19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 5 NİSAN 2000 ÇARŞAMBA 8 DİZt idinsizükolarak, Avdınlarımız, " Laisizmve Mustafa Kemal -^r^m akat, öte yandan, bir uç beyfiğini m . ' hızla bir devlet haline dönüştüren r^y bu Sünni- Hanefı ailenin silahlı m gücünün tamamını, Şaman veya - A . panteist inanç ağırlıklı, bugün Alevi-Bektaşiler diye adlandırdığımız, hetere- doks Müslümanlann oluşturduğu ise, gene aynı belgelerden kesinlikle bilinmektedir oysa... Aynca, bu küçük devleti üç çeyrek yüzyıl gi- bi kısa bir sürede Avrupa tarihinin en büyük im- paratorluklanndan biri haline getirecek Yeniçe- ri Ocağı için tutsaklar arasından seçilen veya devşirilen Hıristiyan çocuklan da, daha ilk gün- den itibaren Sünni-Hanefi ailelerin değil, hea- teredoks Müslüman aşiretlerin yanına gönderi- lerek Türkleştirilmiş ve Müslümanlaştınlmış- lardır. bilindiği gibi. Kısacası, atalanmız, tarihçilerin belirlemele- rine göre Anadolu'ya iki ayn yönden girmişler- dir ve güneyden, Ârabistan üzerinden gelenle- rin genellikle Sünni-Hanefiliği benimsemiş ol- malanna karşılık. kuzeydoğudan, Iran üzerin- den gelenler Şaman veya heteredoks Müslüman- lardır. Güneyden gelen Sünni-Hanefilerin Ana- dolu'ya. vakıf, cami, mescit, medrese gibi Islami kurumlan taşımalanna karşılık, Şaman veya he- teredoks Müslüman aşiretler de beraberlerinde türkü, saz şiiri. tekke müziğL tasavvuf, Ahi örgû- tû ve zaviye gibi Orta Asya kökenli gelenek ve kurumlan getirmişlerdir buraya. Bilindiği gibi, Anadolu Türk devletleri, "Hıristiyan reayadan (köylüden) 'haraç' adı alûnda daha fazla vergi alındığı için", fethettikleri topraklardaki Hıristı- yanlan veya öteki dınlerden olanlan zorla Müs- lümanlaştırmaya kesinlikle kalkışmamaktadır- lar. Hatta, Prof. Stanford Shaw'un da "Osman- ü tmparatorluğu ve Modern Türldye" adlı kita- bında belirttigi gibi, "askerfikhizmeti yerine riz- ve denilen vergiyi de ödedikleri takdirde, Hıris- tiyanlann veya öteki aanlıklann artık canlany- la birlikte. malları ve dinleri de devletçe korun- makta ve güvence altma ahnmakta"dır. Bu nc- denle, gördüğümüz kadanyla Sünni-Hanefıler de, vakıflann kanatlannın altında kurduklan ca- mi ve medreselerle, bir an önce kent ve kasaba- lardaki Türkmenleri Sünni-Hanefi inancı doğ- rultusunda, Müslümanlaştırmak için uğraşırlar- ken, kırsal kesimlerdeki heteredoks Müslüman aşiretler de, gerek Ahilik örgütü ve gerekse bu örgüt aracılığıyla sağlanan mali oJanakJarla ku- rulmuş tekke ve zaviyelerle. gâfiba hiç' kuşku yok ki, silah zoruyla ele geçirdikleri bu tpprak- İan, hem kendileri, ola ki hem de gelecek soy- daşlan için güvenli hale getirme, dolayısıyla Türkleştirmeye çalışmaktadırlar öncelikle. Mustafa Kemal'in laisizm tanımı ve 'Plyanet isleri Başkanlığr Salt devletle ilgili bir yönetim biçimi olan "cumhuriyet", kuşkusuz teokrasinin dolayısıy- la şeriatin değil. rnutlakiyet veya meşrutiyetin, yani hancdanlığın seçeneğidir. Bu nedenle de, cumhuriyet ıle laisizm arasında kesinlikle bir ne- densellik ilişkisi yoktur. Örneğin, meclisin seçimle oluşturulduğu bir sistemle yönetüen tran İslam Cumhuriyeti'nin "teokratik bir cumhuriyet" olması gibi, meşru- tiyetle yönetilen tngütere KraUığı da "laik bir devJeftir. Ne var ki, "cumhuriyet" ve "laisizm", söz ko- nusu yıllarda aydınlanmız için kesinlikle özdeş kavramlardır ve "dinsizük" demek olduğundan da hiç kuşkulan yoktur. Nitekim bu nedenle, Cumhuriyetin kurucula- nnca ta 1928 yılına dek "laik" sözcüğü neredey- se hiç kullanılmamıştır. Mustafa Kemal'in 1927 yılında, Halk Fırkasf nın I. Kurultayı'nın açılı- şında 6 gün boyunca tam 36 saatte okuduğu yüz- lerce sayfalık Söylev'de (Nutuk) de, ilginçtir sa- dece bir kez geçmektedir bu sözcük. Onu da, "te- rinıden dinsizlik anlamı çıkarmaya cğflimli olan- lara ve bundan yararlanmak iste\enlere fırsat vermemek için" laik sözcüğünü bilinçli olarak kullanmadıklannı belirtmek için kullanmıştır. Ancak. gene aynı Söylev'inde, 1924 Anayasa- sı'ndaki "lüzumsuzveTüridyeCumhuriyeti'nin modern karakteriyle uztaşmayacak deyimlerin" tamamının bir an önce temizlenmesini de iste- miştir Meclis'ten. Kuşkusuz, bu söylevin ardından 10 Nisan 1928 günü kabul edilen yasayla gerçekleştiril- miş en büyük değişiklik de, "Türkiyedevletmin dini, İslam dinidir" tümcesinin anayasadan çıka- nlması olmuşrur. Aynı yasayla yapılan bir diğer önemli değişiklik de, milletvekili andındaki "Tann adma" yerine "Namusum üzerine" de- yiminin konulması olmuştur. Görüldüğü gibi, Mustafa Kemal'in 1 Mart 1924 günü Halk Fırkası grup toplantısuıda yap- tığı konuşmasındaki "Mensubu olmakla iftihar ettiğim tslamlığm yüzyıllardan beri içinde bu- lunduğu politikadan kurtanlması ve hukukun boş inançlara dayanan tasanmlardan srynlması zorunludur" sözlenyle başlayan yönetimi laik- leştirme eylemi, önce 3 Mart 1924'te çıkanlan "Halifeliğin kaldınlması", "Şer'iye ve Evkaf Ba- kanlığı'nın kaldınlması" ile "Tevhid-iTedrisat" (Eğitimin tekliği-bütün okullann Milli Eğitim Bakanlığı'na bağlanması) yasalannın ardından. 1 Mayıs 1924te Şer'iye Mahkemeleri'nin kakh- nlması, 1 Temmuz 1926da yeni Ceza Yasası ile şer'i ceza hukukuna son verilmesi ve 30 Kasım İ925'te bütün Tekke. Zaviye ile Türbelerin Ka- patılması Yasası'yla sürmüş ve 1928'den itiba- ren de Cumhuriyet aydmlan artık "laisizm'' kav- ramını açık açık tartışmaya başlamışlardır. 14 Mayıs 193 Tde de önce Halk Fırkası'mn programına alınmış ve bütün yasalann çağdaş • . « 4 . . . . , > • • > ' - • • • • ' - ' a bilımsel ilkelere göre düzenleneceği belirtildik- ten sonra, Mustafa Kemal'in 1 Mart 1924 gün- lü konuşmasının ışığında, "Din inancı vicdani ol- duğundan,firkadin fikuierini devlet ve dünya iş- lerinden ve siyasetten ayn tutmayı milletimizüı çağdaşlaşmasmda başhca başan unsuru olarak görür" diye açıklamışlardır. 1931 yılında devletin hazırlattığı "Türkiye Cumhuriyeti Tarihi" adlı kitapta da, "Din ile dünya, din ile devlet tşlerinin aynlmasını anlatan bir tabirdir. Bunuriiıreiylikanlamına almak çok yanhştar" diye tanımlanan "laildik" kavramıyla ilgili olarak Halk Fırkası'nın önde gelen yöne- ticilerinden ve dönemin tçişleri Bakanı Şükrü Kaya da 1937 yılında, "Laikfikfebiz, dinin mem- leket işleri üzerinde nüfuz sahibi olmasını önle- mek istrvoruz. Dinler vicdanlarda ve mabederde kalmah, maddi hayatm ve dünyanuı işlerine ka- nşmamahdır" dıyerek, sorunu bütünüyle özel koşullanmız açısmdan ele aldıklannı ve kavra- ma, bize özgü bir yorum ve tanım getirdiklerini sanki açık açık belirtmiştir. Çünkü, Mustafa Kemal ve arkadaşlanna gö- re de, içinde bulunulan toplumsal ve siyasal so- runlar, imparatorluğu teokratik bir islam devle- ti haline dönüştürmeye çalışan köktendinci Sün- ni- Hanefi ulemanın, devlete, daha ilk günden ele geçirdikleri eğitim ve yargı örgütleri aracılı- ğıyla müdahale etmelerinden kaynaklanmakta- dır. Bu nedenle de, dinin şu veya bu kurum ara- cılığıyla devlete müdahale edebilmesinin engel- lenmesiyle çözümün kendiliğinden sağlanacağı- şım olsa gerektir bizce. Ve unutmayalım ki, ne de Kurtuluş Savaşı, Osmanh tmparatorluğu'na karşı verilmiş bir la- ikleşme savaşıdır. Nitekim, Osmanh tmparatorluğu da, kuşkusuz bu niteliğinden dolayı, ne Rönesans ile Aydın- lanma Çağı'nı ve ne de, daha XIX. yüzyılın ilk günlerinden itibaren sınırlanndan içeriye bütün hışmıyla esmeye başlayıp Balkanlar'ı uzun sü- re hallaç pamuğu gibi attığı halde uhıslaşmayı Batı'yla aynı süreçte yaşamıştır, bilindiği gibi. Doğrusu, Ikinci Meşrutiyet'ten sonra "Türk- çülük" düşüncesini güya siyasal ideoloji olarak benimsemiş Ittihatçı aydınlann, hemen, birbir- lerinin tam karşıtı "ulus" ve "ümmef" kavram- lannı karmakanşık ederek bu politikalannı "Türk milletindenim. İslam ümmetindenim,Ba- tı medeniyetindenim" diye sloganlaştırmış ol- malan, salt bu örnek bile bu gerçeği bütün çıp- laklığıyla gözler önüne serse gerektir, sarunz. Zaten, Cumhuriyet de, bilindiği gibi, dinler veya tarikatlar arasındaki bir iktidar kavgasını bastırarak, bütün dinlere ve tarikatlara eşit uzak- lıkta duracak toleransh biryönetim olarak değil, Osmanh tmparatorluğu'nun bu duruma düşme- sinin temel nedeni saydıklan medrese eğitimi- nin ve yargının dindışı kalmasını sağlayacak bir yeni yönetim şekli olarak tasarlanmıştır kesin- likle. Nitekim, ne Mustafa Kemal, ne de Cum- huriyet, ortodoks Müslümanlığa karşı bir kez olsun cephe almamışlardır. Hatta, tam karşıtı, söylemlerinden de anlaşılacağı gibi, tasarladık- gerici çevrelerin "demokrasi'' ve "insan hakla- n" gibi parlak yaftalar altında sinsi sinsi gerçek- leştirdikleri gizli yönlendirmelerle, tıpkı "Eğiti- min TekBğir> olarak yeni dile aktanlması gere- ken "Tevhid-i Tedrisat" kavramını tt ild ayn eği- timin birleştirümesi, birKği'' şeklinde yozlaştır- dıklan gibi, bu tanımı da, sanki Fransızcadan çeviriyorlarmış gibi yapıp, "dinin devlete oMu- ğu kadar devletin de dine kanşmamasr şekline dönüştürüvermişlerdir kolayca. Sonra da, Şer'iye ve Evkaf Bakanlığı'nın kal- dınldığı 3 Mart 1924 tarihli yasayla kurulmuş, Müslüman halkın inanç ve ibadetiyte ilgili işleri dfizenlemek ve yûrütmekle görevlı. Başbakanh- ğa bağlı Dryanet tşieri Başkanlığı'nı hedef ala- rak başlamışlardır yaygaraya... Örneğin, Prof. Ahmet Yaşar Ocak da, yukar- da sözünü ettiğimiz Aktüel dergisindeki konuş- masında Türkiye'deki laiklik uygulamasını eleş- tirirken, temel olarak bu kuruluşu almakta ve "Drvanet tşleri Başkanhğı gibi bir teşküaon laik bir de\ lette yeri yoktur. Bu teşküaün Müslüman halkın kendisine bırakılması için vakit kaybedil- memelidir. Dev let eüni nasıl yavaş yavaş ekono- midençekiyorsa, irtica paranoyasından' kurtu- lup, dinden de derhalçekflmelidir." denmektedir. Yargıtay Başkanı Doç. Sami Selçuk'un, 1999 Adli Yılı açış konuşmasındaki dehşetengiz (öd kopancı) savlanna göre ise, "Diyanet tşleri Baş- kanhğı ve açöğı din okullan aracıhğryla dini de- netleyen ve yönlendiren" bu uygulamanın adı "laikçilik''tir ve "Böyie bir deviet teokratiknr" s. na inandıklanndan, bu Fransızca sözcüğü Türk- çeleştirmeye çalışmak yerine, kurduklan düze- ni "laik" sözcüğüyle tanımlarken, ka\Tamı "di- nin devlet işlerine kanşmaması" şeklinde açık- lamayı yeğlemişlerdir, bizce hiç kuşku yok ki. Yani. "laik" kavramının, bugün sözlüklerimize de girmiş bulunan bu tanımı, kesinlikle Musta- fa Kemal'e özgüdür. Toplumsal yapımızdan kay- naklanan, salt bize özgü bir yorumdur. Çünkü, bilindiği gibi ne Osmanh tmparator- luğu'nun teokratik bir devlet oldugunu söyleye- bilmek olanaklıdır kesinlikle, ne de Ibn Kemal ve Ebussuud Efendi'ler gibi karizmatik din adamlannın veya Cinci Hoca, Üstüvani Meh- med Efendi, Kadızadeler gibi yobazların sarayı bayağı etkiledikleri yıllarda bile, herhangi bir dinsel görüşün bağnazlığının ülkede tek başına egemen olduğu bir dönem söz konusudur. Yal- nız Müslümanlık, Hıristiyanlık, Musevilik gibi farkh dinlerin de değil, Sünni-Hanefılık, Alevi- lik gibi mezheplerin de kutsallaşnrmalan hep kendilerine özgü olmuştur ve biri camide ege- menken öteki de cemevinde mutlak egemendir. Hatta, ortodoks Müslümanlarca zaman zaman heteredoks Müslümanlar üzerinde estirilen terö- rü bile, kimileri de\ letçe de desteklenmiş gibi gözükse dahi, yerel (bölgesel bir olay olarak de- ğerlendirmek, doğrusu daha gerçekçi bir yakla- lan bu düzenin ortodoks Müslümanlığı daha da yücelteceği inancmdadırlar, içterüikle. Öyle ki, örneğin eğitimi dinin elinden kurtar- mak için Şer'iye ve Evkaf Bakanlığı'nı kapata- rak, bütün okullan güya Milli Eğitim Bakanh- ğı'na bağlamışlardır ama, bu düzenin asıl mali temelini oluşturan "vataflarla" neredeyse hiç il- gilenmemişlerdir. Oysa "vataflar", XIX. yüz- yılda Osmanh ekonomisinin artık belkemiğini oluşturmaktadır. GotthardJaschke, XIX. yüzyı- lın ortalannda Osmanh împaratorluğu'ndaki ekilebilir topraklann dörtte üçünün vakıflar eliy- le yönetildiğinin tahmin edildiğini yazmaktadır, örneğin. Bu nedenle, gene Gotthard Jaschke'ye göre, "Evkaf hukuku" ile yeterince ilgilenme- miş Cumhuriyet'in kuruculannın, hukuku, şeri- at hükümlerinden bütünüyle temizlediklerini söyleyebilmek de olanaksızdır. Kısacası, "laiklik" kavTamının dilimizdeki "dinin devlet işlerine kanşmaması" şeklindeki bu tanımuıuı, Fransızcadan bir çevui değil, salt Mustafa Kemal'e ait bir yorum olduğu ve Tür- kiye'deki laiklik uygulamasının da, kesinlikle Fransız laisizminin bir kopyası değil, bütünüy- le bize özgülüğü ve özgünlüğü, bizce kuşkusuz- dur. Ama ne var ki, aydınlanmız, Mustafa Ke- mal'in ardından yeniden pirelenmeye başlayan 'alt devletle ilgili bir yönetim biçimi olan "cumhuriyet", kuşkusuz teokrasinin dolayısıyla şeriatın değil, mutlakiyet veya meşrutiyetin, yani hanedanlığın seçeneğidir. Bu nedenle de, cumhuriyet ile laisizm arasında kesinlikle bir nedensellik ilişkisi yoktur. Örneğin, meclisin seçimle oluşturulduğu bir sistemle yönetilen îran îslam Cumhuriyeti'nin "teokratik bir cumhuriyet" olması gibi, meşrutiyetle yönetilen Ingiltere Kralhğı da "laik bir devlef'tir. Ne varki "cumhuriyet" ve "laisizm", söz konusu yıllarda aydınlarımız için kesinlikle özdeş kayramlardır ve "dinsizlik" demek olduğundan da hiç kuşkulan yoktur. ilginçtir, Prof. Bülent Tanör de, 26 Kasım 1999 tarihli Hürriyet gazetesindeki bir haber- den öğrendiğimize göre, o günlerde Istanbul'da düzenlenen "Demokrasi ve Laiklik" konulu ko- lokyuma sunduğu tebliğde, kuşkusuz bu çarpı- tılmış yoruma dayanarak, "Laikliğin birinci önermesi 'Din devlet işlerine kanşmaz' ise,Tür- krye bunu benimsemiştir. îkinci önermesi 'Dev- let din işlerine kanşmaz' ise, bunu benimseme- miştir, Türkiye'de Diyanet Jşlerivanhr"diye eleş- tirebilmektedir Mustafa Kemal'in laiklik uygu- lamasmı. Gerçekten, kolay kolay Inanılır gibi defllldlr doflnısu... Kuşkusuz aydınlanmızm bu davranışlanndan yüreklenen kimi şeriatçı çevreler, gene 27 Ka- sım 1999 tarihli Hürriyet gazetesindeki bir ha- berden öğrendiğimize göre, kasım ayı içerisin- de Diyanet İşleri Başkanhğı na düzenlettikleri "2. Din Şûrası"nda, "75 yıkür uygulanan laikti- ğin hâlâ net olarak kavranamadığıru" vurgula- yarak, Diyanet tşleri Başkanlığfna "Laiklik kav- ramını yeniden yorumlama" görevini bile ver- mişlerdir. Son yıllarda kimi çevreler de, hiç kuşku yok ki devletten bir an önce kopmasını sağlamak amacıyla, Diyanet îşleri Başkanlığı'na karşı Bektaşi-Alevileri kışkırtmaktadırlar. Güya de- mokratik bir yaklaşımla, başkanlıkta Bektaşi- Alevilerin de temsil edilmesi gerektiğini savun- maktadırlar. Bilindiği gibi, Diyanet tşleri Başkanhğı, Mus- tafa Kemal tarafından, "Dinin devlet işlerine ka- nştinlmamasr şeklinde açıkladığı "laiklik" an- layışının temel kurumlanndan biri olarak kurul- muştur. Yani, kesinlüde ne Şeyhülislamlığın, ne BâİH Meşihat'm ve ne de Şer'iye ve Evkaf Ve- kâleti'nin bir devamıdır. Asıl görevi de, bizce hiç kuşku yok ki, Sünni- Hanefı Müslümanhğın iba- detle ilgili hukümlerinin uygulanmasını düzen- lemekten çok, bu ortodoks Müslümanlann îsla- miyetin şer'i hükümlerini yeniden yaşama geçir- me heveslerini sürekli kontrol altında tutmak ol- sa gerektir. Nitekim, bizce gene bu nedenledir ki, salt Sünni-Hanefi mezhepten olan ilahiyat- çılardan oluşturulmuştur. Kesinlikle akademık bir din kurulu niteliği taşımadığı için de, Alevi- lerin ve Bektaşilerin temsil edilmesi elbette söz konusu bile ohnamıştır. Aynca unutulmamalıdır ki, Sünni-Hanefi ulemanın, bütün Osmanh tari- hi boyunca imparatorluğu bir din devleti haline dönüştürmeye çahşmasına karşılık, Aleviler ve Bektaşiler hep devletten yana olmuşlardır. Salt bu gerçek bile, Diyanet tşleri Başkanlığı'nın, üstelik Mustafa Kemal tarafından bütünüyle Sünni-Hanefilerden oluşturulmasının nedenini yeterince açıklasa gerektir galiba. Gene, bazı dinci kesimlerin, Diyanet işleri Başkanlığı'nın devletten kopanlarak, son gün- lerin moda deyimiyle "Sivfl Tophun Örgütü" haline getirilip, Sünni- Hanefi cemaatlere teslim edilmesini ısrarla istemeleri de, doğrusu aynı öl- çüde bu gerçeği doğrulamaktadır bizce. Bu nedenle, Diyanet işleri Başkanlığı'nın ka- patılması veya Sünni-Hanefi cemaatlere devre- dilmesi, gene bizce hiç kuşku yok ki, kavramın yorumlanmasmdan yaşama geçiriliş biçimine dek bir Müslüman toplumun koşullannın şekil- lendirdiği yeryüzündeki tek ömek olan, bütü- nüyle bize özgü ve özgün bu Mustafa Kemal la- isizminin de sona erdırilmesi demek olacaktır kesinlikle... Osmanlılar'dakl 'gazl' sanı ve din Ancak, burada üzülerek hemen şunu da belir- teyim ki, Mustafa Kemal'in laiklik anlayışını kesinlikle kavrayamadığı, laikliği "dinle devte- tin, karşüıklı bağunsızhk ilkesini benimseyerek birtikte yaşamalan" şeklinde tanımlamasından açık açık belli olan Sayın Yargıtay Başkanı Doç. Sami Selçuk, söz konusu konuşmasında bir de, "Mustafa Kemal'in 'gazi'Kk gibi dinsel bir un- vanı benimseyerek dini dışlamadıgmı ve onu ka- taUzör olarak kullandığuu" söyleyerek savını kanıtlamaya çahşmaktadır ne yazık ki... Bilindiği gibi, tslamıyette din ugruna yapılan savaşlara "gaza" denilmektedir. Osmanlılar da, özellikle Hıristiyan ülkelere yaptıklan fetih se- ferleri için daha ilk günden itibaren "gaza" söz- cügünü kullanmışlardır. Gene, lslamiyete göre bu "gaza"larda ölenlere "şehit", savaştan sağ dönenlere de "gazaya kadimış kişi" anlamına "gazi" denilmektedir. Osmanlılar da, daha ilk günden itibaren, bu gaza'lardan sağ dönenlere "gazi" demişlerdir, örneğin ilk sultanlar "Os- man Gazi"dir, "Orhan Gazi"dir. I. Murad da, "şehit" düşmüştür. Ne var ki, ilk on padişahın hepsinin ordunun başına geçip bütün fetih seferlerine katılmış ol- malanna karşın, on birinci padişah, Kanuni'nin oğlu IL Selim'den itibaren, Yeniçeri Ocağı'nın ve ulemanın baskısıyla zorla Eğri Seferi'ne katılan, ancak daha ilk çatışmada bozguna kapüıp, atını mahmuzlayıp kaçmak üzereyken lalası tarafin- dan durduruhnuş IDL Mehmed'le, cihangir olma tutkusuna kapılmış çocuk sultanlar II. (Genç) Osman' ı, IV. Murad' ı ve daha sonra da II. Mus- tafa'yı saymazsak, son üç yüzyılda tahta çıkmış 22 padişahtan hiçbiri ordunun başına geçip "ga- za" seferine çıkmamıştır. Fakat, ulema tarafmdan XVIII. yüzyıldan iti- baren hızla yozlaştınlan kavramlardan biri de bu olmuştur, ne yazık ki... Örneğin, ilk kez, 1773 yılında, yaşamı boyun- ca ordunun başına geçip bir "dryar-ı küffara ga- zaya gitmek" şöyle dursun, savaş alanı bile gör- memiş, hatta veremden öhnüş Sultan L Mah- mud'a. Erzurum Valisi OsmanPaşa'nın tranor- dusunupüskürterek Bağdat'ı ve Tebriz'i geri al- ması üzerine şeyhülislamın fetvasıyla "gazüik" sanı verilmiştir törenler düzenlenip. Oysa, bilin- diği gibi tran da bir tslam ülkesidir, dolayısıyla Osman Paşa'nın seferi bir "gaza" da sayılmasa gerektir. tlginçtir, bu uygulama daha sonra da sürdürülmüş, I. Mahmud'un ardından tahta çı- kan sultanlardan 8'ine de gene aynı yöntemle, yani kendilerinin atadıklan şeyhülislamlann fet- valanyla "gazi" sanı verilmiştir. Örneğin, 1826 yılında kışlalannı top ateşine tutturarak Yeniçe- ri Ocağı'nı ortadan kaldırttığı için, bir gaza se- ferine çıkacağı doğru dürüst ordusu bile bulun- mayan ü. Mahmud'a bile, şeyhülislamın fetva- sıyla "gazi" sanı verilmiştir. Öyle ki, kuşkuculuğu yüzünden değil ordunun başına geçip uzak diyarlara gaza seferine git- mek, saraydan dışanya bile pek nadir çıkmış IL Abdülhamit'e bile, bu yöntemle "gazi" sanı ve- rilmiştir. Görüldüğü gibi, "gazi" sanınm Osmanlılar için XX. yüzyılda hâlâ bir "dinsel unvan" anla- mı taşıdığını söyleyebilmek, kesinlikle olanak- sızdır. Sürecek
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle