18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 20 HAZİRAN 2000 SALI 14 JvLJJ-iJ. LJ1\ [email protected] SAHNEDEN AYŞEGÜL YÜKSEL Bakakahnzgiden dinozorun ardmdanHürriyet'te "Tatiı Dino'nun Ölümü" başh- ğını gördüğümde yüreğim ısmdı. !VBna Ur- gan'ın gidışi daha özlü biçimde dile getirile- bilir miydi? Birinci Dünya Savaşı sonrası tstanbul'unda doğmuş, insan olma serüvenini Cumhuriyet Türkiyesi'nde yaşamış, 20. yüzyılın son yılla- nnda, 80"ini aşmışken yazdığı bir "anı" bir de "gezi" kıtabıyla "çok satan" yazarlar listesine kurularak yıllardır sürekli olarak kitapçılarda satılan çok önemli 10 bilimsel kitaba imza atan kendisi değilmişçesıne ünlenip yaşamında ilk kez yazdığından adam gibi para kazanmış, bu işe de en çok kendisi şaşmış bir "olay" kadın... Yaşamı hiç de kolay geçmemiş, çalışarak ya- şayabilme zorunluluğunu küçücük, ama güçlü bedeninde yıllarca taşırken çevresini saran gü- zelliklerden pay almayı hiç mi hiç ihmal etme- miş, tek büyük şansı "sevdiği işi yapmak", en büyük silahı da özgûrce düşünüp düşündükle- rini özgürce dile getirmek olan, "ilkeli", "ça- uşkan", "sevecen", "özverfli'', "ödünsüz" bir varoluşun geçiciliğini her türlü başka çekicili- ğe yeğ tutmuş, kendine ve tüm insanlara say- gılı bir insan. . Işte bu kadın, "yükselen değerier"e ulaşma adma başka değerlerin ayaklar altına alınma- sında sakınca görülmedığı, u hâlâ annelerinin raargarinini kullananiann" küçûmsenerek akıl- lannı başlanna devşırmeye çağnldığı, küresel- leşme duşûnü topluma şınnga edenlerin, yal- nız eski zoolojik çağlann korkutucu canavan değil, aynı zamanda çizgi fılmlerin ve oyuncak dünyasının sevimli "soyu tükenmiş" kahrama- nı olan "dinozor (dino)"a hem alay, hem haka- ret içeren aşağılayıcı anlamlar yüklediği bir Türkiye'de, "Var mı diyeceğiniz, ben bir dino- zorum" diyor. Demekle kalmıyor, yazdığı "anı" kitabıyla okuru öyle bir sürüklüyor ki pe- şinden, "dinozor" sözcüğüne çiğnenmekten çürümüş cikletle yapıştınlan "küçiUtücü" an- lam düşüp yok oluyor. Mîna Urgan'la birlikte "dinozor" olmanın keyfi yaşanmaya başlanı- yor. "Yükselen değeıier"in şampiyonlan artık ışlerine yarayacak yeni bir "yafta" bulmak zo- runda... Kaç gündür torunu yaşmdaki öğrenciler ka- pımda. Onun hiç tanımadığı. ama bilimsel ki- taplanyla sürekli olarak eğittiği, eğitmeyi de sür- düreceği Ingiliz Dili ve Edebiyatı öğrencileri... Mî- na Urgan'ın yıllanmış pro- fesörlüğü, örnek bilim adamlığı, usta yazarlığı üstüne konuşmak istemi- yorlar. Onlar benim ara- cılığımTa Mîna Hanım'la aralannda bir kan bağı kur- mak istiyorlar. "Sizin öğ- retmeninizdi, değil mi" di- ye soruyorlar. Biliyorum, gün gelecek, çocuklanna "Benimöğretmenim Mîna Urgan'ın öğrencisivmiş" dıye anlatacaklar. Ne mut- lu bana. Onca yüksek ni- teliğı arasından "öğretmen olma'' nitelığmi öne çıka- rıp kavramlan depreme uğramış toplumumuzda sarsılmaz bir "değer ölçü- sü" olarak koruduğu için ne mutlu Mîna Urgan'a... Evet, Mîna Urgan be- nim ögretmenimdi... Ilk karşılaşma YU1959. îstanbulÜni- versitesi Edebiyat Fakül- tesi'nin tngiliz Dili ve Ede- biyatı Kürsüsü'nde 1. sı- nıf ögrencısıyim. Kûrsüye her yıl 200 öğrenci alını- yor. Her yıl ya da iki yıl- da bir yalnızca bir ya da iki kışi mezun oluyor. Sınav- lardan çok, "öğrenmek" önemli. Sınavlar dersine göre iki yılda, üç yılda bir, yazılı ve sözlü olarak ya- pılıyor. Sırat Köprü- sü'nden geçmek gibi bir şgy. Sınıflar aşın düzeyde kalabalık; öğretim eleman- lannın dünyasıyla öğren- cılerinki arasuıda masallar boyu bir uzaklık var... Meğerse çeviri sınıflan küçük olsun diye grupla- ra bölünürmüş. 15-20 ki- şilik bir sınıfta Doç. Dr. Mîna Irgat'ı bekliyoruz. Mîna Hanım'ın Shakes- peareuzmanı olduğundan falan haberimız yok. Biz ünlü ozan ve oyuncu Ca- hh Irgat'ın eşinin nasıl bi- n olduğunu merak ediyo- gat yok artık. Zor bir işi birlikte başarmak du- rumunda olduğumuz bir kader arkadaşımız var. Böyle başladı, böyle gitti öğretmenimizle olan ilişkimiz. Mîna Hanım, nasıl saygı göster- di düşüncelerimize gûnler boyu ve biz onun onaylayacağı çeviri önerileri kotarabilmek için ne denli yoğun bir çaba içine girdik... Öyle in- ce eleyip sık dokuduk ki sanınm öykünün çe- virisine son noktayı hiç koyamadık. Ama "çe- viri'' olayının şakaya gelmediğini, bilgi paylaş- manın önemini, öğretenle öğrenen arasındaki • Birtakım güzel insanlar yaşamış ülkemizde. Onlar yaşamı "özenti"ye kapılmadan, ama "özenle" yaşamayı seçmişler. Sırtlan pek olmasa da gözleri tokmuş. Onlar yaşamın getirdiği ve beslendikleri tüm zenginliklere yenilerini katmayı "insan onuru"nun vazgeçilmez bir zorunluluğu saymışlar. Mîna Urgan işte bizim topraklanmızda yetişmiş böyle bir kuşağın en özel insanlanndan biri. güven ve saygı ilişkisinin iletişım yolunda en vazgeçilmez adım olduğunu, dayanışma olma- dan hiçbır olumlu sonuca vanlamayacağını, kı- sacası "öğretmenlik" sanatmın tüm ipuçlannı biz o dostluk duygusuyla kuşatılmış çeviri der- sinde öğrendik. Bunca yoğun enerji alışverişine karşın hoca- mızın edebiyat fakültesinin labirent örneği ko- ridorlanndaki hangi odada oturduğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Hoca odalan kutsal uzam- lardan sayılırdı bir zamanlar. — ruz. Içeri girdi. Sade giyim- li, süssüz makyajsız, er- ken kırklannda bir hanım. Bir iskemle çekip yanımı- za oturdu. Elinde SaftFa- ik'in "SonKuşlar"ı. San- ki birlikte yıllardır çalışan meslek erbabıymışız gibi, "Çok işimizvar, çocıddar" dedi; "Sait Faik'in bir öy- küsünü Ingilizceye çevir- memizgereklL Ancak, ka- fa kafaya verirsek başara- biliriz bunu." Karşımızda o davudi sesli ozan-aktör Cahit'in kimbılir kaç dil- ber arasından seçip aldığı- nı merak ettiğimiz Mîna Ir- ŞefLeonardSlatldn, BBCSenfoni Orkestrası'm birincişefliğini üstkniyor Mustafa ve Zeynep daha küçücüktü. Mîna Ir- gat bir süre sonra 147'ler fiyaskosunun kurba- nı olarak aramızdan aynldı. (Gidişiyle dönüşü arasında yaşadıklannı "am"larda okuduk yıl- lar sonra.) Döndüğünde Mîna Urgan'dı. Profe- sördü artık. Geçen yıllar içinde, emekliliği ge- rektiğinden birkaç yıl daha öne alarak araştır- macılık ve yazarlık üstünde yoğunlaşt. Ama hep Mustafa'nın ve Zeynep'in annesiydi... Musta- fa ozan, Zeynep tiyatrocu. Araya yıllar girdi. Ben Ankaralı oldum. Ömür'le Özgûr'ü büyüttüm. Yıllar içinde ne zaman karşılaşsak, hep Mühürdar'daki evinin balkonundan güneşin denize batışını izlemeye çağırdı. Güneşin doğuşunu ve. batışını ender izleyebildiğim yıllardan geçiyordum. Sonunda Mühürdar'daki eve gidebildiğimde Mîna Hanım Bodrum'daydı. Balkona son yirmi yıl içinde turnelerle Ankara'ya geldiği için birlikte ola- bildiğimiz Sevgili Zeynep'le çıktık. Gün orta- sıydı, yağmur yağıyordu. Son karşılaşma Tam iki yıl önce bir haziran günü. Yıllardır bir türlü gerçekleşemeyen buluşma Bodrum'da oldu. Bodrum'daki güzelim evinin minicik taş oyalı avlusunda bir öğle üstü. Değerli zamanı boşa geçirmemek için ön çalışma yapmış. "Bi- Byor musun, düşündüm de onca vıllık üniversi- te öğretmenliğim içinde, benimle doğru dürüst bıtirme tezi vapmış bir iki öğrencimden biriy- din" dedi. "İşi zora koştuğumuz için Berna ile benden kimse tez almak istemezdLSen buna ce- saret ettin, üstelik de çok iyi yah^n" Yüzümün kızardığı neyse ki sıcaktan belli ol- madı. O zamanlar kendimi "baş\r apıtı''m üre- ten yaman bir yazar sandığımdan, genellikle 50 sayfa uzunluğunda olması gereken bitirme te- zine 200 sayfalık malzeme katmıştım. Tezi oku- ması için Mîna Hanım'a verdikten sonra gün- ler, haftalar, bir iki ay geçti. Hocadan ses yok. (O zamanlar şimdiki çocuklann yaptığının ter- sine, sabah verilenin hesabını akşama sormak saygısızlık sayılırdı.) Sonra bir gün benim tez kırmızı kalemle gelincik tarlasına döndürül- müş, ama kabul edilmiş olarak geldi "Amma da uzun yaznuşsın, düzeltmesi çokzaman aldı." Öyle kızmış ki tezi beğendığıni bile söylemı- yor. (Kızgınlığı geçtikten 34 yıl sonra, ancak şimdi söylüyor.) Alabildi- ğine titiz, sorumluluk duy- gusu uç düzeyde bir hoca- dan, dört öğrenciye vere- bileceği zamanı çalmışım 'Önemli olanbugün yaptığınızdır' S.RAYANYİRMİBEŞ Philarmonia Orkestrası'nın 1997'denbu yana birinci konuk şefi olan Leonard Slat- tdn, 28. Uluslararası Istanbul Müzik Fes- tivali'nin konuğu olarak îstanbuFdaydı. Dünyanın birçok yerinde yönettiği kon- serlerdeki yaratıcı program seçiminin ya- nı sıra klasik, romantik ve 20. yüzyıl re- pertuvarlanru olağanüstü yorumlamasıy- labüyük beğeni toplayan Slatkin'in, 15 ve 16 Haziran'da Aya trini'de yönettiği kon- serlerde Beethoven'ın yanında çağdaş bes- tecilerden Aaron Copland ve James McMiBan'ın eserleri yer aldı. Los Angeles'ta mü- zisyen bir ailenin çocuğu ola- rak dünyaya gelen Slatkin 2.5 yaşında kemanla kariyerine başlamış. - Ekim 2000'den itibaren BBC Senfoni Orkestrası'nuı birinci şefliğini üstleneceksi- niz. Philarmonia Orkesrra- sı ndaKi konukşeflfgınız sons mîereceK* LEONARD SLATKIN - Üç yıl önce BBC ile ilk kezbir festivalde konuk şef ola- rak üç konser için bir araya geldim. Çok sık çahşmadık ama iyi anlaştık. Philarmo- nia'ylaolan ilişkimden de iyi diyebilirim. Geçen yaz ise BBC ile yaz programı yap- tık. BBC, sanınm iki tarafin da aldığı haz- zı gözlemledL 2 hafta sonra telefon aldım. BBC Senfoni Orkestrası'nın baş şefliğini yapıpyapamayacağımı sordular. "Herşey organize edfldi, gel" dediler. Philarmonia, çalışmaktan tat aldığım daha geleneksel tarza dayalı bir orkestra. BBC'de ise beni yerleşmiş birrepertuvarve birçok yeni mü- zik bekliyor. Bir televizyon kuruluşuyla çalışmak heyecan verici olacak. 1996'dan bu yana Washington Ulusal Senfoni Orkest- rası'nın da şefliğini yürütüyorum. 20 haf- ta Washington, 18 hafta BBC için çahşa- cağım. Konuk şeflık için çok vaktim olma- yacak. - Repernrvan naai belirHyorsunuz? -Konsere göre değişiyor. Baş şefseniz bü- tün sezonun repertuvannı dengeli bir bi- çimde ayarlamalı, adetabir restoran şefi gj- bi spesiyalleri de listeye dahil etmelisiniz. Konuk şefseniz ne yapıldığına odaklan- manız gerekiyor. Philarmonia'nın ses ko- rosu olduğundan yapacağınız konserinku- rallan çok belirgin değil. Saîon dışında da • "Oscar alırsanızfılm hemen tehrar vizyona girer. Klasik müzik Gmmmy'si kazanırsanız törenden sonra çıkan repertuvar bir daha ele alınmaz. Bugün kayıt endüstrisi çok iyi koşullarda değil. Birçokşirket, klasik müzik kaydı yapan iyi isimleri bile istemiyor. Halka ulaşmak için Internet ve video teknolojileri gibi yeniyollar bulmak gerekiyor!' -16Haziran'daPhflarmonia Korosu'mın da yer aldığı bir konser yönettiniz. Koro- nun yer aldığı bir konser yönetmenin diğe- rinden farkı nedir? - Birçok insanla bir aradasınız. Genelde harika bir repertuvar var. Koro olduğu za- man sözle birleşen müzik, besteciyi size da- ha yakm kılıyor. Diyelim ki 9. Senfoni'yi korosuz çalıyorsunuz; bunu sadece mü- zikle yapmak da mümkün. Bazen metnin anlamını çıkarmak biraz zor. Içenğe ulaş- mak, bestecinin düşünce kapılarmı arala- mak ve bütünlükte huzurvereni yakalamak imkânı bazı toplumlarda müm- kün, bazılannda mümkün ol- muyor. Öte yandan koro, or- kestradan kopuk oimamalı, ya- km konumlanmalılar ki bizi duysunlar. - 50 kez Grammy adayı oi- nBtşsunoz vc4kezödülüainuş- - ofabütr: Repertavannı oluşturacagımz or- kestra ve koşullar kendini sunar. Örnegin tngüız bestecilerin neler yaptıklarım, bu- günkü müzikte neler olduğunu takip et- mek sizi popüler bir repertuvar oluştur- maya götürür. - Şeflikte nasıl karar kıldmız? - 2.5 yaşmdayken kemanla başladım. 8 yaşındayken piyanoyu seçtim. 19 yaşında şefliğın benim için daha iyi olduğuna ka- rar verdim. îlgimi çeken iki meslek kolu vardı; biri spor yaymcılığı, diğeri ise yap- makta karar kıldığım şeflik. Bu arada üç yıl radyo programcılığı da yapüm. Şeflik, yönetmenliğe benzeyen bir meslek. Hâlâ bazen piyanonun başına oruruyorum ve o zaman iyi ki devam ettirmemişim de şef olmuşum diyorum. - Akademi ödülü kazanırsa- nız fılm derhal tekrar vizyona girer. Klasik" müzik üzerindenj GTarnmy— alırsanız törenden sonra çıkan repertuvar bir daha ele alınmaz. Bugün kayıt endüst- risi çok iyi koşullarda değil. Birçok şirket, klasik müzik kaydı yapan iyi isimleri bile istemiyor. Kayıt yapmak zor. Halka ulaş- mak için Internet ve video teknolojileri gi- bi ilginç ve yeni yollar bulmak gerekiyor. Ödüller, heykelcikler durduklan yerden tabîi ki gözüme güzel görünüyor. Başka in- sanlann oyuyla buna layık görülmek gü- zel. tnsanlann, yaptığınız kayıttan veya konserden keyif almasını sağlamak hoş bir duygu. Seslendirdiğiniz parça aklımzda bir fotoğraf gibi kalıyor. Geçen günlerle par- çanın kafanızda şekillenmesi de değişiyor. Ama önemli olan, bugün ne yaptığınız; yann nasıl olacağı değil. 1 ( _ . ^ * Sohbet açılıyor. Demll çay, vişneli mekik. Mîna Hanım'ın yanından ayır- madığı küçük makasla iki- ye kesip yanm yanm, be- nim bütün bütün içtiğim si- garalar... "Kitaplannı,ya- zılannı biliyorum, iyi şey- ler yapıyorsun, çok mutlu oiuyonım (Sevinçten uç- sam mı, sevgili hocam~) ama şimdi en çok kocam, çocuklannı, öğrencilerini merakedryorum,bana on- lan aniat" diyor. Onun ya- şamı tüm cepheleriyle al- gılama ve değerlendirme yeteneğinin bir gösterge- si. Yazdığıma çizdiğime değil de, insan olarak var- dığım noktaya, toplu bir not verecek sanki. Bu ka- dın nasıl bu kadar akıllı, duyarlı, incelikli olabili- yor? "Anılar"ını neden bu denli sevdiğimi soruyor. Daha önceki yazımdaki "teşhis"lerimi yeterli bul- muyor. "Bumilletbukita- bı neden böyle sevdi,anla- madım gitti" demeyi sür- dürüyor. "Gezfler" o sıra- da kafasında planlanmış. Ama o bana benim konu- lanmdan söz ediyor. Üstü- ne incelemelerim olan iki büyük yazara, Haldun Ta- ner ve Melih Cevdet An- day'a ilışkin tanıklıklarmı dile getiriyor. Butanıklık- lan bilmeyi hak ettiğimi düşünüyor... Gün bitiyor. Gerisini biliyorsunuz. Birtakım güzel insanlar yaşamış ülkemizde. On- lar yaşamı "özenti"ye ka- pılmadan, ama "özenle" yaşamayı seçmişler. Sırt- lan pek olmasa da gözle- ri tokmuş. Onlar yaşamı, tüm şiddetine karşın, hü- zünlü veya coşkulu bir ez- guıııı luzgaı ında yaşaına- yı bilmişler. Onlar yaşa- mm getirdiği ve beslen- dıklen tüm zenginliklere yenilerini katmayı "insan onuru"nun vazgeçilmez bir zorunluluğu saymışlar. Mîna Urgan işte bizim top- raklanmızda yetişmiş böy- le bir kuşağın en özel in- sanlanndan biri. Mîna Urgan benim ög- retmenimdi, çocuklar. On- dan durmadan yeni şeyler öğrendim, öğreniyorum. Yaşamla bu kadar güzel hesaplaşmış bir başka "dinozor"a bir daha rast- larmıyım, bilemiyorum... YAZI ODASI SELİM ÎLERİ Eczaneler (II) 1960'larda, başımda kavak yelleri esen yeni- yetmeliğimde, teyzem Pendik'te eczane açınca, benim de kısacık bir eczane çıraklığı dönemim oldu. Pendik'te hepsi topu birkaç eczare oldu- ğundan, teyzemin Yeni Eczane'si her üç beş ge- cede bir nöbete kalır, ben de teyzemle birlikte ka- lırdım. Bir yaz dönemiydi, hayatımın en güzel yazla- rından biri. Sayfıye kimliğini yitirmemiş Pendikte yaz hep evlerin dışında yaşanır, şenlik olup çıkar- dı. Bahçelerde yaz sinemalan, kapı önlerinde çay içmeler, geceyarısı poğaçalan... Teyzemin eczanesinde en sevdiğim yer, arka- daki bölümdü. Orada küçük ecza dolaplannda şiddetli, orta dereceli, hafif zehirlerin şişeleri du- rurdu. Etiketler renk renkti. Küçük terazi. Bir de güllâç kılıklı kaşeler filan. ölçek ölçek tozlar konur, sular eklenır, ilâç ya- pılırdı. Yapım süresınce sanki derin bir sessizlik hissolunurdu. Eczaneterden kolonya alınırdı. Bu kolonyalar şim- dinin markalı hazır kolonyalanndan başkaydı ve eczacı, yine ölçerek biçerek kolonyayı kendisi hazırlardı. Küçük, donuk, metal şişelerdeki yo- ğun esanslar galiba tuvalet ispirtosuyla seyretti- liyordu. Zaten her eczacının kolonyası beğenilmez, ec- zacının lımonçıçeğıne, lavantaya kıyamadığı söy- lenirdi. Bu kolonyalann, şimdi birçoğunu hatırlayama- dığım, güzel adlan vardı. Yan yana şişeler, şişe- lerde açık, uçuk sandan kavuniçiye, hatta kızıla renkli sular. Etiketlerde adlar; Istanbul Geceleri, Itır, Fujer... Şişenizi kendiniz getirecektiniz, limonçiçeği is- tiyorsanız ondan, lavanta istiyorsanız lavanta- dan. Böytece evlerin eski kolonya şişelen birer emektar gibi yaşamalarını sürdürürdü. Kadıköyü'nün bir eczanesi daha o zamanlar, yani 1960 öncesi, pudra, parfön -evet, o yıllann deyişiyte 'parfön'- ve sabun satardı. Annem Chat Noir pudrasıyla Soir de Paris parfönü kullanırdı. Gerçi çok daha pahalı parfönler vardı ama, ai- le bütçemiz ancak Soir de Paris'ye yetiyor olma- lıydı. (Herzaman Pans derken, bu kolonyanın Pa- ris'ini 'Pari' diye okumamıza anlam veremez- dim.) Sonralan annem, Soir de Paris'yi de alamaz ol- du ve eski, boş, hepsi menekşe renkli, gümüşî kapaklı Soir de Paris şişelerine limon kolonyası gelip yerleşti. Çocukluğumun evinden Yardley marka talk pudrasını, gül kokan pembe bir sabunu da gö- zümün önüne getırebılıyorum. Eczanelerde, yaz gelınce, tek bir deniz topu var- dı. Belki başka deniz toplan da vardı ama, onlar şişirilmemiş dururdu. Şışkın deniz topunun renk renk dilimleri bana çok çekici gelirdi. Bunlar bir rüyada gördüğümü sandığım ecza- .jı^Jerin küçük şıklıkları, ufaktefek süsleriydi. Bir- •~çoTTşey"gibı sfınîp ğrtftef." Bugünön marRâlarT" ambalajlar, göstenşler dünyasında hiçbir özellik- leri kalmadı. Tasarruffiknninyerini savurganlık eko- nomisi alırken o şiırlı anlamlan da şüphesız sö- necekti. Şimdi hatırlıyorum, Bahariye'deki eczaneden öksürük şurubum alınırdı. Bu şurubu, kargaak bur- gacık yazılı reçeteyi sökerek eczacı hazırlar, biz de akşamüstü gidip alırdık. Günün birinde adlı sanlı ilâçlardönemi çıkagel- di. öksürük şurubum ansızın, okunması, söylen- mesi hayli zor, yabancı dilden bir ad edindi. Ar- tık ondan içiyordum. Adlı sanlı ilâçlar, kutular, ambalajlar saltanatıy- la eski eczaneler döneminın sona erdığını nerden bilebilirdik. Biz yine hep aynı eczanelere gıdip gel- diğimizi sanıyorduk. Ama ilâçlar gibi ilişkiler de değişiyordu. Kalabalık şehirde eczacı yakın ah- babınız değildi artık. İlâç alırken havadan sudan konuşacak vakit yoktu. Asabî hanımlann ikide birde tutan çarpıntılan- na iyi gelsin diye damla damla içtıklen Nevrolce- mal -bu ad, bir mutluluk gibi gülümsetiyor beni hâlâ- çoktan yapılmaz olmuş; Nevrolcemal'den şifa bulan hanımlara Nevrolcemal'sizliğin yasını tutmak kalmıştı... Takvimde lz Bırakan: "Bekçiler! llişmeyin, uyandırmayın serserileri! Park onlanndır. Yalnız gözkulak olun, yeter." Sa- it Faik Abasıyanık, "Parklann Sabahı, Akşarnı, Gecesi" (Havuz Başı). Fazıl Say ve Kudsi Ergımer Caz Festivali'nde • Kültür Servisi - 7. Uluslararası Istanbul Caz Festivali, 12 Temmuz'da Lütfî Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda ilginç bir konser gerçekleşecek. Konserde yurtdışında müzik alanında yaptıklan başanlı çalışmalarla tanınan piyanist Fazıl Say ve neyzen Kudsi Erguner, caz ile Türk müziği arasında özgün bağlantılar yaratarak Türkiye'de ilk kez bu konserde doğu ile batınm 'jazz'ca buluşmasmı gerçekleştirecek. Say ve Erguner, ' piyano ve ney gibi iki zıt enstrümanı kullanarak seyircilere sıradışı bir müzik serüveni yaşatmaya hazırlanıyorlar. 2. Foça Çevre Kısa Hlm Günlarl • Kültür Servisi - Ulusal Çevre Kısa Filmleri, Uluslararası Çevre Kısa Filmleri ve Belgeselleri gösterimi, Sinema ve Çevre konulu söyleşilerin ^jlacağı 2. Foça Çevıe Kısa Frhn Guııleri, 5-9—— Temmuz tarihleri arasında düzenlenecek. Belgesel Sinemacılar Birliği'nin desteğı ile çeşitli ülkelerden ve Türkiye'den çevre konulu kısa film ve belgeseller, Foça'nın tarihsel mekânı Beşkapılar'da izleyicilere ücretsiz olarak ^- : sunulacak. Aynca festival kapsamında yapılacak tüm söyleşi ve açıkoturumlar, Internet'ten canlı olarak dinlenebilecek. Nemput Dağı'nda pan flüt Konseri • Kültür Servisi- Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası'nın 26 Haziran Pazartesi günü Nemrut Dağı'nda, güneşin doğuşu ile birlikte, tannlann heykellen arasında verecekleri konseri, Emin Güven Yaşlıçam yönetecek. J.Strauss'un üç valsinin ve pan flüt için düzenlemelerin yer alacağı programda, solist pan flüt sanatçısı Marin Gerass olacak.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle