25 Kasım 2024 Pazartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
21 OCAK 2005 CUMA CUMHURİYET SAYFA DIZI Savaş suçluları yargılanıyor ama arkalarında bıraktıkları belirsizlik ve milliyetçi söylem hâlâ en büyük sorun Saraybosna'dadeğişenbir şey yok Kâzım direksiyonda, Bosna'nın can damarı 5 C otoyolundan Travnik'e gidiyoruz. Yeşil tepeler, bahçe içinde iki katlı evler, tek tük fabrika bacalan sıynlıyor sisin içinden. Sağda, dün kaynağında durup yarenlik ettiğimiz Bosna ırmağı akıyor. Bu yol gibi o da ülkenin can daman sayıhr. Çok geçmeden yağmur sularıyla kabanp taşar, tarlalarla bostanlann, bahçelerin içinden akmaya başlar. lvo Andriç'in o tuhaf öyküsündeki gibi boğulmuş bir kadının cesedini sürükler köylere kadar, getirip bir çocuğun önüne bırakır. Çocuk ne diyeceğini bilemez bu olay karşısında, başına geleni annesine söylemek ister ama korkudan dili tutulur, bir türlü söyleyemez. Aradan yıllar geçer. Çocuk büyür, tarikata girip derviş olur, tstanbul'da şeyh makamına kadar yükselir. Yaşlanınca, toprak çağırdığından olınalı, Bosna'ya döner yinc, bir tekkede "Hakk'a yiirür". Gözlerini yummadan önce çocukluğunda gördüğü boğulmuş kadınm yarı çıplak bedeni düşer aklına. Oysa ne bir kadın eli tutmuş, ne sevmiş ne de sevilmiştir. Tanrı'yı arayıp bulmak için kendi içinde uzun bir yolculuğa çıkmıştır o kadar. Yol, yine hareket noktasına, Bosna ırmağının kıyısına getirip bırakmıştır onu. "Sinan'ın lekkesindeki Ölü" adlı bu öykü, İvo Andriç'in Bosna'yla ilişkisini çok iyi özetliyor. Nereye gltse Bosna orada Anlaşılan, yazar bir türlü kopamamış bu topraklardan, nereye gitse içinde Bosna'yı taşımış. Bu ırmağı, bu dağlık, güzel coğrafyayı, vadiye serpilmiş köylerin minareleriyle çan kulelerini... Hayatta aldığı yolıın gerçekte Bosna'nın dağ yollarından, özellikle dc Vişegrad'daki "sıcak ve rüzgânn, kar ve yağmurun aşındınp sildiği" o dar patikadan ibaret olduğunu kendisi itiraf ediyor bir denemesinde. Vişegrad'ı terk ettiğinden beri yürüdüğü tüm yolların, menzile varmadan konakladığı tüm hanlann altında, yalnız kendisinin görebildiği, yeryüzüyle bütünleşmenin, doğayla halleşip kaynaşmanın mutluluğunu yaşadığı, kenarında durup bir taşın üzerine oturduğu ya da bir ağaç gölgesinde dinlenebildiği, kimi zaman yorgun davar sürülerine, kimi zaman da sessiz ve çatık kaşlı köylülere rastladığı bu patikanın olduğunu söylüyor. Sevdallnka - Keşke yayan gitseydik Travnik'e, diyorum Kâzım'a. Der demez de Andriç'in patikalarmdan söz ediyorum. Pek oralı olmuyor. Gülümsemekle yetiniyor sadece. Sonra radyoyu açıyor. Hüzünlü, Bosna'nın tüm pazarlarında satılan güneş rengi biberler kadar acı bir türkü yayıhyor. Bir kadın sesi, sevdaları, savaşlan, kırımlan, yoksulluk ve yalnızlığı, çaresizliği haykırıyor durmadan. Bir sevdalinka bu. Sözlerini pek çıkaramasam da ezgisinden bir şeyler seziyorum. Mutlaka bir selvi boyluya, bir keman kaşlıya, ceylan gözlü bir dilbere abayı yakmıştır. Ama türküyü söyleyen kadın. Öyleyse ya konaklar yaptıran bir beyi ya da şu dağlarda gezen haydutu sevmiştir. Evet, mutlaka öyle olmuştur. Kâzım'a türkünün ne dediğini sormak üzereyken ses kesiliyor birden. Araya giren erkek spiker haberleri vermeye başlıyor. - Önemli bir şey var mı? - Hayır yok. Asayiş berkemal! Ne tatlı çocuk şu Kâzım. Şimdi de Bekçi Murtaza gibi konuşuyor. Derken sertleşiyor yüz ifadesi. îçinde, artık benim bile kanıksadığım "piçku" ve "maternu" sözcükleri de geçen bir küfiir savuruyor. - Ne var, ne oldu? - Yok bir şey. Srebrenica anıtının açılışını Clinton yapacakmış. - Katliam anıtının mı? - Evet. - Peki ne var bunda? - Sırplar da kendi kurbanlan için bir anıt dikeceklermiş. Pes doğrusu. Ne söyleyeceğimi bilemiyorum bir an. Kâzım aklımdan geçeni anlamış gibi bu kez Türkçesini savuruyor aynı küfurün. Suç Işleyenler hesap verlyor ama... Başta Miloşeviç olmak üzere savaşta insanlık suçu işleyenler Lahey'de hesap veriyor ama, burada değişen bir şey yok. Mladiç ile Karaciç, birbirınden aynlmayan Bahriyeli kardeşler gibi firardalar ya, sen ona bak. Gerçi Tudjman öldü, Izzet Begoviç de, savaşın oyuncuları.. eski Yugoslavya'nın yıkıntıları üzerinde kurduklan ulusal devletçiklerin ardından birer birer terk ediyorlar sahneyi, arkalannda hep aynı milliyetçi söylemi, aynı sorunlan bırakarak. Otoyoldan aynlıp dar bir yola sapıyoruz. Az sonra bir köyün içinden geçerken, sağda bir cami, solda haçlardan bir orman (bir mezarlık!) görüyorum. Ve köyün adını okuyorum tabelada: Ahmici. Derken bir başka ırmak kesiyor yolumuzu. Yalnızca ırmak değil, kayalık bir dağ da dikiliyor karşımıza. Ikisini de aşmadan ve hiç konuşmadan, döne dolaşa Travnik'e vanyoruz. R adyodan hüzünlü, Bosna'nın tüm__ pazarlarında satılan güneş rengi biberler kadar acı bir türkü yayıhyor. Bir kadın sesi, sevdaları savaşları, kırımları, yoksulluk ve yalnızlığı, çaresizliği haykırıyor durmadan. Bir sevdalinka bu. obel ödüllü yazar lvo Andriç bir türlü kopamamış bu topraklardan. Nereye gitse içinde Bosna'yı taşımış. Bu ırmağı, bu dağlık, güzel coğrafyayı, vadiye serpilmiş köylerin minareleriyle çan kulelerini... Başçarşı'da bir caml Aydınlar, Balkanlar'ın geri kalmışlığını Osmanlı'nın kötü yönetimine bağlıyor Tarihleiçiçe sokaklar A rabayı park edip, toprağa çakılmış gibi dik duran sanklı mezar taşlannın arasından geçerek giriyoruz kahveye. Yüksek çatılı küçük yapının ön cephesi yeni onanlmış, kapısının ıkı yanına süslü sokak fenerlerı yerleştırılmiş. Girmemizle çıkmamız bir oluyor. "Dışarıda otursak" diyor Kâzım, "bu güneş kaçınlmaz". Doğru, dışansı günlük güneşlık, üstelik ıhlamur ağacının gölgesinde boş bir masa da var. Çevreye pek de uymayan, dağın sarp yamacından çağlayarak ınen suyun kıyısmda, her şeyin -yeni boyanmış kapıyla, maun rengi pencere pervazlannın bile- eskiyı çağnştırdığı bu taş avluda biraz aykın duran plastik sandalyelere oturuyoruz. Su, adı kadar (Plava Voda) mavi değil belkı, ama tertemiz. Şavkı vuruyor yüzümüze, serinliği tenimizi yalayıp geçiyor. Az öteden başlayan dağın adını soruyorum Kâzım'a. "Ulaşiç" diyor, "gerçekte Travnik kcnti, Bukavitsa ile Vilenitsa dağlannın arasındaki vadiye kurulmuştur. Buranın halkı Ulasiç'i dağdan bile saytnaz. Yamacındaki kaleden de hâlâ korkar". Osmanlı'nın simgesi Başımı kaldınp baktığımda, bulutsuz, mavi göğün altında, sırtını kayalara dayamış bembeyaz bir kale görüyorum. Oturduğumuz kahve gibi onun da yeni onarıldığı belli. Surlan pınl pırıl, zindanı andıran camisiyle tek şerefeli minaresi de öyle. Şerefenin izi var yalnızca, kendisi yok. Çoktan yıkılnuş, yerine de yenisi yapılmamış. Kale, aşağıda devasa çatıları, ahşap evlerı, dar sokaklan, köprüleri, köprülerin altından akan Lavşa ırmağı, ırmak boyunca sıralanan kebapçı dükkânlanyla iki dağın arasına sıkışıp kalmış kente hâlâ meydan okuyor. Yıllarca süren Osmanlı egemenliğinm simgesi o. Zulmün, baskının, bir ara Saraybosna'dan buraya taşınan yerel hükümetın simgesi. Babıâli'nin Bosna'dakı uzantısı. Peki salt Osmanlı yüzünden mı gerı kaldı Balkanlar, imparatorluğun kötü ve despot yönetımı yüzünden mi Batı uygarlığını yakalayamadı? Buralı aydınlara sorarsan evet. Yalnızca halk değil, yazarlar da öyle düşünüyor. Balkanlar'a Dönüş'ün Fransızca basımına bir önsöz yazma nezaketını gösteren, Hırvat kökenlı olmakla birlıkte millıyetçilikten her zaman ıızak durmuş, kendıni her türlü şovenizmden korumasını bilmiş sevgili dostum Predrag Matveyeviç bile, kitapta kullandığım pax ottomanica terimine takılmış, kanlı savaşlar sonucunda fethedilen bu tahhsız bölgede Osmanlı barışından söz edilemeyeceğini belirtme gereğıni duymuştu. Oysa, bu topraklarda kaldığı sürece Balkanlar'ın etnık mozaığini korumayı, halklar arasında karşılıklı hoşgörüye dayanan bir yönetim kurmayı başarmıştı Osmanlı. Evet, halkı vergiye bağlamış, şiddet uygulamış, başkaldıran reayanın kellesini uçurmuş, ne var ki Katolik, Ortodoks, Müslüman ve Yahudısıyle ıç içe geçmiş, birlikte yaşayan milletlerin ınanç özgürlüğüne saygıda kusuretmemişti. Özgün mlmarl Bu topraklardan çekilirken de gerıde yalnızca acı ve gözyaşı değil, yoksul ve geri kalmış bir halk da değil, tüm bölgeye damgasını vuran özgün bir mımari bırakmıştı. Alaca Cami örneğın. Kâzım'la gidip gördük az önce. Diğer Balkan kentlerindeki benzerlerı gibi onun da duvarlannda çıçekler açıyor, çayırlar göveriyor, gemiler yelken açıyordu. Üstelik, tüm Osmanlı camilerinde olduğu gibi, minaresınin girişi solda değil, sağdaydı. Ve eski, yer yer yosun tutmuş taş sütunlann üzenndeki demir parmaklıklı pencereleri eylül güneşinde parıldıyordu. Aşağıda, dmsel inançla ticareti nasıl bağdaştırdıklarına bir türlü akıl erdıremediğim kuyumcu dükkânları sıralanmıştı. Az ileride, kar tutnıasın diye yüksek tutulmuş arduvaz çatısı ve cumbalı dört küçük penceresiyle tipik bir Bosna evi görünümündeki yapının bahçe kapısını çaîdık. Açan olmadı. Bunun üzerine kapı tokmağını çevirip daldık ıçenye. Andriç'in evindeydik. > 20. yüzyılın yazan Andriç Yalnızca eski Yugoslavya'nın ya da Balkanlar'ın değil, yirminci yüzyılın da en büyük yazarlanndan biri | „ olan Andriç 1882 yılında burada doğmuş. Önce -. Vişegrad, sonra lv< > Andriç Saraybosna'da geçen öğrencilik yıllan boyunca o zamanlar Avusturya- Macaristan împaratorluğu'nun yönetiminde olan Bosna'nın tarihi ve folkloruyla yakından ilgilenmiş. Viyana, Krakov, Graz'da tamamlamış öğrenimini, "Yeni Bosna" hareketine katıldığı için bir süre hapis yatmış. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Karajorciyeviç hanedanı tarafından kurulan Sırbistan Krallığı'nın elçisi sıfatıyla birçok Avrupa başkentinde bulunmuş, yabancı dil bilgisini geliştirmiş (1921-1941). tkinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde Berlin'de büyükelçiymiş. Ülkesine dönerek Belgrad'da yalnızlığına çekilip, aşağı yukan tümü Bosna'yı konu edinen yapıtlannı art arda kaleme almış. 69 yasında Nobel aldı Kendisine Nobel ödülü verildiğinde altmış dokuz, Tito'nun Yugoslavyası henüz parçalanmadan öldüğünde seksen üç yaşındaymış. Predrag Matveyeviç onu kökenleri bakımından Hırvat, kökleri bakımındansa Bosnalı olarak tanımlıyor. Katolik doğan, Sırplar tarafından benimsenen, ne var ki yapıtında Bosna'nın türküsünü söyleyen Andriç'in Hırvatlarca kendi ulusuna ihanetle suçlanmasının, romanlannda Türkleri despot bir yönetimle özdeşleştirdiği için Müslümanlar tarafindan eleştirilmesinin, Vişegrad'daki heykelinin 1991 'de parçalanmasının, Sırplarca da kendi ulusal çıkarlarına alet edilmesinin hazin bir kader olduğunu düşünüyorum. Gerçekte Balkanlar'ın etnik yapısından kaynaklanan bir kültür zenginliğinin ürünüdür Andriç. Onu, Avrupa ülkelerinden önce Türk okurunun değerlendirdiğini, Bosna'nın en ünlü haydutundan söz ederken kaleminin ucuna gelen "Bir Türkten daha kötüydü" gibi cümlelere takılmadığını, Osmanlı'yı hep olumsuz yönleriyle anlatan yapıtlannı ilgiyle okuduğunu belirtmeliyim. Andriç'in evi ne müzeye benziyordu ne de bir yazar evinde bulunması gereken eşyadan nasibini almıştı. Kâzım da ben de biraz düş kınklığına uğradık. Örneğin Travnik müzesinin etnografi bölümünde gördüğümüz eski eşyalara benzer bir tek eşya, bir kilim bile yoktu içeride. Sofa neredeyse bomboştu. Odalar, koridorlar, arka bahçeye bakan mutfak da öyle. Yazarın çocukluğunu geçirdiği bahçeyi aynkotlan sarmış, üzerlerine tırmandığı ağaçlann dallan kınlmış, canım mürdüm erikleriyle incirler toprakta çürümeye bırakılmıştı. Viran değildi, hayır. Yap-işlet-devret anlayışıyla kurtarılmaya çalışılan her eski yapı gibi o da kâr amacının kurbanı olacaktı çok geçmeden. Bir zengin satın alıp işletmeye açacak; bahçe de, büyük olasılıkla plastik iskemle ve masalardan ibaret bir kahveye dönüşecekti. SURECEK
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle