18 Mayıs 2024 Cumartesi English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
SAYFA CUMHURİYET 26ŞUBAT1983CUMA OLAYLAR VE GÖRÜŞLER Kadınmı resimmi?MELİH CEVDET AND AY E ski Yunan tannçalan- run güzelliğinden söz ettığİTniz bir gün, Bedri Rahmi Eyüboğlu ba- na. - Afrodit sokakta kar- şma çıkarsa, kaçacak delik ararsm re- is, demişti. Hiç aklımda çıkmamışür. Demek insan boyutunda değildi bu yonutlar; organ orantılan aynı kalma- sına karşın devleştirilmişlerdi. İnsa- noğlu, tannlanru, tannçalantu kendi- ne benzer yaratıyordu. ama gene de kocamanlaştınyordu onlan. Saygısın- dan mı yoksa göze iyice göriinsün diye mi? Ikisi de geçerli olabilir; bense şunu eklemek istıyorum: Konu sanatü, sa- natçı değiştinneden edcmez. Burada çok önemli bir soru çıkıyor karşınuza. Neyi değişürmek. kimi de- ğiştirmek? Eskı Yunanlılann. tannlannı, insan biçiminde düşündüklerini bilıyoruz (antropomorf), öyle ise bir tann ya da tannça yonutu yapılmak istemiyorsa, model olarak bir insan ahnabilir. Ama buna tann ya da tannça imgesi kaüla- caktır elbel. Böyle ise eskı yonutçu ka- fasındaki imgeyi mi gerçekleştiriyor, yoksa doğayı mı yansıtıyordu? Gözümüzün önünde olmayan so- mut bir nesneyi düşündüğümüzde, onun kafarruzda beliren benzerine, "imge" denir. Somuta dayanmayan bir düşünün de imgesı vardır, bunu ise ancak düşüncenin betim gücü belirler. Imdi, Afrodit imgesi nasıl oluşmuştu? Başka bir deyişle. eski Yunan sanatçısı yarauyor muydu yoksa yansıüyor muydu? "Yansıtma" deyince ayna ge- liyor akla. Sanatçı, bir ayna gibi mi yansıür doğayı? Yansıtma mı yaratma mı konusuna geldik şimdi. Bilindiği gibi insanlann çoğu, resmin, betimlediği nesneye ben- zemesi ister. Onlara göre iyi bir ressam doğayı olduğu gibi verir ne bir eksik, ne bir fazla. Böylece nesnelerin kopya- leri çıkanlmış olur. Buraya gelindiğinde şu kaçınılmaz soru ile karşı karşıya geleceğiz: Nes- nelerin kendıleri ortada durup durur- ken bir de onlann kopyalanna ne ge- rek var? Kopya, nesnenin yerini tuta- bilir mi? Ve elbet şu kaçınılmaz soru: Sanatçı yaratıcı mıdır taklitçi mi? İlkçağın büyük filozofu Platon, sa- natçıyı, kuracağı devlete almaz, dışlar onu. Neden? Geleceğiz. Ama konu- muzda biraz daha derinleşeürn. Bu büyük fılozofa göre bizim iki türlü bilgimiz vardır; bunlardan biri, duyulanmızla algıladığınuz dünyanm bilgisidir. Buna doksa denir. Yalancı bir bilgidir bu, çünkü sadece görünüş- leri kavrar, özü değil. Diyelim bir çiçe- ğin duyulanmıza yansıyan yanı ile ye- tinirsek onun özünü, demek asıl çiçeği bilemeyeceğizdir. Oysa her nesnenin, her varhğın bir ideası vardır; idea'lann bilgisine de episteme denir. Platon'un verdiği örnekle düşünürsek bir sedir yapan marangoz, sedirin ideasını ör- nek almıştır; bu sedirin resmini çizetı sanatçı ise ikinci dereceden bir taklitçi- dir, onun devletimizde işi yoktur. Sa- natçıyı sadece yansıüa (taklitçi) saydı- ğımız sürece. doğrusu, Platon'a hak vermemiz gerekecektir. Ama sanatçı. "Ben taklitçi değilim, yaraücıyım" dediğinde durum elbette değişecekür. Örneğin günümüzûn sanatçısı, doğayı taklit etmek istemiyor, onu yeniden, kendi bildiği gibi yaratmak istiyor. Pe- ki. sanat, başlangıcında taklitçi miydi yaratıcı mı? İşte bin dereden su getirerek de olsa konumuza geldik sonuna. Bedri Rah- mi Eyüboğlu'nun beni korkuttuğu Af- rodit yonutu, irileştirilmiş olmasına karşın gene de bir kadın, güzel bir ka- dın yonutu idi. Eski Yunan sanatı, İsa'dan önce beşinci ve altıncı yüzyıl- larda boy vermiştir. Daha önce arkaik sanat vardı; onda takütçiliğj aramak boşuna olur. Daha önce (tarihten önce on bin-yirmî bin arası) ilkel toplumda- ki mağara duvar resimlerini görüyo- ruz ki buradaki sanatçının doğayı (vahşi hayvan resimleri) taklit etmeİc- teki başanlanna parmak ısırmamak elde değildir. Peki, hangisi önce? Sanatyansıtma ile mi başladı. yarat- ma ile mi? Bu sonılann yanıünı bize sanat tari- hı yerecektir. İşte elimde bir kitap var, adı: Sanat ve Yanılsama. Yazan: E. H.Oomb- rich. Çeyiren: Ahmet Cemal. (Remzi Kitabevi) Bütün sanatseverlere salık vermek isterim. Evinizin kitaplığında bu- lunması gereken bir kitap bu. Gombrich, 4. bölümün başında şöyle diyor. "Son bölümü kısa bir cümleye sığdırmam gerekseydi, yaratmanın yansıtmaktan önce geldiğini söyler- dim. İnsanoğlu gördüğünü kopya et- mezden önce. nesneleri salt yaratmak için yaratma isteğini duymuştur. Üste- lik bu söylenen yalnızca bir söylence bağlamındaki tarih-öncesi için geçerli olmakla kalmayıp sondan bir önceki bölümde elde ettiğimiz sonuçlara da uymaktadır. Kopya etme süreci. daha önce varolan bir örneğe dayanılmaksı- nn düşünülemez ve her zaman kalıpla düzeltme arasındaki ilişkiyi temel alır. Sanatçı, böyle bir kahbı bilmeden ve ona egemen olmadan herhangi bir du- yusal izlenimi yansıtamaz. Platon'un yaratmadan yansıtmaya bu türden bir geçişi yadsımış olduğu- nu görmüştük. Platon'a göre sanatçı, nesnelerin salt görünüşünden başkaca bir şeyi yansıtmaz. Sanatçının dün- yası, gözlerimizi yarultan aynayı andı- ran bir yanılsamalar dünyasıdır. Eğer sanatçı, gerçekten bir marangoz gibi nesneleri yaratabilecek konumda ol- saydı, o zaman gerçeğin arayıası olan fılozof ondan memnun kalabilirdi. Gelgelelim sanatçı, duyulann aldaucı ve geçici dünyasırun bir taklitçisi ola- rak bizi gerçeklikten uzaklaştırdığı için Platon tarafından ideal devlete ke- sinlikle ahnmamaktadır." Hem yaratmanın yansıtmaktan önce geldiği sorunu hem de Platon'un yansıtmaci sanatçıya karşı olduğu ko- nusu böylece aydınlığa kavuştuktan sonra yaraüahğın ne demek olduğunu incelemeye sıra gehniş sayüır elbet. Matisse'i atelyesinde ziyaret eden bir hanım, bir resme doğru gidip "'Üs- tat, bu kadırun kolu biraz fazla uzun değil mi" diye sorunca ünlü ressam şu yanıtı verir, "Yanılıyorsunuz madam. O gördüğünüz bir kadın değil. bir re- simdir." Platon'un ideal devletinde yeri olsun isteyen ressam, demek ki nesneleri taklit etmekten vazgececek- tir.Tartışmayı şu biçimde de ele alabi- liriz: Ressam, bilgisine dayanarak mı yoksa bakışına bağlı kalarak mı çab- şmalı? Eski ressamlar atelyelerinde çalışır- lardı, çünkü anatomi bilirlerdi ve bu bilgi onlara yeterdi. Ressam izlenimcilikle birlikle açık havaya çıktı ve ışığın peşine takıldı. Bu iki yol da bizi yansıtmacılığa gö- türmez.Ne o! Boşuna mı yazdım bu yazıyı? Bilmem ki! ARADABIR FAKİR BAYKURT Yağma...İnsan Orgüp'ü gördükten sonra güneye doğru güzel görünümlü derelerden 19 kilometre giderse Damsa'ya vanr. Çocukluğumun sevgili türkücüsü Refik Başaran, 1907de orada doğmuş Şimdi adı Taşkınpaşa. Sivrialanlı Veysel ile Keskinli Hacı da biriciklerim ol- du. Ama Refik Başaran ilkim. Ne kadar başka sanatçılan sevsem, dünyanın büyük salontarında, ünlü sanatçılar dinlesem de gönlüm bu boynu bükük Anadolu seslerin- den geçmez. Onlar bir konservatuvar kapısından gir- memiş; yaradılıştan alıp gelenekten kaptklarıyla kendilerıni bir derece geliştirip, dünyaya açılamadan geçip gitmişlerdir. Veysel de Hacı da çağdaş eğitimciler elinde yetişse, kooservatuvarda şan eğitimi gören Ruhi Su gibi dünya- da ne fırtınalar estirirlerdi kim bilir? Bir de eğitim olanağı bulmuşlara nasıl kan kusturdu- ğumuzu düşünüyorum. Bilimsiz, ama zulümlü halimizle onlara da pasaport yasakları koyarak dünyaya biraz da- ha da gülünç olurduk belki. Geçten geç Ürgüp'te kurulan "Refik Başaran'ı Seven- ler Demeği'nın derlediği iki kaseti dinleyince; hemşeri- lerindeki sese, saza. edaya bir daha hayran oldum. Bü- yük sanatçılar elinde kanatlanan Türkçenin güzellikleri- ne yeniden tanık oldum. Bir türküsünde kendine ozgü ağızla "Karanlık yirlerdir bizim yurdumuz" diyor. Saz çalmaya on birinde başlamış. Yakın köylüsü Topal Ha- san ile Yeşilhisarlı Ibrahim'den ders almış. Gördüğü ni- met bu. Ondan sonra elinde saz, altında eşek, tozlu yol- lara düşmüş. Tok gönüllü, onurlu bir insan. Pabucunun birini düşürmüş. Ayırdına varınca dönmeyi kendine yakıştıramamış. "Nasıl olsa biri bulur, garip tek pabucu ne yapsın" diye öbürünü de atmış. Ankara'da yapılan yarışmada birinci gelince, Atatürk ona da bir soyadı vermiş: "Refik Başaran" olmuş. Atatürk soyadı verse de yeterince gelişmemiş toplum- larda sanatçı hemen kurtulur mu? Ondan sonra An- kara'ya düşer gene yolu. Nevşehir hanındakalır. Zama- nın valisi Tandoğan, nasıl aklına estiyse, Hergele Alanf- nı denetlerken handa onu görür: "Şunu çal, bunu söyle" der yukarıdan. "Buyrukla türkü söylemem" diye yanıt verir. Vali çıkarıp o günkü parayla 50 lira uzatır. Bu kez "Parayla hiç söylemem" der. Sanatçının çilesi. O köy senin, bu düğün benim, dola- şır. Yol yok, taşıt az, şimdiki gibi ses makınesi, kayıt ola- nağı da yok. Dolaşabildiği kadar dolaşıp ününü buyütür. Yirmi sekiz yaşında ilk plağını doldurur. 78 devirli taş plaklar o zaman. Köylerde gramofonla çalınır. Bir yüzü iki türkü alır. Birden butün Anadolu'yu bir Refik Başaran fırtınası sarar. Plaklar kapışılır. Eline çokça para geçer ama aldığını Istanbullu dostlarıyla yer. Özel yaşamı da fırtna. Söylediklerinin yüzde doksan beşinin sözü, ezgisi kendinin. Yetmiş plak doldurur. Aşık Garip, Karacaoğ- lan, Köroğlu, Pir Sultan gibi gelip geçmişlerin bir topla- mj sanki, konuları çok yönlü. Sadece seviye, sevgiye değil. yürek yakan olaylara da türkü yakar. Kılçıksız bir söyleyiş; dört sözcüklü bir dizeyle bir yö- reyigüzeller, olayın geçtiği yeri çizer. Ücdörttükle bir "ro- man" dolduracak olay anlatır. Eskilerin "üstat" dediği anlamda usta. Artık elde ne bir plak, ne bir ses bandı var. Olanlar kırı- lıp gitmiş. Yok bir tek onu anlayan, anlatan; çalışıpçaba- layıp yeni bir yorumla söyleyip dinleten. Daha 38 yaşın- da iken 1945'te Anca dağı eteğinde öldü. Yürek yakan bu ölümün gizi de bugüne kadar çözülemecli. Yukarıda adını andığım dernek, mezannın Damsa'ya getirilmesini, Ürgüp'te bir sokağa adının verilmesini. her yıl anma günleri yapılmasını, elinde sazıyla bir anıtı- nın dikilmesini öneriyor. izin verirlerse bir ek yapayım; anıtını dikerken çileli eşegini unutmasınlar. Dernek, şimdiye kadar kimsenin önem vermediği bu sanatçı üstünde çalışmayı sürdürüyorolmalı. Hasan Şa- hin'in kaleme aldığı 32 sayfalık kitapçığı çoğaltıp dağıt- maya başlamış. Ürgüplü bir öğretmen arkadaşın bana ulaştırdığı kitapçığı okuyunca, bize özgü bir yağmacılık örneğine tanık oldum: Adı gerekmez, bir türkücû, Refik Başaran'ın türkülerinden 40'ını benim diye kasete oku- muş, satıyor; kimse, "Hey arkadaş ne yapıyorsun" de- miyor. 22'sini, adı belli türkücüler, bizim diye söyleyip çalıyor; kimse bunlara, "Nasıl çalıyorsunuz" demiyor. Ucretlerini alıyorlar. Müzik okullarında öğretmenlik ya- pan büyûk sanatçılar bile var içlerinde. öyle bir yağma; kimse ayırdında değil. OKURLARDAN Şuisebakın Bugünkü koalisyon hükümetinden beklentimiz: anüdemokratik yasalann değiştirilmesi ve bürokratik engellerin ortadan kaldınlarak çağdaş birdüzenlemenin yaşama geçirilmesidir. Kimler gerçekleşlirecek bu işi? Sayın Kültür Bakanı Fikri Sağlar. hem milletvekılıdirhcm de yürütme organırun bir görevhsidir. 17 Eylül 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinin "Kültür" sayfasında bakın ne demiv "...karşımızdakı engel, yasalar ve bürokrasıdır.."' Peki ama Sayın Bakan kımi kime şikayet ediyor? Meclis, Bakanlar Kurulu bu engelleri kaldıramıyorsa kim kaldıracak? Ömer Nida TARTISMA Çocuk kültürü politikası eğerli çocuk edebiyaü yazanmız Gülten Dayıoglu,ll şubat perşembe günü Cumhuriyet'te yayımlanan röportaj cevaplannda, "görsel medyada bir çocuk politikamızın şart olduğunu", söylüyor. "TV'de çocuklar için belli saatlerde eğiticı, eğlendinci, yönlendirici bilimsel keşifleri, ıcatlan anlatan programlann hazırlanmasıru, evrensel bir çocuk kültürünün oluşmasmı" diliyor. Sevgili Gülten Dayıoğlu'nun bu düşünceleri, içimdeki bir türlü kapanmayan biryarayı yeniden depreştirdi. TRTnin, Kültür Bakanhğı'nın ve özel TV'lerin evrenselçocuk kültürüne yönelen ciddi ve bilinçli adımlan henüzatmamış olması, görsel medyanm çocuk kültürü konusundaki edilgenliği. beni, yıllarca süren ve bir türlü sonuca varmayan bir mücadelemi özeüemeye itiyor. 1989'da çocuklar için hazırladıgım bir "müzik tarihi" TV projesini geridebırakuktan sonra. araşurmalanmı sürdürerek yazdığım "Mozart'ın müzik dünyası" senaryosu da çocuklariçin hazırlanmışdört dizilik dramatik bir TV projesiydi. Mozart'ın yapıtlannı hem tarihsel kronolojik sıraya göre hem de çocuklann beğeni ve algılama yetilerini düşünerek derlemiştim. Bu yalm, çocuksu senaryoda Mozart, kişiliği, yaşanlılan ve müziğiyle tanıülırken. aile yuvasında sevgj, bağlılık, hoşgörü, alçakgönüllülük, özgür ve kişilikli sanatçı yetiştiıme amacı. meslektaşla birlikte yapıt üretme, bir amaca yönelik yaşam biçimi, engel aşma, cagdan vedoğal kalma gjbi etik mesajlar da olay ve diyaloglann içineörülmüştü. 1990'ınson ayındasenaryoyu Sn. Otıat Kutiar'mcandan desteği ile TRTye sunduk. Önce maddi olanaksızhklardan ötürü gerçekleştirilemedi. Daha sonra Akbank ve Avusturya makamlanmn, bütçenin yüzde yetmişini üstlenmeleriyle, TRT de geriye kalan yüzde otuzu ayni yardımla karşılayacağını Sn. Kuüar'avaatetmişti. Ancak bu vaadin sekiz ayhk bir sürederesmiyete geçirilmemesiyle Akbank'ın sponsorluğu da suya düşmüştü. Bu sırada Küçük Mozart'ı oynayacak olan 7 yaşındaki üstün yetenekli müzisyen Türk çocuğumuz, müzikleilişkili diğer rolleri oynayacak olan zeki müzik öğrencilerimiz, uygulamah olarak sunulması gereken Mozart'ın çocuk parçalannı çalışmakta ve sabırsızlıkla beklemekteydiler. 1992'de yönetmen. yapımcı Sn. Tunca Yönder'in bütçesi ve desteğiyle bu kez Kültür - BakanhğYna başv\ırduk. Proje önce coşkuyla karşnandı, Jcunıllardan geçü, sonuç •? •... suskunluktu. Bakanlığa hakim olan genel görüş. ısranm üzennebana telefonda özetlendi: "Bu Mozart konusu Türk çocuklannı hiç iigiiendirmez ki. Konu ulusal içerikli değil." "Bu rnanükla Türkçocuklannı Kristof Kblomb, Leonardo da Vinci, Şhakespeare de ılgilendırmez. Önce klasik örnekleri çocuklara hoş bir biçimde verelim, yaşatahm, çocuklann ilgisi üzerine sonra konuşahm" karşıhğını verdim. Çocuklanmızm ruh dünyalannı ve manevi değerlerini yıkan TV bombardımanlanna karşın uyanık, kültüre açık, her şeyi öğrenmeye hazır çocuklanmızmTürkiye'nin her köşesindevar olduğuna içtenlikle inanıyorum. Burada önemli olan. görsel medyanm da bir kültür politikasına inanması. dengeyi sağlaması ve özel kuruluşlann kültür prestijini önemseyerek destek vermeleri. Gülten Dayıoğlu'nun uyancı -• düşüncelerine teşekkûf ediyorum. Leyla Patnir Piyanist, Öğretmen, PENCERE Benbu işten hiçbir şey anlamadım u ülkede bir cumhurbakanı varmı?E\et.var. Bu ülkede bir hükümet var mı? Evet, var. Şimdi konuya. Bu her iki oluşum birbirleri ile anlaşırlar mı? Hayır anlaşamazlar. Peki bu ülkeyi kim yönetir? ^'ani karar mercii kimdir? Normal olarak hükümet olması gerekirken acaba durum böyle midir? Buyurun bir göz atalmı. Cumhurbaşkanı gecenlerde ABD've gjtti ve yanında kimleri aldı götürdü tann bilir. Gitti ve oralarda ne v aptu tanrı bilir. Sonra öğreıidikkiDışişleri Bakanı bu geziye katılmamışve rivayeti odor kitarihi bir fırsat kaçmışmıs. Diyelim ki Cumhurbaşkanı, Clinton ile möştereken çok önemli kararlar aldı. Hükümet onu desteklemedikten sonra alınan bu karariar kaç y azar. kaç yazmaz? BUdiğjm kadar, C'umhurbaşkanrnışu anda ülkeınizde destekleyen bir siyasi parti mevcut değildir. Kendi öz partisi ANAP'ın bile Cumhurbaşkanı ile kes alaka yaptığı bilinir. Bu durumda ABD'vc yapılan bu gezinin tanrı aşkına neresi tarihidır, bir biten varsa açıklasın da cehaktim giderilsin. Gelclim Cumhurbaşkaıu'nın son safarisine. Önce Bulgaristan, sonra Makedony a >e daha sonra da Bosna'ya <pdllecek. Sanırım Cunduırbakaoı şu anda Makedonya'da, oradan berkese sesleniyor ve 'Makedonya'yı tanıyın' diyor. Bu arada Türkiye Cıunhuriyerj hükümeti, yanma devkrinsefirini bile refakatçi olarak venniyor ve Cumhurbaşkanı tıerkes Makedonya'yı tamsn' diyor. Ben bu iştenhiçbir şey anlamadım. Mete Apak Kızıltoprak/îstanbul Belediyem öyle sosyal demokrattı ki! İ nsan bir pazar gününe dahi mullu ve sinir bozııkluğundan uzak başla\amıyor. Her an yanımızda yöremizde olmasına abşageldigimiz haksızlıklara bir yenisi ekleniyor. Bunlardan bir tanesine de ben tanık oldum. Yer: Beyoğlu Emek Sineması'nın sokağı, saat 13.35,21 şubat pazar. Sokağın başındaki çelimsiz ve kısa boylu kejstaneci, tekerlekli tezgahını, başındadıkilmişduran üç kişiden korumaya çalvşıyor. Derken kestaneciyi tartaklamaya başlıyorlar. İçlerinden bir tanesi. lacivert pardösülü, kabank, saçlı ve esmcr olanı, işi iyice aatıyor. Üflesen yeredüşecek kcstanc satıcısını iterek ve yumruklayarak sokağın başından Emek Sineması'nın önîerine kadar götürüyor. Hızını alamamış olacak ki adamı bir dc sokağın yan tarafındaki büyük bcton saksılardan birinin üstüne fırlatıyor. Zaten sersemleşmiş adamcağızyüzükoyun yere kapaklanıyor. O esnada ben müdahale etmeye çalışıy orum, sonradan belediyezabıta komiseri olduğunu öğrendiğim bu zat-ı muhterem beni de itiyor. Ellerini üstümden çekmesi ve adama böyle davranmamast gerektiğini söylüyorum. Nafıle! Beni ayınyorlar. Benim merak ettiğim nokta, bir belediye yada herhangi bir kamu görevlisi yasal olmayan bir durumdan dolayı nasıl bir yurttaşı dövebilir. Eleştirdiğim şey yömemdir. Yoksa seyyar satıa hatalı ve haksız da olabilir. Ama yasadışılık diye birdurum varsa, bunun karşıhğı dayak mıdır? Üstüne üstlük komiser olduğu söylenen şahıs. çevreden müdahale eden diğer insanlan da iterek engellemiştir. Bu konuda tanıklanm var. Bugüne kadar Istanbul seyyar satıcılar cenneti haline geldiyse. sorumlulu payı yine belediyeve aittir. Bazı günler satış yapmalanna izin veriÛp. bazı günler denetimler -o da göstermelik- yapıhyorsa. bu çifte standarth bir uygulamadır. Beyoğlu Belediyesi yetkiUlerinin gücü, arkası olmayan insanlara mı yetiyor? Yanıı bekliyorum. KonuralpSunal DUYURU Bu sayfada yayımlanmasını istediğiniz yazılar için şu noktalara özen gösterilmesini rica edivoruz. Yazılar; • Çiftarahkh, • Savfanın tek \üzüne yazılmalı, • "ÖLAYLAR VE GÖRÜŞLER" için 600, • "ARADA BİR" sütununa 400, • "TAR TIŞMA " için 200 kelimeyigeçmemelidir. Ayrıca açık adjadres ve telefon numaranızı mutlaka belirtmenizi bilgilerinize sunar, bu ölçülere ve şarüara uymayan yazılarm yayım- lanamayacağını üzülerek duyururuz. Hasan Âli YüceL. Gutenberg'in baskı makinesi 1450, Ibrahirn Müteferri- ka 1720; arada 270 yıl var. Batı'dan 270 yıl sonra ilk kitap Osmanlı'da basılıyor; yazı devrîmine kadar geçen iki yüzyılda 25 bin kitap ya- yimlanıyor; bütün dağarımız büyücek bir ev kütüphane- si.. Yazı devrimi 1928!.. Çoğu fasafiso 25 bin kitapla Cumhuriyet devrimine ulaşan Türkiye'nin ulusal kütüphanesi bilim ve küttü yoksunluğunun kuraklığını vurguluyor. Yetişen kuşaklar ne okuyacaklar? Kitapçılığın başkenti istanbul'da piya- sa yok. Batı'dan çevrilen bilim, felsefe, sanat ya da ede- biyat kitabı 'müşteri' buiamıyor. Tolstoy'un, Dosto- yevski'nin, Stendhal'in okuru yoksa, çevirmeni neden olsun? Piyasa kurallarına göre kitapçıltk, yayıncılık, çe- virmenlik sıfıra sıfır elde var sıtırla degerleniyor. Peki, ne yapmalı? 1923 Aydınlanma Devrimi değil mi? Kitapsız toplum nasıl aydınlanabilir? öyleyse gelsin devlet. • Batı'da görülmemiş bir olgu. Devlet girişimciliğiyle Aydmlanma!.. Milli Eğitim Bakanlığı sorunu ele alıyor; Hasan Âli Yücel yazıyor: "... Türk aydınlanna şükranla duyguluyum. Onlann himmetleri (...) özel girişimcilerin gayretleri ve yine dev- letin yardımıyla zengin bir çeviri kütüphanemiz olacak- tır." 'Devrimci devletçilik' evrensel bilim, felsefe ve edebi- yatla halkın ilişkislni kurmak için yayıncılığa başlamak zorunda kalıyor. 1940'larda Milli Eğitim Bakanlığı çeviri- lerinin başında önsöz yerine geçen iki yazı vardır. Bun- lardan birincisi Ismet Paşa'nın, ikincisi Hasan Âli Yucel'- indir. Ikisi de Türkiye Aydınlanma Devrimi'nin iki belge- sidir. Ismet Inönü diyor ki. "Eski Yunanlılardan beri milletlerin sanat ve fikir ha- yatında meydana getirdikteri şaheserleri dilimize çev/r- mek, Türk milletinin kültüründe yer tutmak ve hizmet etmek isteyenlere en kıymetli vasıtayı hazırlamaktır." Hasan Âli Yücel'in yazısında ilk tümce: "Hümanizma ruhunun ilk anlayış ve duyuş mernalesi (aşaması), insan varlığının en müşahhas (somut) ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar." 'Hümanizma' ne demek? insanı öneçıkaran felsete anlayışı 'hümanizma' olma- sa 'bı'rey' oluşamazdı. Ortaçağ'dan çıkışın ilk ışınlan hümanizmayla karanlığı deldi; insan 'ko/luktan sıynlıp 'birey' olmak bilincine kavuşuyordu. Bir toplumda yaşa- yanlar ancak 'birey' iseler demokratik düzene kavüşabi- İirler. Nitekim şimdi Islam dünyasındaki kavganın özü bu- dur: İnsan birey mi? Kul mu? Iran'da ve Suudi Arabis- tan'da kuldur, Türkiye'de Anadolu insanı birey olmaya çalışıyor ki demokrasiyi kurabilsin. • Hasan Âli Yücel, Türkiye'de Aydınlanma Devrimi'nin önde gelen adlarından biri.. Bugün ölüm yıldörvimü.. Eğitim ve kültür alanlannda öylesine hizmetleri var ki sayıp dökmeye kalksanız bu köşeye sığmaz. Ne yazık ki bu 'Aydınlıkçı 1 , gericilerin ağır saldırılarına uğramış, örrfHinün son yıllarında yalnız bırakılmıştı. Yücel, yaşamında, aydınlığın tohumlarını Anadolu'ya ekebildiğince ekti. Biigün Türkiye'de boy atan, laiklik ve demokrasi kültürünün temelindeki harç, Hasan Ây Yü- cel gibi aydınlıkçılann almteriyle yoğrulmuştur. Tarihsel bilinçten yoksun olanlar anlamakta güçlük çekerler; ama, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuranlar, hem pamuklu dokumak, hem ayakkabı yapmak, hem tarih yazmak, hem kitap çevirtip ucuza satmak zorundaydı- lar; yoksa, bu ülkede bugün başımız dik dolaşamazdık. Çağdaş Türkiye'nin oluşumunda büyük katkıları olan Ord. Prof. Dr. HIFZIVELDET VELÎDEDEOGLlPnu hep birlikte anmak için 26 Şubat 1993 Cuma günü, saat 16.30'da Cemal Reşit Rey Salonu'nda buluşalım. ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ Katılanlar : Seyfi OKTAY (Adalet Bakanı) Prof. Dr. Nihal ULUOCAK Prof. Dr. Aydın AYBAY Prof. Dr. Necla ARAT Prof. Dr. Toktamış ATEŞ Şükran KETENCİ Gençliğm sesi Alptekin GÜNDÜZ Piyano dinletisi: Aydın KARLIBEL Dia Gösterisi: Vetidedeoglu'dan Anüar Sunan: Gülsen TUNCER öldük ölümünle bin kez Yaşıyorsun yüreğimizde Silktin üstümüzdeki ölü toprağını UĞUR MUMOPyu saygıyla anıyonız. BİGA'DAN BtR GRUP DEMOKRAT tlyasTunç KIŞ BÎR ALKIŞ MIYDI? Şiirler Biçem Yayudan Bursa 9-24-243649 İÇSAVAŞSONRASI İSPANYOLROMANI Doç. Dr. Ytldız Ersoy Canbolat'ın bu araştırma-incekme kitabı Gündoğan Ya> ınları arasında çıktı.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle