Katalog
Yayınlar
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Yıllar
- 2024
- 2023
- 2022
- 2021
- 2020
- 2019
- 2018
- 2017
- 2016
- 2015
- 2014
- 2013
- 2012
- 2011
- 2010
- 2009
- 2008
- 2007
- 2006
- 2005
- 2004
- 2003
- 2002
- 2001
- 2000
- 1999
- 1998
- 1997
- 1996
- 1995
- 1994
- 1993
- 1992
- 1991
- 1990
- 1989
- 1988
- 1987
- 1986
- 1985
- 1984
- 1983
- 1982
- 1981
- 1980
- 1979
- 1978
- 1977
- 1976
- 1975
- 1974
- 1973
- 1972
- 1971
- 1970
- 1969
- 1968
- 1967
- 1966
- 1965
- 1964
- 1963
- 1962
- 1961
- 1960
- 1959
- 1958
- 1957
- 1956
- 1955
- 1954
- 1953
- 1952
- 1951
- 1950
- 1949
- 1948
- 1947
- 1946
- 1945
- 1944
- 1943
- 1942
- 1941
- 1940
- 1939
- 1938
- 1937
- 1936
- 1935
- 1934
- 1933
- 1932
- 1931
- 1930
Abonelerimiz Orijinal Sayfayı Giriş Yapıp Okuyabilir
Üye Olup Tüm Arşivi Okumak İstiyorum
Sayfayı Satın Almak İstiyorum
CUMHUR1YET/8 PAZAR YAZILARI 4 AĞUSTOS 1991
Zahödan
Peşmerge muhabbetiDerme çatma bir karakolda peşmergeler bizi
durduruyor. Başlarında sarığa benzer
başlıklar, üzerlerinde tulumu andıran
peşmerge giysisi, bellerine sanlmış kalın
kuşak. Kamyonun ticari olup olmadığını
soruyorlar. Sonra bizim kimliğimizi istiyorlar.
LEYLA TAVŞANOĞLL
ZAHO/DOHLK — Saat sa-
bahın 10'u. Irak'la Türki\e ara-
sındaki Habur sınır kapısında-
yız. Arabamızın triptiği olmadı-
ğı için sınır ötesi kent olan Za-
ho'ya gidecek araç arıyoruz.
Derken gozumuze Gaziantep
plakalı bir kamyon ilişiyor. Sı-
nırı geçmek iste\en bir suru
kamyondan sadece bir tanesi
bu...
Şofore yanaşıp soruyoruz:
"Kardeş bizi Zaho'ya götürur
müsiin?"
Şofor, Gaziantepli Muslum
onerimizi kabul ediyor. 46-47
derece sıcakta hiç durmadan
sarsılan kamyonun içinde yola
koyuluyoruz. Kuzey Irak sını-
rında hiçbir görevli yok. Birkaç
kilometre yol giuikten sonra
sağda bir işaret tabelası görüyo-
ruz. İngilizce şöyle yazıyor:
"Dikkat, ileride tehlike var."
Gaziantepli Muslum başlıyor
söylenmeye:
"Şimdi bizden gene 200 dinar
ayakbastı parası kesecekler. İş
mi bu yani?"
Gerçekten de ileride derme
çatma bir karakolda peşmegeler
bizi durduruyor. Başlarında sa-
rığa benzer başlıklar, üzerlerin-
de tulumu andıran peşmerge
giysisi, bellerine sanlmış kalın
kuşak. Kamyonun ticari olup
olmadığını soruyorlar. Sonra
bizim kimliğimizi öğrenmek is-
tiyorlar. Vedat Yenerer'le ben
gazeteci olduğumuzu el kol işa-
retleriyle anlatıyoruz. Bu arada
Muslum'le aralarında Kürtçe
konuşmalar geçiyor. Müslüm
bize diyor ki:
"Sizin gazeteci olduğunuzu
öğrenince para alma>a çekini-
yorlar."
Aşağı inip dertlerini anlama-
ya çalışıyoruz. Epeyce bir tartış-
madan sonra Muslum 200 dina-
rı ödemeyi kabul ediyor. karşı-
lığında da allı pullu damgalı bir
kâğıt alıyor. Bu arada biz de
peşmergelerle ahbaplık kuruyo-
ruz. Aralannda çat pat Türkçe
konuşanları var. Bize nereye gıt-
tiğimızi soruyorlar. "Zaho'ya"
deyince hemen bir otomobille
bizi kente ulaştırmayı öneriyor-
Iar. Kabul ediyoruz. Peşmerge
sûrücümüzle 20 kilometre öte-
deki Zaho'ya yola çıkıyoruz.
Kuze\ Irak"takı bu 120 bin
nüfuslu kent, bölgenın diğer
kentleri gibi Kürt peşmergelerin
denetiminde. Surucümuz bizi
Kürdistan Demokrat Parti
(KDP) Burosu'nda bırakıyor.
Bürodakilere KDP lideri Mesut
Barzani'nin sözcülerinden Me-
rani Fadhıl'ı bulmak istediğimi-
zi anlatıyoruz. Adam biraz In-
gilizce anlıyor. "Fadhıl galiba
Zawita'daki karargâhta" gibı
bir şeyler soylerken Vedat Ye-
nerer birden yerinden fırlıyor:
"Şerzat, nereden çıktın? Se-
ni her yerde arıyordum."
Karşımda, ırkının esmer de-
ğıl, sarışın ozelliklerini uzerın-
de toplamış, çakır gozlu, spor
pantolon ve kısa kollu gomlek
g:\mij bir peşmerge duruyor.
Bu, Kürdistan Kalkınma Ofisi
ve Kürdistan Yardım Burosu
yoneticisi Şerzat Hassan. Göz-
lerinin içine kadar gulerek İngi-
lizce konuşuyor. Bölgenin dert-
lerini anlatmaya başlıyor. Son-
ra nereye gittiğimızi oğrenmek
istiyor. Söyleyince hemen, "Si-
zi Zawita"ya götüreyim" diyor.
Tovota marka Land Cruiser
tipi cipine biniyoruz. Zaho'dan
Dohuk'a, oradan da Zavvita'ya
yollanıyoruz. Dohuk 300 bin
nufuslu bir kent. Saddam Hu-
seyin kuvvetlerinin Körfez sava-
şından sonra Kürtlere açtığı sa-
vaşın izlerini hâlâ taşıyor. Bazı
semtlerinde top ateşinden yıkıl-
mış yapıtların enkazları öylece
duruyor.
Ozellikle Zaho-Dohuk kara-
yolunda her 20-30 kilometrede
bir peşmerge kontrol noktaları-
na rastlıyoruz. Bizim cıpin uze-
rinde "Kürdistan Kalkınma
Ofisi" yazısıru gorunce bızı dur-
durmadan, gulerek el sallayıp
uğurluyorlar.
Zawita'daki KDP karargâ-
hında bizi yine Kalaşnikoflu
peşmergeler karşılıyor. Neyse ki
Merani Fadhıl'm ıçeride oldu-
ğunu oğreniyoruz. Bu kavuru-
cu sıcakta bunca yolu boşuna
tepmiş olmanın düşuncesi bile
kötü.
Merani Fadhıl'la konuştuk-
tan sonra Zaho'ya dönerken
Dohuk 'ta bir lokantaya uğruyo-
ruz. Içerisi peşmerge dolu. O sı-
cağa karşın önlerindeki tepele-
me, salçalı döş eti ve pide dolu
çorba tabaklarından yemekleri-
ni buyük bir iştahla atıştırıyor-
lar.
Sonunda yemek faslı bitiyor.
Artık Zaho yolundayız. Ha-
bur'a doğru son peşmerge nok-
tasından geçerken onlar bize,
biz onlara gulerek el sallıyoruz.
Londnıdan
Fatih Sultan'la
randevumvarThames, tortusu dibe çöken balçık kıvamında
yavaş yavaş akıyor. Sular geçmiş zamana
götürüyor beni. Venedikli ressam Gentile
Bellini'nin Topkapı Sarayı'nda Fatih'in
portresini yaptığı günlere gidiyorum.
Venedikli ressamGentile Bellini'nin Topkapı Sara>ı'nda yaptığı
Fatih Sultan Mehmet tablosu yerinde voktu.
Zimbabıve\len
Dünyanın en büyük su perdesiNİLGÜN CERRAHOĞLU
VICTORIA ŞELALELERİ
(ZIMBABVVE) — Heykel, şela-
lelerin girişinde, hemen sol ta-
rafta duruyor. Bir elini beline,
bir elini bastonuna dayamış
mağrur, vakur bir Ingiliz'in
heykeli bu. Yüzunun keskin
hatlan ve azimli ifadesi, kendin-
den emin, dirençli bir kişilik ser-
giliyor. Adı, David Livingstone.
Doğu Afrika'yı keşfeden İngi-
liz misyoner. Yani memleketli-
si Cecil Rhodes gibi beyazları
Afrika'nın başına bela eden
adam.
David Livingstone, buraya
1850'lerin sonunda gelmiş.
"Amacım, Afrika'yı Hıristiyan-
tıga ve ticarete açmak" diye çık-
mış yola. El değmemiş, bakir
Afrika ormanlarından geçerek
Zambezi nehrine dek ulaşmış.
Ama bu görkemli şelalelerin
farkına varmamış önce. Nehrin
üzerindeki adalardan birine çık-
mış. Oradan da yukanya, Ken-
ya istikametine doğru geri dön-
mekmiş amacı. Ama şimdi 'Li-
vingstone Adası" olarak anılan
adadaki kabile şefi, az ötede
muhteşem bir manzara ile kar-
şılaşacağını söylemiş Livingsto-
ne'a. Ve cömert bir misafirper-
verlikle, "Aman, şelaleleri gör-
Bulawayo
BOTSVANA
y<3.AFRİKA CUM
meden bnradan gitmeyin" de-
miş.
Livingstone, şelaleri, 'ancak
gökyüzünden meleklerin görebi-
lecegi denli güzel bir manzara'
diye geçirmiş seyir defterine. Ve
hemen bu manzarayı "keşfe-
den ilk beyaz adam" olarak, şe-
lalere Kraliçe Victoria'nın adı-
nı vermiş.
O gün bugündur, 'Victoria
Falls' (Victoria Selaleleri) diye
Livingstone,
selaleleri 'Ancak
gökyüzünden
meleklerin
görebileceği denli
güzel bir manzara'
diye geçirmiş seyir
defterine. Ve
hemen bu
manzarayı
"keşfeden ilk
beyaz adam"
olarak şelalelere
Kraliçe Victoria'nın
adını vermiş.
anılıyor bu şelaleler. Oysa ori-
jinal adı çok daha şiirsel. Yerli-
ler 'Masioa Tunya'diyorlar bu-
raya. Bu, onlann dilinde 'Gür-
leyen Duman' anlamına geliyor.
Ama siyahlann diişgucünü, kül-
turıinü, dilini, varlığını yok sa-
yan beyaz adam, bunu bir an-
da siliyor ve selaleleri ancak
kendisi oraya ulaştıktan sonra
'keşfedümiş' sayıyor.
Aslında gerçekten, önce
'Giiıieyen Duman'ı görüyorsu-
nuz uzaktan. Ağaçlann üzerin-
den gökyüzüne doğru 2 kilo-
metreye yakın bir perde boyun-
ca kalın, bembeyaz bir duman
yükseliyor. Ve giderek şelalele-
re yaklaştıkça, kulağınıza hiç
durmadan gelen uğultunun to-
nu artıvor. Kızal savana toprak-
larındaki kuru çalılar ve ağaç-
lar arasında ilerleyen patika ye-
rini birden beklenmedik bir yağ-
mur ormanına bırakıyor. Yöre-
nin tabiatına tamamen aykırı
olan bu yağmur ormanlan, yal-
nız şelalelerin etrafında, sulann
havaya püskürttüğü 'Gürleyen
Duman'la besleniyor. Şelalerin
etrafa yağdırdığı su damJalan ve
buhar, nehrin bu yöresinde ola-
ğanüstü bir cangıl yaratıyor. Ve
nihayet dalların arasından,
'dünyanın en büyük su perdesi'
diye anılan şelaleler seçiliyor. Şı-
rıl şırıl, sakin sakin akan
"Zambezi" nehri birden bire
100 metre derinliğindeki, dim-
dik uçurumun kenanndaki şela-
leyle çağlamaya başlıyor.
Cangılın içinde, kıvnla kıvrı-
la uzanan toprak yola paralel
2 kilometreiik bir duvar boyun-
ca devam eden selaleleri görmek
için dünyanın dört bir yanından
gelen turistler, gün batımı saat-
lerinde Zambezi nehri üzerinde
Sirkteki gösteride hikâyeye ragmen her şey kaos. Brezilyalılarla metal palyaçolar çatışırken bir kösede sakin sa rı görebilirsintz.
Kopenhag'dan
Metal, şiddet, hikâye ve kaosBu sirk başka bir sirk; Fransızların Archaos'u, isminden
de anlaşılacağı gibi en büyük özelliği kaos. Archaos, en
çok şiddeti çağrıştıran gösterileriyle tanınıyor.
FERRUH YILMAZ
KOPENHAG — Ben sirke gitmem.
Televizyondaki sirk gösterilerini de sev-
mem. Atlann sahnede dört dönmesi, fıl-
lerin tek ayak üzerinde durması bana et-
kileyici gelmez. Sirkteki palyaçoların bir-
birini tekmeleyip birinin gulmesi, öteki-
nin yalancıktan ağlaması da beni gul-
dürmez.
Lakin geçen gün sirke gittim. Kendi
deyişleriyle A\Tupa'mn en buyuk sirk ça-
dırında, 2500 kişiyle birlikte sirk seyret-
tim. Ama bu sirk başka bir sirk: Fran-
sızların Archaos'u. İsminden de anlaşı-
lacağı gibi Archaos'un en büyuk ozelli-
ği kaos. Fransız kökenli sirkte 13 ayrı
ulustan toplam 65 kişi çalışıyor.
Archaos, en çok şiddeti çağrıştıran
gösterileriyle lanınıyor. Sahnede elek-
trikli testere ile kesilen buzdolapları, ça-
maşır makineleri, arabalar, sonra hay-
vanlar; metal, metal, metal ve de kaos.
Bu seferki "Metal Palyaço" isimli gös-
terileri ise ismine rağmen geçen gösteri-
lerine karşı oldukça "romantik" kalmış.
Çünku bu sefer, sirke "vahşi" beyazla-
rın yani sıra siyah Brezilyalılar da eklen-
miş ve ortaya basbayağı bir hikâyesi olan
bir gösteri çıkmış. Kopenghag'da galası
yapılan "MetaJ Palyaço", Brezilyalı dans
grubunun Brezılya'nın sömürgeleştiril-
mesini simgeleyen bir dansla başlıyor.
Gosteri boyunca da siyah Brezilyalılar-
la Brezilya'yı sömürgeleştiren "conquis-
tador"lar arasında zaman zaman klasik
sirk gösterileriyle de süslenen bir çatış-
ma var. "Metal PaJyaço"da, "conquista-
dor"lan, metal kalkanlarla donatümış
metal palyaçolar temsil ediyor. Metal
palvaçolar vahşi, vahşi oldukları kadar
da gülunç. Finalde, metal palyaçolan al-
teden Brezilyaüların mutlu sonuna şahit
oluyorsunuz. Derken yeni bir diktatör çı-
kıyor ortaya. Hikâye denilirse kısaca hi-
kâye bu.
Archaos, kaos demek. Onun için hi-
kâyeye rağmen her şey kaos. Brezilyalı-
larla metal palyaçolar çatışırken bir kö-
şede sakin sakin banvo yapan bırisini, bi-
raz sonra trapezcı kızları, cinsel sapık-
lan görebilirsiniz. Archaos demek aynı
zamanda metal demek. Şaka değil, Arc-
motor gezintisi yapıyorlar. Za-
man zaman vahşi hayvanları
seyretmek için nehrin iki kıyısı-
na yaklaşan motorlardan tim-
sahların, su aygırlarının nehre
su içmeye gelen geyiklerin ve
bufaloların ürkek bakışları, re-
havet dolu esnemeleri incelene-
biliyor. Heyecan arayan, spor-
tif yapılı gençler, bu sakin gezin-
tiyle tatmin olmayıp, sallar üze-
rinde, şelalelerin dibine dek yak-
lasıyorlar. Sulann döküldüğu
noktaya yakın yerlerde canye-
lekleriyle yapılan bu tehlikeli
sporda tüm 'eğlence', saldan
düşmeden akıntıyla oynamak.
Hâlâ İngiliz şirketlprinin elinde
olan 'bu şelale turizmleri' için-
de en büyüleyicisi, 'Victoria
Falls'un üzerinde yapılan keşif
uçuşları şüphesiz. Bizim bindi-
ğimiz iki motorlu Cessna uçağı-
nı, 35 yaşmdaki genç bir ingiliz
kadın pilot kullanıyor.
Talihli turistler, akşamları
'Victoria Falls Hotel'Mn bahçe-
sinde buluşuyor. Rodezya'nın
İngiliz sömurgeciliğinin incisi
olduğu gunlerde, Afrika'nın en
seçkin otellerinden biri sayılan
'Vic Falls', artık eskisi gibi
Fransız aşçı, Chicagolu barmen
ve diğer sömürgelerden getirti-
len Arap, Hint garson crduları
ileişlemiyor.
NEPtM GÜRSEL
LONDRA — South Bank
Centre'ın önundeki bir banka
oturmuş kente bakıyorum. Tha-
mes ırmağı Waterloo Köprüsü-
nun altından akıyor çamurlu ça-
murlu. Irmak, Paris'te ya da
gördüğüm birçok Avnıpa ken-
tindeki ırmaklar gibi kentle bü-
tünleşmemiş. Öyle, kendi başı-
na, biraz uzak duruyor, küs gi-
bi. Bu kentin ırmağı, üzerinde
gidip gelen gemilerin, yolcu va-
purlannın, yelkenlilerin ırmağı
değil sanki. Londra da Tha-
mes'a sırtını dönmüş onunla hiç
ilgilenmiyor. Yatay bir gelişme
içinde çünkü. Irmağın iki kıyısı
boyunca uzanan eski kentten
söz etmiyorum. Son yıllarda di-
küen gökdelenlere karşın, ken-
tin merkezindeki ağır taş yapı-
lann biraz ötesinde iki katlı,
bahçe içinde evlerin, kırmızı
tuğlalı duvarlann birbirlerine
eklenip bütünleşmesiyle, yuvar-
landıkça büyüyen bir kar topu
gibi yayılmasını sürdürüyor.
tşte o küçuk evlerden birin-
deydim az önce. Sabah erkenden
nal sesleriyle uyandım. Pencere-
den aşağıya baktığımda atının
üzerine bir kral edasıyla dikilmiş
polisi gördum. Başında miğferi,
üzerinde gri-beyaz şık uniforma-
sı vardı. Copu, atın erkeklik or-
ganıymış gibi yere dek sarkıyor,
at yürüdükçe saUanıvordu
Karşı kıyıya bakıyorum. Sol-
da, az ileride ünlü Big Ben ve
Westminster. Beyaz duvarları,
SİVTİ kuleleri ve içindeki kilisey-
le güzel bir gotik yapı. İngiliz
soyluları gibi dik, mesafeli, bi-
raz fazla alımlı.
Bir kente neden gelir insan?
Gezmeye, çalışmaya, bir dostu-
nu, akrabasını ya da sevgilisini
gormeye. Savaşmak için de bir
kente gelinebilir, cinayet işlemek
için de. "İnsan severse öldürür
sevdiöni" diyen şairin kentinde-
yim. ileride, ırmağın ötegeçesin-
de yeni bir düzenlemeyle eski
gdrünüşlerinden anndınlmış ol-
*alar bile, Kann Deşen Jack'ın
dolaştığı doklar mahallesı var.
Ve Dickens'in romanlarından
bildiğimiz batakhaneler. Neden-
se Apollinaire de 1903 yılı baş-
lannda Londra'ya geldiğinde
âşık olduSu kadına benzeyen bir
serserinin peşine takıiır:
"Yan sisli bir akşam Londra-
da / İpsizin biri aşkımı andıran
/ Birdenbire dikildi yoluma /
Gözlerimi indirdim utançtan /
Yiızüme fırlattıgı bakışla / Git-
tim ardından bu arsız oğlanın".
Serseri Londra'nın dar, pis so-
kaklarında dolaştınr onu, siste
yanan sokak fenerlerinin dibine
damlayan kanı gösterir sevgili-
siyle buluşturmadan önce. Evet,
bir kente çeşitli nedenlerle gele-
bilir insan, ama bir tabloyu gör-
meye neden gelsin?
Oturduğum yerden kalkıp
Hungerford Bridge'e doğru yü-
rüyorum. Köprünün üzerinde
duruyorum bir an. Çelik korku-
luklardan aşağıya bakıyorum.
Thames tortusu dibe çöken bal-
çık kıvamında yavaş yavaş akı-
yor. Sular geçmiş zamana, on
beşinci yuzyıla götürüyor beni.
Venedikli ressam Gentile Belli-
ni'nin Topkapı Sarayı'nda Fa-
tih'in portresini yaptığı günlere
gidiyorum. O portre az ötemde
şimdi. Köprüyü geçip Charing
Cross'un önünde şöyle bir do-
landıktan sonra National Gal-
lery'deyim. Orada Fatih Sultan
Mehmet'le randevum var. Mer-
divenleri bir solukta çıkıp Röne-
sans dönemi Italyan ressamları-
nın sergilendiği yere yöneliyo-
rum. Az sonra başında beyaz
kavuğu, kederli ve yorgun bakış-
ları, kemerli burnu, kara saka-
lı, sakaiın hemen altından baş-
layan bir boğamnki kadar kalın
boynuyla Fatih çıkacak karşıma.
Göz göze gelip ozlem giderece-
ğiz. Son romanımın baş kahra-
manı bu tablo çünku. Akşam bu
tabloyla yatıp sabah bu tabloy-
la kalkıyorum. Düşlerimde, se-
vişmelerimde, yediğim yemekte,
içiğim suda Fatih var.
Bellini'nin tablolarının bul-
bunduğu salonu boşuna dolaşıp
durdum. Fatih'in portresi yoktu.
Bodruma kaldırmışlar. Gör-
mekte ısrar edince onanma gön-
derildiğini söylediler. O anda
National Gallery'yi yakmak gel-
di içimden. Yanarken de Trafal-
gar Alanı'nın ortasma sehpamı
kurup Turner gibi yangımn res-
mini yapmak. İnsan neden ge-
lir bir kente? Aradığı tabloyu
ona göstermeyen galeri müdürtl-
nü öldürmek için olmasm?
Moskova'dan
Lenin, Bush ve Gorbaçov
1917 Ekim Devrimi ve sonrasının bütün
anılarıyla yıkanmış olan son kata çıktık.
Vakit, hayli geçmişti. Bush-Gorbaçov ortak
basın toplantısına gitmeliydik. Rehberimiz
Lenin'e ait bir dokümanter film göstermek
istedi, kaçırmak olmazdı.
ML STAFA BALBAY
MOSKOVA — Lenin, katı bir
disiplin içinde kendisini dinleyen
Kıalordu askerlerine sürekli sağ
elini kullanarak sesleniyor:
— Kapitatizmi aitettik, vepye-
ni bir dönem açıyoruz...
Lenin'in konuşmasım kendi
sesinden dinliyoruz:
— Çok acı çektik, ama gele-
cek günler güzel olacak...
Bush ve Gorbaçov'un Krem-
lin'in aynah salonunda imzala-
yacakları stratejik silahlann sı-
nırlandınlması anlaşmasından ç, t,
kısa bir süre önce, bir grup ga- otlltt&Ort tdtl
zeteci ile birlikte Kremlin'in bir- ~
kaç yüz metre ilerisindeki Lenin
Müzesi'nde, diğer adıyla DevTİm
Müzesi'ndeydik. Dış yüzeyi ki-
remit kırmızısına boyalı müze-
de, Lenin'in devrim öncesinde
Avrupa'da kaldığı evler, katıldığı
uluslararası toplantılardan
mazdı.
Konferans salonuna gittik.
Doğal olarak siyah-beyaz, biraz
flu ve titrek bir film. 1919'dan
itibaren çekilmiş filmler. Lenin,
Kızıl Meydan'm tozlu toprakla-
nnda yürüyor, Lenin uluslarara-
sı toplantılara katılıyor, Lenin
halk arasında, alkış yağmuru al-
tında. Kedileri çok seven Lenin,
bir görüşmeye kucağında kedi
ile katıhyor. Lenin, kedinin bo-
yunu, sırtını okşadıkça kedi Le-
nin'in koltuğunun altına doğru
iyice sokuluyor. Filmler sessiz.
Sadece görüntüleri izleyebiliyo-
ruz. Filmin sadece bir yerinde
Lenin'in kendi sesini duyabüiyo-
ruz.
Yü 1919... Soğuk bir aralık gü-
nü... Lenin Kızıl Meydan'da Kı-
nlordu'ya sesleniyor:
— Kapitalizmi aitettik, yeni
bir dönem açıyoruz...
Gösterinin sonunda rehberi-
mize, dokümanter filmden çok
etkilendiğimizi söyledikten son-
ra Sovyetler'in içinde bulundu-
ğu son dunımu, Bush-Gorbaçov
zirvesinden SSCB'nin ekonomik
beklentilerini anımsattık. Gü-
lümseyerek, olumsuz yorumlara
katümadığını söyledi ve ekledi:
— Hepimiz aynı gezegende
yaşıyonız, tabü ki birbirimizden
etkiİenecegiz.
katillerine
haos, beraberinde tam 40 arabayla gel-
miş. Bunların büyük bir bolümü araba
denilemeyecek enkazlar, ama yürüyorlar.
Kamyonlardan bir tanesi ise portatif sah-
neye çevrilmiş ve gösteri için Archaos'a
îngiliz rock topluluğu "Thnnderdogs"
eklemlenmiş. Thunderdogs, gösteri bo-
yunca kamyonun üzerinden müthiş bir
rock konseri sunuyor izleyicilere. Sonra
arabalar, arabalar, arabalar; motorlu tes-
tereler; şiddet, şiddet, şiddet...
Sonuçta Archaos, uygarlığın simgesi
çağdaş bir sirk. Sirkten hoşlanmayan,
Archaos'u seyredebilir, kaostaki enerji-
yi yakından hissedip kendi zincirlerini
bir an olsun kırma hissine kapılabilir.
Archaos bu bakımdan tehlikeli. Ama
gösteri her yerde gösteri. Gösteri bitip
kaostan kurtulan, günlük yaşamın bil-
dik güvenlikli sınırlarına geri donüyor.
re-
simler var. Yüzlerce, belki de bi-
ni aşkın Lenin heykel ve portre-
sinin yer aldığı müzede, bunlar-
dan en ilginç olanları, Lenin'in
kuştüyü ve tanm ürünleri to-
humlarından yapılmış portrele-
riydi.
Müzenin ikinci katında Le-
nin'in yabancı dillere çevrilmiş
eserleri yer aiıyor. Türkçe olarak
da Sosyal Yayûılan'nın 21. kitabı
olarak basılrnış Materyalizm ve
Ampiriokritisizm kitabı var.
Üzerinde "Fiyatı sekiz Hra" ya-
zıh.
Ara bölmede 1920'de topla-
nan Sosyalist Enternasyonal'in
açıhşında Lenin'in konuşmasım
tasvir eden tablo dikkat çekiyor.
Tablo yapılırken esinlenilen fo-
toğraf da hemen altında yer alı-
yor. Defterde de, tabloda yer
alanlann adları yazılı. "Behber-
de Türkiye'den de katılan kişi-
nin adı var mı" diye sordum.
Baktı, "144. sırada Nedim
katılmış" dedi.
1917 Ekim Devrimi ve sonra-
sının bütün anılarıyla yıkanmış
olan son kata çıktık. Vakit, hayli
geçmişti. Bush-Gorbaçov ortak
basın toplantısına gitmeliydik.
Rehberimiz son bir yarım saat
vaktimiz varsa, Lenin'e ait bir
dokumanter film göstermek ıs-
tediğini soyledi. Kaçırmak ol-
birer uyan
AHMET ARPAD
STUTTGART — İkinci Dün-
ya Savaşı yıliannda Rozwadow,
Przemysl ve Mielec çalışma
kamplarının acımasız komutanı
Josef Schwammberger 3 Mayıs
1990 sabahı Stuttgart Havalima-
nı'nda Almanya topraklanna
tekrar ayak basmıştı. 38 yıl ara-
dan sonra. Landeck Savaş Suç-
lulan Hapishanesi'nden 1948 yı-
lında kaçmayı başarıp birçok es-
ki Nazi'nin yaşadığı Arjantin'e
kapağı atmıştı. La Plata'ya yer-
leşmiş, dostlarının yardımı ile
girdiği bir Alman kuruluşunda
yıllarca çalışmıştı. Ne de olsa
"eskilerin" birbirine destek ol-
ması olağandı. Schvvammberger,
Nazileri arayan sayısız Yahudi
kuruluşunun peşinde olmasına
karşın adını bile değiştirmeye
gerek gormeden 1972 yılına ka-
dar Arjantin'de yaşayıp durmuş-
tu. Sonra ortadan kaybolmuş,
ülkenin kuzeyinde Hueıta Gran-
de'de 1987'de tutuklanmıştı.
Kendisini almaya gelenlere: "Ni-
çin geldiğinizi biliyorum", de-
mışti. Schwammberger'in Al-
manya'ya geri verilmesi tam 2.5
yıl surnıuştu. Şu gunlerde davası
gorulmekte Stuttgart'ta.
Mutsuz bir geçmişin yukünu
omuzlarındanatmak.dehşet do-
lu bir gerçeğin suratına bakmak
hiç de kolay değil. Batı Alman
hukuku nasyonal sosyalistlerin
işlediğı suçlan çok geç ele almış-
tır. Bu nedenle yurtdışında ele
geçip de son 15-20 yddır yargıç
karşısına çıkarılabilen eski Na-
ziler seksenine yaklaşmış yaşh
insanlar. Ayakta zor durabilen,
yaptıklarımn çoğunu artık pek
ammsamayan ya da ammsamak
istemeyen bu kişilerin yargılan-
masına ve hapse atılmasına kar-
şı çıkanlar var.
Bir rastlantı, Nazi suçlusu
Schwammberger'in davası ile
Naziler'den kaçmış Stuttgart'lı
Yahudiler'in doğup büyüdükle-
ri kenti 50 yıl sonra ziyaretleri
aynı günlere geldi.
Josef Schwammberger, ko-
mutanlığını yaptığı çalışma
kamplarında 50 Yahudi'nin bey-
nine kurşun sıkmakla ve 3000
Yahudi'nin de ölümüne neden
olmakla suçlanıyor. Stuttgart
yakınlarındaki Ludwigsburg
kenti makamlarının elindeki 14
dosya şimdi yargılayanların
önünde.
Belki de dava sonunda
Schvr"ammberger'in suçu tam
kanıtlanamayacak, seksen ya-
şındaki eski Nazi hapise tıkıla-
mayacak. Ancak VViesenthal'in
de değişi ile "Bu davalar yaruıın
katillerine birer uyan olmalı!"