15 Mayıs 2024 Çarşamba English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHUR1YET/8 PAZAR YAZILARI 4 AĞUSTOS 1991 Zahödan Peşmerge muhabbetiDerme çatma bir karakolda peşmergeler bizi durduruyor. Başlarında sarığa benzer başlıklar, üzerlerinde tulumu andıran peşmerge giysisi, bellerine sanlmış kalın kuşak. Kamyonun ticari olup olmadığını soruyorlar. Sonra bizim kimliğimizi istiyorlar. LEYLA TAVŞANOĞLL ZAHO/DOHLK — Saat sa- bahın 10'u. Irak'la Türki\e ara- sındaki Habur sınır kapısında- yız. Arabamızın triptiği olmadı- ğı için sınır ötesi kent olan Za- ho'ya gidecek araç arıyoruz. Derken gozumuze Gaziantep plakalı bir kamyon ilişiyor. Sı- nırı geçmek iste\en bir suru kamyondan sadece bir tanesi bu... Şofore yanaşıp soruyoruz: "Kardeş bizi Zaho'ya götürur müsiin?" Şofor, Gaziantepli Muslum onerimizi kabul ediyor. 46-47 derece sıcakta hiç durmadan sarsılan kamyonun içinde yola koyuluyoruz. Kuzey Irak sını- rında hiçbir görevli yok. Birkaç kilometre yol giuikten sonra sağda bir işaret tabelası görüyo- ruz. İngilizce şöyle yazıyor: "Dikkat, ileride tehlike var." Gaziantepli Muslum başlıyor söylenmeye: "Şimdi bizden gene 200 dinar ayakbastı parası kesecekler. İş mi bu yani?" Gerçekten de ileride derme çatma bir karakolda peşmegeler bizi durduruyor. Başlarında sa- rığa benzer başlıklar, üzerlerin- de tulumu andıran peşmerge giysisi, bellerine sanlmış kalın kuşak. Kamyonun ticari olup olmadığını soruyorlar. Sonra bizim kimliğimizi öğrenmek is- tiyorlar. Vedat Yenerer'le ben gazeteci olduğumuzu el kol işa- retleriyle anlatıyoruz. Bu arada Muslum'le aralarında Kürtçe konuşmalar geçiyor. Müslüm bize diyor ki: "Sizin gazeteci olduğunuzu öğrenince para alma>a çekini- yorlar." Aşağı inip dertlerini anlama- ya çalışıyoruz. Epeyce bir tartış- madan sonra Muslum 200 dina- rı ödemeyi kabul ediyor. karşı- lığında da allı pullu damgalı bir kâğıt alıyor. Bu arada biz de peşmergelerle ahbaplık kuruyo- ruz. Aralannda çat pat Türkçe konuşanları var. Bize nereye gıt- tiğimızi soruyorlar. "Zaho'ya" deyince hemen bir otomobille bizi kente ulaştırmayı öneriyor- Iar. Kabul ediyoruz. Peşmerge sûrücümüzle 20 kilometre öte- deki Zaho'ya yola çıkıyoruz. Kuze\ Irak"takı bu 120 bin nüfuslu kent, bölgenın diğer kentleri gibi Kürt peşmergelerin denetiminde. Surucümuz bizi Kürdistan Demokrat Parti (KDP) Burosu'nda bırakıyor. Bürodakilere KDP lideri Mesut Barzani'nin sözcülerinden Me- rani Fadhıl'ı bulmak istediğimi- zi anlatıyoruz. Adam biraz In- gilizce anlıyor. "Fadhıl galiba Zawita'daki karargâhta" gibı bir şeyler soylerken Vedat Ye- nerer birden yerinden fırlıyor: "Şerzat, nereden çıktın? Se- ni her yerde arıyordum." Karşımda, ırkının esmer de- ğıl, sarışın ozelliklerini uzerın- de toplamış, çakır gozlu, spor pantolon ve kısa kollu gomlek g:\mij bir peşmerge duruyor. Bu, Kürdistan Kalkınma Ofisi ve Kürdistan Yardım Burosu yoneticisi Şerzat Hassan. Göz- lerinin içine kadar gulerek İngi- lizce konuşuyor. Bölgenin dert- lerini anlatmaya başlıyor. Son- ra nereye gittiğimızi oğrenmek istiyor. Söyleyince hemen, "Si- zi Zawita"ya götüreyim" diyor. Tovota marka Land Cruiser tipi cipine biniyoruz. Zaho'dan Dohuk'a, oradan da Zavvita'ya yollanıyoruz. Dohuk 300 bin nufuslu bir kent. Saddam Hu- seyin kuvvetlerinin Körfez sava- şından sonra Kürtlere açtığı sa- vaşın izlerini hâlâ taşıyor. Bazı semtlerinde top ateşinden yıkıl- mış yapıtların enkazları öylece duruyor. Ozellikle Zaho-Dohuk kara- yolunda her 20-30 kilometrede bir peşmerge kontrol noktaları- na rastlıyoruz. Bizim cıpin uze- rinde "Kürdistan Kalkınma Ofisi" yazısıru gorunce bızı dur- durmadan, gulerek el sallayıp uğurluyorlar. Zawita'daki KDP karargâ- hında bizi yine Kalaşnikoflu peşmergeler karşılıyor. Neyse ki Merani Fadhıl'm ıçeride oldu- ğunu oğreniyoruz. Bu kavuru- cu sıcakta bunca yolu boşuna tepmiş olmanın düşuncesi bile kötü. Merani Fadhıl'la konuştuk- tan sonra Zaho'ya dönerken Dohuk 'ta bir lokantaya uğruyo- ruz. Içerisi peşmerge dolu. O sı- cağa karşın önlerindeki tepele- me, salçalı döş eti ve pide dolu çorba tabaklarından yemekleri- ni buyük bir iştahla atıştırıyor- lar. Sonunda yemek faslı bitiyor. Artık Zaho yolundayız. Ha- bur'a doğru son peşmerge nok- tasından geçerken onlar bize, biz onlara gulerek el sallıyoruz. Londnıdan Fatih Sultan'la randevumvarThames, tortusu dibe çöken balçık kıvamında yavaş yavaş akıyor. Sular geçmiş zamana götürüyor beni. Venedikli ressam Gentile Bellini'nin Topkapı Sarayı'nda Fatih'in portresini yaptığı günlere gidiyorum. Venedikli ressamGentile Bellini'nin Topkapı Sara>ı'nda yaptığı Fatih Sultan Mehmet tablosu yerinde voktu. Zimbabıve\len Dünyanın en büyük su perdesiNİLGÜN CERRAHOĞLU VICTORIA ŞELALELERİ (ZIMBABVVE) — Heykel, şela- lelerin girişinde, hemen sol ta- rafta duruyor. Bir elini beline, bir elini bastonuna dayamış mağrur, vakur bir Ingiliz'in heykeli bu. Yüzunun keskin hatlan ve azimli ifadesi, kendin- den emin, dirençli bir kişilik ser- giliyor. Adı, David Livingstone. Doğu Afrika'yı keşfeden İngi- liz misyoner. Yani memleketli- si Cecil Rhodes gibi beyazları Afrika'nın başına bela eden adam. David Livingstone, buraya 1850'lerin sonunda gelmiş. "Amacım, Afrika'yı Hıristiyan- tıga ve ticarete açmak" diye çık- mış yola. El değmemiş, bakir Afrika ormanlarından geçerek Zambezi nehrine dek ulaşmış. Ama bu görkemli şelalelerin farkına varmamış önce. Nehrin üzerindeki adalardan birine çık- mış. Oradan da yukanya, Ken- ya istikametine doğru geri dön- mekmiş amacı. Ama şimdi 'Li- vingstone Adası" olarak anılan adadaki kabile şefi, az ötede muhteşem bir manzara ile kar- şılaşacağını söylemiş Livingsto- ne'a. Ve cömert bir misafirper- verlikle, "Aman, şelaleleri gör- Bulawayo BOTSVANA y<3.AFRİKA CUM meden bnradan gitmeyin" de- miş. Livingstone, şelaleri, 'ancak gökyüzünden meleklerin görebi- lecegi denli güzel bir manzara' diye geçirmiş seyir defterine. Ve hemen bu manzarayı "keşfe- den ilk beyaz adam" olarak, şe- lalere Kraliçe Victoria'nın adı- nı vermiş. O gün bugündur, 'Victoria Falls' (Victoria Selaleleri) diye Livingstone, selaleleri 'Ancak gökyüzünden meleklerin görebileceği denli güzel bir manzara' diye geçirmiş seyir defterine. Ve hemen bu manzarayı "keşfeden ilk beyaz adam" olarak şelalelere Kraliçe Victoria'nın adını vermiş. anılıyor bu şelaleler. Oysa ori- jinal adı çok daha şiirsel. Yerli- ler 'Masioa Tunya'diyorlar bu- raya. Bu, onlann dilinde 'Gür- leyen Duman' anlamına geliyor. Ama siyahlann diişgucünü, kül- turıinü, dilini, varlığını yok sa- yan beyaz adam, bunu bir an- da siliyor ve selaleleri ancak kendisi oraya ulaştıktan sonra 'keşfedümiş' sayıyor. Aslında gerçekten, önce 'Giiıieyen Duman'ı görüyorsu- nuz uzaktan. Ağaçlann üzerin- den gökyüzüne doğru 2 kilo- metreye yakın bir perde boyun- ca kalın, bembeyaz bir duman yükseliyor. Ve giderek şelalele- re yaklaştıkça, kulağınıza hiç durmadan gelen uğultunun to- nu artıvor. Kızal savana toprak- larındaki kuru çalılar ve ağaç- lar arasında ilerleyen patika ye- rini birden beklenmedik bir yağ- mur ormanına bırakıyor. Yöre- nin tabiatına tamamen aykırı olan bu yağmur ormanlan, yal- nız şelalelerin etrafında, sulann havaya püskürttüğü 'Gürleyen Duman'la besleniyor. Şelalerin etrafa yağdırdığı su damJalan ve buhar, nehrin bu yöresinde ola- ğanüstü bir cangıl yaratıyor. Ve nihayet dalların arasından, 'dünyanın en büyük su perdesi' diye anılan şelaleler seçiliyor. Şı- rıl şırıl, sakin sakin akan "Zambezi" nehri birden bire 100 metre derinliğindeki, dim- dik uçurumun kenanndaki şela- leyle çağlamaya başlıyor. Cangılın içinde, kıvnla kıvrı- la uzanan toprak yola paralel 2 kilometreiik bir duvar boyun- ca devam eden selaleleri görmek için dünyanın dört bir yanından gelen turistler, gün batımı saat- lerinde Zambezi nehri üzerinde Sirkteki gösteride hikâyeye ragmen her şey kaos. Brezilyalılarla metal palyaçolar çatışırken bir kösede sakin sa rı görebilirsintz. Kopenhag'dan Metal, şiddet, hikâye ve kaosBu sirk başka bir sirk; Fransızların Archaos'u, isminden de anlaşılacağı gibi en büyük özelliği kaos. Archaos, en çok şiddeti çağrıştıran gösterileriyle tanınıyor. FERRUH YILMAZ KOPENHAG — Ben sirke gitmem. Televizyondaki sirk gösterilerini de sev- mem. Atlann sahnede dört dönmesi, fıl- lerin tek ayak üzerinde durması bana et- kileyici gelmez. Sirkteki palyaçoların bir- birini tekmeleyip birinin gulmesi, öteki- nin yalancıktan ağlaması da beni gul- dürmez. Lakin geçen gün sirke gittim. Kendi deyişleriyle A\Tupa'mn en buyuk sirk ça- dırında, 2500 kişiyle birlikte sirk seyret- tim. Ama bu sirk başka bir sirk: Fran- sızların Archaos'u. İsminden de anlaşı- lacağı gibi Archaos'un en büyuk ozelli- ği kaos. Fransız kökenli sirkte 13 ayrı ulustan toplam 65 kişi çalışıyor. Archaos, en çok şiddeti çağrıştıran gösterileriyle lanınıyor. Sahnede elek- trikli testere ile kesilen buzdolapları, ça- maşır makineleri, arabalar, sonra hay- vanlar; metal, metal, metal ve de kaos. Bu seferki "Metal Palyaço" isimli gös- terileri ise ismine rağmen geçen gösteri- lerine karşı oldukça "romantik" kalmış. Çünku bu sefer, sirke "vahşi" beyazla- rın yani sıra siyah Brezilyalılar da eklen- miş ve ortaya basbayağı bir hikâyesi olan bir gösteri çıkmış. Kopenghag'da galası yapılan "MetaJ Palyaço", Brezilyalı dans grubunun Brezılya'nın sömürgeleştiril- mesini simgeleyen bir dansla başlıyor. Gosteri boyunca da siyah Brezilyalılar- la Brezilya'yı sömürgeleştiren "conquis- tador"lar arasında zaman zaman klasik sirk gösterileriyle de süslenen bir çatış- ma var. "Metal PaJyaço"da, "conquista- dor"lan, metal kalkanlarla donatümış metal palyaçolar temsil ediyor. Metal palvaçolar vahşi, vahşi oldukları kadar da gülunç. Finalde, metal palyaçolan al- teden Brezilyaüların mutlu sonuna şahit oluyorsunuz. Derken yeni bir diktatör çı- kıyor ortaya. Hikâye denilirse kısaca hi- kâye bu. Archaos, kaos demek. Onun için hi- kâyeye rağmen her şey kaos. Brezilyalı- larla metal palyaçolar çatışırken bir kö- şede sakin sakin banvo yapan bırisini, bi- raz sonra trapezcı kızları, cinsel sapık- lan görebilirsiniz. Archaos demek aynı zamanda metal demek. Şaka değil, Arc- motor gezintisi yapıyorlar. Za- man zaman vahşi hayvanları seyretmek için nehrin iki kıyısı- na yaklaşan motorlardan tim- sahların, su aygırlarının nehre su içmeye gelen geyiklerin ve bufaloların ürkek bakışları, re- havet dolu esnemeleri incelene- biliyor. Heyecan arayan, spor- tif yapılı gençler, bu sakin gezin- tiyle tatmin olmayıp, sallar üze- rinde, şelalelerin dibine dek yak- lasıyorlar. Sulann döküldüğu noktaya yakın yerlerde canye- lekleriyle yapılan bu tehlikeli sporda tüm 'eğlence', saldan düşmeden akıntıyla oynamak. Hâlâ İngiliz şirketlprinin elinde olan 'bu şelale turizmleri' için- de en büyüleyicisi, 'Victoria Falls'un üzerinde yapılan keşif uçuşları şüphesiz. Bizim bindi- ğimiz iki motorlu Cessna uçağı- nı, 35 yaşmdaki genç bir ingiliz kadın pilot kullanıyor. Talihli turistler, akşamları 'Victoria Falls Hotel'Mn bahçe- sinde buluşuyor. Rodezya'nın İngiliz sömurgeciliğinin incisi olduğu gunlerde, Afrika'nın en seçkin otellerinden biri sayılan 'Vic Falls', artık eskisi gibi Fransız aşçı, Chicagolu barmen ve diğer sömürgelerden getirti- len Arap, Hint garson crduları ileişlemiyor. NEPtM GÜRSEL LONDRA — South Bank Centre'ın önundeki bir banka oturmuş kente bakıyorum. Tha- mes ırmağı Waterloo Köprüsü- nun altından akıyor çamurlu ça- murlu. Irmak, Paris'te ya da gördüğüm birçok Avnıpa ken- tindeki ırmaklar gibi kentle bü- tünleşmemiş. Öyle, kendi başı- na, biraz uzak duruyor, küs gi- bi. Bu kentin ırmağı, üzerinde gidip gelen gemilerin, yolcu va- purlannın, yelkenlilerin ırmağı değil sanki. Londra da Tha- mes'a sırtını dönmüş onunla hiç ilgilenmiyor. Yatay bir gelişme içinde çünkü. Irmağın iki kıyısı boyunca uzanan eski kentten söz etmiyorum. Son yıllarda di- küen gökdelenlere karşın, ken- tin merkezindeki ağır taş yapı- lann biraz ötesinde iki katlı, bahçe içinde evlerin, kırmızı tuğlalı duvarlann birbirlerine eklenip bütünleşmesiyle, yuvar- landıkça büyüyen bir kar topu gibi yayılmasını sürdürüyor. tşte o küçuk evlerden birin- deydim az önce. Sabah erkenden nal sesleriyle uyandım. Pencere- den aşağıya baktığımda atının üzerine bir kral edasıyla dikilmiş polisi gördum. Başında miğferi, üzerinde gri-beyaz şık uniforma- sı vardı. Copu, atın erkeklik or- ganıymış gibi yere dek sarkıyor, at yürüdükçe saUanıvordu Karşı kıyıya bakıyorum. Sol- da, az ileride ünlü Big Ben ve Westminster. Beyaz duvarları, SİVTİ kuleleri ve içindeki kilisey- le güzel bir gotik yapı. İngiliz soyluları gibi dik, mesafeli, bi- raz fazla alımlı. Bir kente neden gelir insan? Gezmeye, çalışmaya, bir dostu- nu, akrabasını ya da sevgilisini gormeye. Savaşmak için de bir kente gelinebilir, cinayet işlemek için de. "İnsan severse öldürür sevdiöni" diyen şairin kentinde- yim. ileride, ırmağın ötegeçesin- de yeni bir düzenlemeyle eski gdrünüşlerinden anndınlmış ol- *alar bile, Kann Deşen Jack'ın dolaştığı doklar mahallesı var. Ve Dickens'in romanlarından bildiğimiz batakhaneler. Neden- se Apollinaire de 1903 yılı baş- lannda Londra'ya geldiğinde âşık olduSu kadına benzeyen bir serserinin peşine takıiır: "Yan sisli bir akşam Londra- da / İpsizin biri aşkımı andıran / Birdenbire dikildi yoluma / Gözlerimi indirdim utançtan / Yiızüme fırlattıgı bakışla / Git- tim ardından bu arsız oğlanın". Serseri Londra'nın dar, pis so- kaklarında dolaştınr onu, siste yanan sokak fenerlerinin dibine damlayan kanı gösterir sevgili- siyle buluşturmadan önce. Evet, bir kente çeşitli nedenlerle gele- bilir insan, ama bir tabloyu gör- meye neden gelsin? Oturduğum yerden kalkıp Hungerford Bridge'e doğru yü- rüyorum. Köprünün üzerinde duruyorum bir an. Çelik korku- luklardan aşağıya bakıyorum. Thames tortusu dibe çöken bal- çık kıvamında yavaş yavaş akı- yor. Sular geçmiş zamana, on beşinci yuzyıla götürüyor beni. Venedikli ressam Gentile Belli- ni'nin Topkapı Sarayı'nda Fa- tih'in portresini yaptığı günlere gidiyorum. O portre az ötemde şimdi. Köprüyü geçip Charing Cross'un önünde şöyle bir do- landıktan sonra National Gal- lery'deyim. Orada Fatih Sultan Mehmet'le randevum var. Mer- divenleri bir solukta çıkıp Röne- sans dönemi Italyan ressamları- nın sergilendiği yere yöneliyo- rum. Az sonra başında beyaz kavuğu, kederli ve yorgun bakış- ları, kemerli burnu, kara saka- lı, sakaiın hemen altından baş- layan bir boğamnki kadar kalın boynuyla Fatih çıkacak karşıma. Göz göze gelip ozlem giderece- ğiz. Son romanımın baş kahra- manı bu tablo çünku. Akşam bu tabloyla yatıp sabah bu tabloy- la kalkıyorum. Düşlerimde, se- vişmelerimde, yediğim yemekte, içiğim suda Fatih var. Bellini'nin tablolarının bul- bunduğu salonu boşuna dolaşıp durdum. Fatih'in portresi yoktu. Bodruma kaldırmışlar. Gör- mekte ısrar edince onanma gön- derildiğini söylediler. O anda National Gallery'yi yakmak gel- di içimden. Yanarken de Trafal- gar Alanı'nın ortasma sehpamı kurup Turner gibi yangımn res- mini yapmak. İnsan neden ge- lir bir kente? Aradığı tabloyu ona göstermeyen galeri müdürtl- nü öldürmek için olmasm? Moskova'dan Lenin, Bush ve Gorbaçov 1917 Ekim Devrimi ve sonrasının bütün anılarıyla yıkanmış olan son kata çıktık. Vakit, hayli geçmişti. Bush-Gorbaçov ortak basın toplantısına gitmeliydik. Rehberimiz Lenin'e ait bir dokümanter film göstermek istedi, kaçırmak olmazdı. ML STAFA BALBAY MOSKOVA — Lenin, katı bir disiplin içinde kendisini dinleyen Kıalordu askerlerine sürekli sağ elini kullanarak sesleniyor: — Kapitatizmi aitettik, vepye- ni bir dönem açıyoruz... Lenin'in konuşmasım kendi sesinden dinliyoruz: — Çok acı çektik, ama gele- cek günler güzel olacak... Bush ve Gorbaçov'un Krem- lin'in aynah salonunda imzala- yacakları stratejik silahlann sı- nırlandınlması anlaşmasından ç, t, kısa bir süre önce, bir grup ga- otlltt&Ort tdtl zeteci ile birlikte Kremlin'in bir- ~ kaç yüz metre ilerisindeki Lenin Müzesi'nde, diğer adıyla DevTİm Müzesi'ndeydik. Dış yüzeyi ki- remit kırmızısına boyalı müze- de, Lenin'in devrim öncesinde Avrupa'da kaldığı evler, katıldığı uluslararası toplantılardan mazdı. Konferans salonuna gittik. Doğal olarak siyah-beyaz, biraz flu ve titrek bir film. 1919'dan itibaren çekilmiş filmler. Lenin, Kızıl Meydan'm tozlu toprakla- nnda yürüyor, Lenin uluslarara- sı toplantılara katılıyor, Lenin halk arasında, alkış yağmuru al- tında. Kedileri çok seven Lenin, bir görüşmeye kucağında kedi ile katıhyor. Lenin, kedinin bo- yunu, sırtını okşadıkça kedi Le- nin'in koltuğunun altına doğru iyice sokuluyor. Filmler sessiz. Sadece görüntüleri izleyebiliyo- ruz. Filmin sadece bir yerinde Lenin'in kendi sesini duyabüiyo- ruz. Yü 1919... Soğuk bir aralık gü- nü... Lenin Kızıl Meydan'da Kı- nlordu'ya sesleniyor: — Kapitalizmi aitettik, yeni bir dönem açıyoruz... Gösterinin sonunda rehberi- mize, dokümanter filmden çok etkilendiğimizi söyledikten son- ra Sovyetler'in içinde bulundu- ğu son dunımu, Bush-Gorbaçov zirvesinden SSCB'nin ekonomik beklentilerini anımsattık. Gü- lümseyerek, olumsuz yorumlara katümadığını söyledi ve ekledi: — Hepimiz aynı gezegende yaşıyonız, tabü ki birbirimizden etkiİenecegiz. katillerine haos, beraberinde tam 40 arabayla gel- miş. Bunların büyük bir bolümü araba denilemeyecek enkazlar, ama yürüyorlar. Kamyonlardan bir tanesi ise portatif sah- neye çevrilmiş ve gösteri için Archaos'a îngiliz rock topluluğu "Thnnderdogs" eklemlenmiş. Thunderdogs, gösteri bo- yunca kamyonun üzerinden müthiş bir rock konseri sunuyor izleyicilere. Sonra arabalar, arabalar, arabalar; motorlu tes- tereler; şiddet, şiddet, şiddet... Sonuçta Archaos, uygarlığın simgesi çağdaş bir sirk. Sirkten hoşlanmayan, Archaos'u seyredebilir, kaostaki enerji- yi yakından hissedip kendi zincirlerini bir an olsun kırma hissine kapılabilir. Archaos bu bakımdan tehlikeli. Ama gösteri her yerde gösteri. Gösteri bitip kaostan kurtulan, günlük yaşamın bil- dik güvenlikli sınırlarına geri donüyor. re- simler var. Yüzlerce, belki de bi- ni aşkın Lenin heykel ve portre- sinin yer aldığı müzede, bunlar- dan en ilginç olanları, Lenin'in kuştüyü ve tanm ürünleri to- humlarından yapılmış portrele- riydi. Müzenin ikinci katında Le- nin'in yabancı dillere çevrilmiş eserleri yer aiıyor. Türkçe olarak da Sosyal Yayûılan'nın 21. kitabı olarak basılrnış Materyalizm ve Ampiriokritisizm kitabı var. Üzerinde "Fiyatı sekiz Hra" ya- zıh. Ara bölmede 1920'de topla- nan Sosyalist Enternasyonal'in açıhşında Lenin'in konuşmasım tasvir eden tablo dikkat çekiyor. Tablo yapılırken esinlenilen fo- toğraf da hemen altında yer alı- yor. Defterde de, tabloda yer alanlann adları yazılı. "Behber- de Türkiye'den de katılan kişi- nin adı var mı" diye sordum. Baktı, "144. sırada Nedim katılmış" dedi. 1917 Ekim Devrimi ve sonra- sının bütün anılarıyla yıkanmış olan son kata çıktık. Vakit, hayli geçmişti. Bush-Gorbaçov ortak basın toplantısına gitmeliydik. Rehberimiz son bir yarım saat vaktimiz varsa, Lenin'e ait bir dokumanter film göstermek ıs- tediğini soyledi. Kaçırmak ol- birer uyan AHMET ARPAD STUTTGART — İkinci Dün- ya Savaşı yıliannda Rozwadow, Przemysl ve Mielec çalışma kamplarının acımasız komutanı Josef Schwammberger 3 Mayıs 1990 sabahı Stuttgart Havalima- nı'nda Almanya topraklanna tekrar ayak basmıştı. 38 yıl ara- dan sonra. Landeck Savaş Suç- lulan Hapishanesi'nden 1948 yı- lında kaçmayı başarıp birçok es- ki Nazi'nin yaşadığı Arjantin'e kapağı atmıştı. La Plata'ya yer- leşmiş, dostlarının yardımı ile girdiği bir Alman kuruluşunda yıllarca çalışmıştı. Ne de olsa "eskilerin" birbirine destek ol- ması olağandı. Schvvammberger, Nazileri arayan sayısız Yahudi kuruluşunun peşinde olmasına karşın adını bile değiştirmeye gerek gormeden 1972 yılına ka- dar Arjantin'de yaşayıp durmuş- tu. Sonra ortadan kaybolmuş, ülkenin kuzeyinde Hueıta Gran- de'de 1987'de tutuklanmıştı. Kendisini almaya gelenlere: "Ni- çin geldiğinizi biliyorum", de- mışti. Schwammberger'in Al- manya'ya geri verilmesi tam 2.5 yıl surnıuştu. Şu gunlerde davası gorulmekte Stuttgart'ta. Mutsuz bir geçmişin yukünu omuzlarındanatmak.dehşet do- lu bir gerçeğin suratına bakmak hiç de kolay değil. Batı Alman hukuku nasyonal sosyalistlerin işlediğı suçlan çok geç ele almış- tır. Bu nedenle yurtdışında ele geçip de son 15-20 yddır yargıç karşısına çıkarılabilen eski Na- ziler seksenine yaklaşmış yaşh insanlar. Ayakta zor durabilen, yaptıklarımn çoğunu artık pek ammsamayan ya da ammsamak istemeyen bu kişilerin yargılan- masına ve hapse atılmasına kar- şı çıkanlar var. Bir rastlantı, Nazi suçlusu Schwammberger'in davası ile Naziler'den kaçmış Stuttgart'lı Yahudiler'in doğup büyüdükle- ri kenti 50 yıl sonra ziyaretleri aynı günlere geldi. Josef Schwammberger, ko- mutanlığını yaptığı çalışma kamplarında 50 Yahudi'nin bey- nine kurşun sıkmakla ve 3000 Yahudi'nin de ölümüne neden olmakla suçlanıyor. Stuttgart yakınlarındaki Ludwigsburg kenti makamlarının elindeki 14 dosya şimdi yargılayanların önünde. Belki de dava sonunda Schvr"ammberger'in suçu tam kanıtlanamayacak, seksen ya- şındaki eski Nazi hapise tıkıla- mayacak. Ancak VViesenthal'in de değişi ile "Bu davalar yaruıın katillerine birer uyan olmalı!"
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle