerde kaymakam ve valilerin ödevi, görevi göreceli olarak daha da artmakta ağırlaşmaktadır.. Bu sav, aslında yalnız idareciler için değil tüm aydınlar için de geçerlidir. Türk İdareciler Derneği’nin geçmişteki genel başkanı ve bir meslektaşları olarak vali ve kaymakamlara derim ki: Sizin kırmızı çizginiz; küçük ikballer için iktidarlara yaranmak yerine, Türk devrim ve Atatürk ilkelerini korumak ve kollamaktır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın işaret ettiği gibi; laik, demokratik, çağdaş, hukuka dayalı bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nden yana taraf olmak durumundasınız. Yalnız taraf olmak da yetmiyor, elinizi taşın altına sokacak, bedel ödemeye hazır olacaksınız. Aydın olmanın gereği budur. Bu bedel sizin idareciler tarihinin beyaz sayfaları arasında onurlu yerinizi almanıza yetecektir. İnsanlık ve uygarlık tarihinin özü; devrimcilerle, karşıtlarının savaşımından ibarettir sonuçta. U ‘Ahmet Celâl’ Gibi... Rıza CAN hmet Celâl, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ünlü romanı Yaban’ın sahibi. Yani yazar; duygu, düşünce ve gözlemlerini ona söyletmiş. Eserin kur A gusu böyle... Ahmet Celâl, Birinci Dünya Savaşı’na yedek subay olarak katılır. Savaşta ‘‘sağ’’ kolunu kaybeder. ‘‘Terhis’’ edildikten sonra İstanbul’a dönmek istemez. Oysa İstanbulludur ve bir ‘‘paşazade”dir. Ama İstanbul ‘‘Müttefiklerin’’ işgali altındadır. O nedenle Ahmet Celâl ne yapacağının şaşkınlığı içindedir... Mehmet Ali; Ahmet Celâl’in emir eridir. O da terhis edilmiştir. Çekip gitmez. Bunalım içindeki komutanını o halde bırakmak istemez. Onu köyüne götürür. Köy; Bozkır’ı bir yerlerinden bölen Porsuk Suyu civarlarındadır. ‘‘Kalkınmışlıkla’’, ‘‘geri kalmışlığın’’ söz konusu olmadığı bir dönemin köyüdür... Halkı, Bozkır’ın zengin çilesini çekmektedir... Hayalden, heyecandan yoksundur... Mustafa Kemal’e ve Kurtuluş Savaşı’na karşı ilgisizdir. Kiminle savaşıldığını bile bilmemektedir... Özet olarak; duygusuyla, düşüncesiyle, yaşamıyla Bozkır’ın ‘‘çoraklığını’’ yaşamaktadır... Ahmet Celâl’in anlattıklarının üstünden yüz yıl geçmek üzere. Ancak rahatlamamak lazım. Çünkü, yazarın deyimiyle ‘‘entelektüel’’ Ahmet Celâl’le, bugünün Cumhuriyetçi aydını yüzyıl sonra aynı dertleri paylaşıyorlar... Bu buluşmayı birkaç örnekle sergilemek için Ahmet Celâl’i dinleyeceğiz ve biz de konuşacağız: ‘‘...Buraya geldiğimin bilmem kaçıncı haftası idi. Mehmet Ali’ye sodum: Kadınlarınız niçin yalnız benden kaçıyorlar? Yabansınız da ondan beyim...’’ Günümüzde birçok kadın ve kızın başı ‘‘özel’’ biçimde örtülü ve alınları bantlı. Genellikle başları önlerine eğik. Böylece kadının büyülerinden olan saç ve zülüf, yerini kuru bir alına terk ediyor... ‘‘...Bir ... geldi, sözüdür fısıldanıyor. (...) Mehmet Ali’yi şöyle bir kenara çektim. Ne var ne oluyor?.. Şeyh Yusuf geldi beyim, Şeyh Yusuf. (...)’’ Şeyhler, halkımızı çağdaşlığa götürecek yola hemen hemen hiç ışık tutmamışlardır... Öbür dünyaya sahiplik ettikleri için, el öptürme sıkıntısı çek memişlerdir... Ve şimdi de çekmiyorlar... ‘‘Bu sabah... hâlâ inanamıyorum. Ne gözlerime, ne kulaklarıma, hâlâ inanamıyorum. Bu sabah, bir de baktım ki, düşman askerlerinden eser kalmamış. Kalkıp gitmişler. Kumandan sabahleyin erkenden köylüleri toplamış: Bize yol göstermek için iki adam verin... Bunun üzerine Salih Ağa ile imam, hemen öne atılmışlar. Biz size yol gösteririz demişler. (...)’’ Okuyucu, Salih Ağa ile imam hainlerine kızacaktır. İyi de, bugünün ‘‘Amerikaperverleriyle’’, ‘‘Arapperverlerine’’ ne demeli?.. Kurtuluş Savaşı’nı, sadece, yurdu düşman işgalinden kurtarma atılımı olarak düşünmemek gerek. O savaşta, ‘‘Cumhuriyeti’’ kurma ve ‘‘devrimlerle’’ donatma amacı da vardır. Atatürk, o amacı, daha Erzurum’dayken, Bitlis eski valisi Mazhar Müfit’e not ettirmiştir... Ama epeyden beri, yukarıda birkaçını sıraladığımız örnekler ve benzerleriyle, Cumhuriyeti donatan devrimlerin aydınlığı karartılmaya çalışılıyor... Cumhuriyetçi aydın işte bu nedenle, Ahmet Celâl’inkine benzer, bir isyanı yaşıyor!.. CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle