12 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET 13 OCAK 2006 CUMA OLAYLAR VE GÖRÜŞLER ÇOK sevdi tavukları Yılmaz. Çocukluğunda da, gençliğinde de. Tepelisiyle, küpelisiyle, beyazıyla, karasıyla, kırçıllısıyla; yumurtadan yeni çıkmış sapsarı civcivken, piliçken, anaç tavukken de. Hastalandıklarında şefkatle bakarak, kuluçka sepetini özenle hazırlayarak. Şimdi de evindeki kafeslerde kuş besliyor. ‘‘Kanatlıların itlafı’’nı seyrettikçe, kim bilir ne kadar üzülüyordur!.. imilerine bakarsanız, artık kümeslerde hayvan beslenmeyecekmiş, köy yumurtası dönemi tarihe karışacakmış, köylülük sona ererken bunlar da bitecekmiş. Sanki köylülüğü bitirmek, doğal olan her şeyi bitirmekmiş gibi. Peki, ördekler, kazlar? Paytak yürüyüşleriyle hiç mi suya, dereye, göle gitmeyecekler? Onlar da mı, binlercesiyle upuzun, kapalı yerlerde kafeslere sıralanacak, belli aralıklarla önlerinden geçen ilaçlı yemleri yiyecek, ayarlı elektrik ışıklarına göre akşamla sabahı ayırt edecekler, vakitleri dolunca makineyle yolunacaklar? Tamam, bunların hepsi ekonomi gereklerinin, çağdaş üretim AÇI MÜMTAZ SOYSAL usullerinin ve elektronik uygarlığın kaçınılmaz sonuçlarıdır ama, kanatlıları yetiştirip sevmenin, büyümelerini izlemenin, yaşayışlarını gözlemlemenin çocuk zihinlerine neler aşılayabileceği büsbütün unutulmalı mıdır?.. Geçime ilişkin yönler bir yana, insanların çoğu, kanatlı yetiştirme tutkunluğunun kişi karakterini nasıl etkilediğini pek bilmeyebilir. Ama, örneğin Yılmaz gibileri tanıyanlar, bu tutku ile sevecenlik, iyi kalplilik, aile sorumluluğu, güçsüze şefkatle yanaşma türünden karakter çizgileri arasındaki bağlantıyı kolayca kurabilirler. Bahçede solucan bulup civcivlere yediren anayı, yavru büyütme için kafeste bile yardımlaşan kuş çiftini seyretmek az şey midir? ıştaki bazı iddiaların aksine, Türkiye kuş gribi olayında, her şeye karşın devlet olarak çok da kötü bir sınav vermiş sayılmaz. Yılmaz’ın Tavukları K D Dolayısıyla paniğe kapılıp hiç gerçekçi olmayan çözümlere yönelerek kümes besleyiciliğini yasaklamak yerine, akıllıca atılması gereken adımlara öncelik vermek daha doğru olmaz mı? Ailelere yol göstermek, yardım etmek, kooperatifleşmeyi teşvik etmek ve salgın tehlikelerine karşı sağlam ‘‘erken uyarı’’ ağları oluşturmak. Kanatlılara musallat olan hastalıklar konusunda kurulup kapatılan araştırma kurumlarını yeniden açıp geliştirmek, kuşların göç yolları üzerinde bulunan bir ülke olarak bu alanda en iyi uzmanları yetiştirmek, ilaç, aşı ve başka önlemler konusunda iyi programlanmış planlar yapıp bütün dünyaya karşı son derece haklı destek ve fon istemleriyle ortaya çıkıp bu işin öncüsü olmak. Başka türlüsü, yani bu alanda ‘‘ikinci, üçüncü sınıf kalmak’’, görüldüğü gibi, eninde sonunda başkalarının çarpıtışlarını, küçümsemelerini ve hatta aşağılamalarını hep üzerimize çekiyor. Bir kez daha anlaşıldı ki, hor görülmeyi yenmek için tek çaremiz vardır: Her alanda mutlaka ‘‘birinci sınıf’’ olmak. PENCERE ‘Türkİslam Sentezi’ Neye ve Kime Yaradı?.. Nihal Atsız bir zamanların Türkçülüğünde birincil ad düzeyine tırmanmıştı... ‘‘Bozkurtların Ölümü’’ Atsız’ın en ünlü romanının adıdır, Orta Asya’daki Türkler’in ‘‘Köpek Çinliler’’le savaşımını anlatır... O dönemin Türklüğünde Müslümanlık yoktu... Cumhuriyet döneminin Türkçülüğü ya da Turancılığı ilk evrelerinde İslamcı değil, laiktir; dincilikten çok ırkçılığın tütsülediği bir örgüsü vardır. Türkçülük neden sonra İslamcılığa sardı; ortaya bir ‘Türkİslam Sentezi’ çıktı... Siyaset pazarında 12 Eylül’le birlikte iktidara geçirilen bu akımın serüveni ilginçtir. ? Türkçülüğün İslamcılığa teslimiyetinde ‘‘Komünist Rusya’’nın rolü büyüktür; ‘‘Turan’’daki ‘‘Esir Türkleri’’ kurtarmak yolunda dincilerle kurulan ittifak o dönemde bir anlam taşıyordu... Sonunda Turan kurtuldu.. Komünizm yıkıldı.. Sonra ne oldu?.. İslamcılar ya da takıyyeciler Türkiye’de Amerikan desteğiyle iktidara geçince kimi Türkçüleri (Turancıları, Ülkücüleri, milliyetçileri) kafakola aldılar; AKP şemsiyesinin altında iktidarın nimetlerine bağladılar... ? Nihal Atsız’ın romanlarındaki kahramanın ‘‘Asena’’ adında bir kurdu vardır.. Peki, Asena köpekleşti mi?.. Asena hem takıyyeci oldu.. Hem dinci.. Hem Amerikancı.. Olay eski Türkçüler arasında tepki yarattı.. İçlerinden kimileri diyorlarmış ki: Biz Turancıydık, Türkçüydük, milliyetçiydik, şimdi neciyiz?.. Yanıt: İslamcıların partisinde çanak yalayıcıyız... ? Peki, bundan sonra ne olacak? Öyle görülüyor ki komünizm yıkıldıktan, Turan kurtulduktan, takıyyeciler tek başına iktidara geçtikten sonra Ülkücülerin (Türkçülerin, Turancıların, milliyetçilerin) külâhlarını önlerine koyup düşünmeleri kaçınılmazlaşıyor... Türkçüler ‘Türkİslam Sentezi’ formülünde kullanıldılar, yenilgiye uğradılar... Artık bu sentezde Türkçü yok.. İslamcı var.. Geçmişteki ortaklık macerasının hesabı, kitabı, özeti bu kadar... Önümüzdeki günlerde Türkçü ile İslamcının arasındaki birlikteliğin tarihe daha çok gömüldüğü görülecek... Demokrasi Oyunu II Dr. Ahmet ERTÜRK 21. Dönem Edirne Milletvekili evremizde yaşanan ve önemsiz gibi görünen tek tek olayları fazla etkilenmeden kayıtsızca izlerken, sebep sonuç ilişkilerinin anlamlı bağlarıyla bir araya getirdiğimizde gülümsemekte veya hüzünlenmekteyiz. Bazen de iki duygu bir arada olur ve acı acı gülümseriz. Bu duygulanımlar önceden kavrayamadığımız bazı gerçeklere ulaşan fitilleri ateşler. Bundan önceki (08.12.2005 tarihli Cumhuriyet) ‘‘Demokrasi Oyunu’’ isimli yazımda, demokrasi maceramızı genel hatları ile irdelerken kara mizah türünde bir oyun çıkmıştı ortaya. Becerebildimse bazı gerçeklerin kavranmasına hizmet etmiştir. Günümüzde demokrasiye geçiş çalışmalarını acı bir gülümseme ile izlediğimiz Irak ve Afganistan’da aynı oyunun ‘‘fiili işgalli’’ uyarlaması sahnelenmektedir. Oyun bir kurulursa fiili işgal kalkacak, her iki ülke bizim yıllar önce başladığımız yerden başlayacak ve çağı yakalayacaklardır(!). Bu arada demokrasi içinde kaynakları en ucuza ve sorunsuzca hep Batı’ya akacak, 60 yıl sonra bile bizim gibi hep ‘‘gelişmekte olan’’ diye anılacaklar, hiçbir zaman gelişmişlerle aralarındaki uçurum kapanmayacaktır. ‘‘Oyun’’un ülkelerin özelliklerine göre çeşitli uyarlamaları olsa da özü hep aynı ‘‘emperyalist oyun’’dur. Bizdeki uyarlaması; fiili işgalin olanaksız olduğu, pahalıya geldiği veya çok riskli olduğu sanayileşemeyerek geri kalmış, fakat güçlü bir siyasal önderliğin bulunmadığı tüm ülkelerdeki ‘‘entrikalı’’ şekildir. Bu genel değerlendirmenin ışığında yakın geçmişi büyüteç altına aldığımızda şunu görüyoruz; Özal ile iyice sırıtmaya ve kimlere hizmet ettiği anlaşılmaya başlayan oyun, 1999 öncesi ANAP ve DYP’nin yolsuzluk batağında çürümesi sonucu, iyiden iyiye kavranmaya başlamış, Ç politikacı ve TBMM’ye güven dibe vurmuştu. CHP’nin medya saldırısı ve kendi iç sorunlarıyla çaresiz bırakıldığı, DSP’nin henüz yeterince güçlü bir umut olmadığı bir dönem yaşanıyordu. Mafyakapitalizmi ile çıkar ilişkisi kurmamışkuramamış geniş kitleler ‘‘oyun’’dan umut kesmiş, kara kara düşünmeye başlamıştı. Tam bu noktada; aklı ve bilimi kendi çıkarları doğrultusunda çok iyi kullanmasını bilen ABD, oyunun devamı için sosyal psikoloji ve siyaset biliminin yol göstericiliği ile senaryoya müdahale etmek gereğini duydu. Aksi halde kitleler doğru çıkış yolu bulabilecekleri köktenci yönelimler içine girebilirlerdi... Çözüm de üretilmişti zaten; dürüstlüğü rakiplerince de tartışmasız politikacı Sayın Bülent Ecevit iktidara getirilmeliydi. Böylelikle oyunun ahlak dışılığı gizlenmiş olduğu gibi, adil olduğu izlenimi de yaratılmış olurdu... Ne var ki Sayın Ecevit biraz yaşlanmış olduğundan estireceği rüzgâr 70’li yıllar kadar güçlü olamıyordu, zaten ülkemiz için bir lüks olan ‘‘sol’’ da bölünmüştü. Seçim öncesi, hem de Başbakan iken ‘‘Apo’’yu paketleyip Türkiye’ye teslim etmek Sayın Ecevit’in rüzgârını arttırabilirdi ve arttırdı... ABD’nin BOP kapsamında Kuzey Irak konusunda planladığı asıl büyük hamleden önce ve buna hazırlık da olmak üzere o dönemin koşullarına denk düşen piyon verme hamlesi idi söz konusu olan... Ve sonrası malum, Irak operasyonunda ABD’ye sorun çıkaracağı düşünülerek ahlaksız bir operasyonla Sayın Ecevit götürüldü, Tayyip Bey getirildi. Bugün de, dönüp dolaşarak benzer bir noktaya geldiğimiz görülüyor. Ek olarak ve her şeyden önemlisi ulusal bütünlüğümüze yönelik tehdit algılaması kitlelerde büyük bir duyarlılık ve tepkiye neden oluyor.Kaygım ve korkum odur ki; ge lişen ve günümüzün en önemli politik dinamiği olan ‘‘ulusalcılığı’’, bilim yönetimini çoğunlukla bizden iyi kullanan ABD’nin yönlendirmesidir. Çünkü ABD tezlerinin sonucu oluşan antitezlerden de en iyi şekilde yararlanabilmektedir. Bugüne kadar pek çok aklıevvelimizin kendi fikri diye savunduğu, kendi özgün seçimi sandığı şey gerçekte ABD’nin seçimi olmuştur. Yakın geçmişte Güney Kore’de, yükselen ABD karşıtlığını örgütleyerek iktidara gelen ulusalcı(!) liderin ertesi gün Amerikancı olduğu anlaşılmıştı. Şarklı yanımızdan dolayı ulus olarak genelde hamaset ve duygusallığa yatkınızdır. Milliyetçilikte hamaset ve duygusallığın rolü elbette vardır, fakat belirleyici olan vizyon, akılcılık ve bilim yönetimini en az karşıtlar kadar iyi kullanabilmektir. Bu nitelikte ve ek olarak yurtseverliği yaşamla kanıtlanmış bir liderlikle temsil edilen güçlü bir siyasi irade, güçlenen ulusal tepkiyi örgütleyip yönlendiremez ise kurtuluş umutları hayal kırıklıklarına dönüşerek ‘‘oyun’’ sürüp gidecektir. Tarihe baktığımızda her ikisi de ulusalcı olan Atatürk ve Enver Paşa’nın farkı da herhalde bu noktada olsa gerektir. Son olarak, bu saptama, dilek ve önerilerin eski bir vekilin yeni oluşmuş tepkisel görüşleri olmadığını, zaman içinde somut sonuçlarını görmüş olmaktan duyduğum mutluluğu aktararak yazımı bitirmek istiyorum. Hatırlanacağı gibi; Venezüella’nın halkıyla bütünleşmiş, yurtsever Devlet Başkanı Hugo Chaves, oyunu bozmak istediği için bir ABD darbesi ile görevden uzaklaştırıldıktan 24 saat sonra halkın ayaklanmasıyla yeniden görevine iade edilmişti. 21. Dönem milletvekili olarak kendisine çektiğim kutlama telgrafında ‘‘ülkelerimizin kurtuluş umudunu temsil ettiğini’’ ifade etmiştim. Venezüella’yı ve tüm Latin Amerika’yı o günden beri heyecanla izliyor ve umudumu yaşatıyorum. Öneriyorum siz de izleyin... Tokmak Kimin Elinde? A. Alper AKÇAM edeninin üzerinde kendine ait bir kafa taşımayı başarmış tüm namuslu aydınların toprağı bol olsun... ABD üniversitelerinde yıllarca öğretim görevlisi olarak çalışan, bir gün olsun küçük çıkarlar için düşüncelerinden ödün vermeyi ve kıvırmayı düşünmemiş Edward Said, Şarkiyatçılık adlı yapıtında, ‘‘Doğu, Batı’dan yazılan metinler durumuna geldi’’ demişti. Yeri geldiğinde Filistinli çocukların yanında, elinde taş, antiemperyalist mücadelede boy gösteren, yeri geldiğinde kendi ekmek kapısı Amerikan iktidarına kafa tutan Said’in ne kadar haklı olduğunu gün gün yaşayarak görüyoruz. En masumane alanda, edebiyatın romanlarında çoktan yakılmıştı işaretler. 1994 yılı yazılmış Yeni Hayat’ın MRTÜRKCOLA’sı, 2000li yıllarda KOLATURKA olup en uzak köy bakkalından en sosyetik futbol kulübünün formasına kadar her yere yayılmadı mı? 2002 yılı sonunda kaleme alınmış, Kar romanında Kars’taki belediye seçimlerini kazanacağı söylenen dinci parti adayı seçimi kazanmasa da seçimi ANAP’tan girerek kazanan (sosyal demokrat partide adaylığı kabul edilmediğinden) başkan belki de yoksul şehrinin geleceğini düşünerek ‘‘ılımlı İslamcı’’ iktidar partisine geçmedi mi? Aynı romanda roman kahramanı şair Ka’nın gözyaşları içinde davaları B nı desteklediği, ‘‘Halk düşmanı katil solcu’’lar tarafından baskı altında tutulan imam hatipli mazlum öğrenciler ve başlarını türbanla örterek var oluş mücadelesi veren genç kızların, kadınların da katkılarıyla ABD’nin Irak’a müdahalesine çok sıcak bakmayan DSPMHP iktidarı değiştirilmedi mi? Her romanı ABD’de ilk on’a sokmazlar... İmam hatipli öğrencileri öldürmemek için tüfeğini yukarı doğrultan Siirtli Kürt askerin tüfeğinden çıkan mermi yirmi beş yıl önce Kars’ta bir locadan köpeğiyle birlikte tiyatro seyreden Sovyet Başkonsolosu’nun (breh breh, kurguya bakın!) oturduğu locaya denk getirilince ve siyasal İslamcı militan Lacivert’e, Yahudilerin bu dünyanın en çok ezilen kavmi olduğu söylettirilince, olay örgüsüne yüklenilen amacın ne olduğunu anlamak için aptal olmak gerekir sanırız. Daha gerisine bakın: Eski solcu, Atatürkçü pozlardaki, tiyatrocu sarhoş Sunay Zaim’le Z. Demirkol’un işi gücü dindar insanlara kurşun yağdırmak, öfke kusmak; Sunay’ın karısı Funda Eser de aynı yolda, bir yandan erkekleri tahrik etmeye çalışırken bir yandan türbanlı genç kızları açınmaya çağırmakta... Bunları yazan romanlar el üstünde tutulup ödül üstüne ödül alınca, gazetecimiz Hasan Cemal boş mu dursun? İlhan Selçuk’u, Berin Nadi’yi Kar romanındaki kahramanlar yerine koyar, Irak’a getirilen özgürlükler ve demokrasiden birazını da Türkiye’ye getirmeye çıkar hazret. Hele de Kuvayı Milliye’den, Mustafa Kemal’den filan söz edersen bu ülkede, sözde sol bir koro başlar Batı esintili bir nakaratla: ‘‘Bunlar Kızılelmacı!’’ Bu ülkede Kızılelmacı olmak istemiyorsan, dışalım kavramlarla konuşacaksın, antenleri Brüksel’e ya da Bush’un dudaklarına doğru çevireceksin. Kürt milliyetçiliğiyle ılımlı İslamı el üstünde tutup kendini aşağı barbar olarak göreceksin, ‘‘Ah ah Osmanlı zamanı’’ diye diye kendi Türkçenin bile içine etmeye çalışacaksın!... Sonra da Anadolu’ya iner inmez soluğu Diyarbakır’da alan Batılı gözlemcilerden demokrasi dileneceksin ülkene! Sahi, bu Batılı ve yerli, demokrasi ve insan hakları şampiyonları, Van rektörünün duruşmasına, dört ay mahkemeye çıkarılmadan gözaltında tutulan ve intihar eden bir üniversite yöneticisinin dramına neden ilgi göstermediler acaba? Yine yiyeceğiz sanırım bir ‘‘Kızılelmacı’’ damgası alnımızın ortasına! Canımız sağ olsun, bedenimizin üstündeki kafa kendimize ait olduktan sonra hiç dert değil. Evet çok sevgili yurttaşlarımız, yazının başındaki sorunun yanıtını aslında çok iyi biliyorsunuz siz... Davul bunların boynunda ama tokmakçıları başka! CUMHURİYET 02 CMYK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle