22 Kasım 2024 Cuma English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
CUMHURİYET/2 OLAYLAR VE GÖRÜŞLER 11 OCAK 1990 YÖK, Egırinı Fakültelerî ve Ögretmen Adayları 1933 yıhnda Darülfünun İstanbul Üniversitesi'ne dönüştürülürken en önemli gerekçe, bu kurumun ülkede ve dünyada beliren değişikliklere ayak uyduramaması, yenilikler karşısında suskun kalmasıydı. O yıllardan bu yana çağdaş Türk üniversitelerini yaratmak için bir hayli çaba gösterildi, çok yol alındı. Prof.Dr. SALİH ÖZBARAN DEÜ Buca Eğitim Fak. "Türkiye'nin Sosyal ve Ekonomik Tarihi" der- sini vermek uzere dersliğe girdiğimde, kursünün, anabüim dalı dışından, hatta fakülte dışından atan- mış bir dekan tarafından tutulmuş olduğunu gör- düğümde ve bu tarih dersinin o andan itibaren ken- disi tarafından verileceğini öğıendiğirade ne denli üzüldüğüme, fakültemin nasıl bir yolda olduğunu benimle birlikte kırk öğrencim de tanık olmuştu. Böylesine çarpıcı, eğitimi ve akademisyenliği ayak- lar altına alıcı, uzmanlığı gözardı eden bu örnek, 1982 yüında, umutla (!), Yuksek öğretim Kurulu'- na bağlanmış öğretmen yetiştiren fakultelerden bi- rinde yaşanmıştır; belki de YÖK'ün başarılarını sı- ralayan, "Üniversitekrimiz eğitim-ögretim faaliyet- lerinde tam bir özerklige sahiptir" (1) diyen kitap- çığın basımevinden çıktığı gunlere rastlamıştı bu şaşkınlık ve ürkuntu verici olay. Üniversite yaşa- mımda tam bir şok! Geçen 24 Kasım "ÖğretraenleT Günü" dolayı- sıyla yapılan törenlerde, konuşmalarda, resmi ağız- lardan çıkan övgülerde öğıetmenin yüceliğini, eli öpülesiliğini hazin, buruk, umutsuzca öğrendik. Ben, aynca bir "merasım"i kendi fakûltemde elim çeneme dayalı izledim, derin derin düşünerek. Emekli bir öğretmenin birkaç dokundurması dışın- da ne öğrecmenin ne de öğretmen adayırun herhangi bir sorununa değinildiğini gördüm! Yıllardır ba- dana bekleyen, masa bekleyen, araç-gereç bekle- yen derslikleri kıskandınrcasına konferans salonun- da serilen halılar ve okunan şiirlerle öğretmenin, öğretmen adayırun gönüllerinin alınmak istendiğine tanık oldum. Yüksek öğretmenliğimi düşündüm; otuz yıl önce seçtiğim bu yolun ne denli tıkanaca- ğını, bu mesleğin sahipsiz kalacağıru nereden bile- bilirdim? Yukanda andığım dersimle ilgili olay, YÖK bün- yesinde bulunan bir eğitim fakültesinde karşılaştı- ğım olumsuzluklardan sadece biridir. Yüz yüze kal- dığım serüvenlerin boyutlan, gülünçlükleri, bilimsel hayat ve Universiter sistemle bağdaşmayan yanla- n, dekanlık kapıcısıyla elime tutuşturulan ve sayı- larını unuttuğum sarı zarfları, ozetle şaşkınlıkları- mı, yapılan eziyetleri bu satırlara konu etmek iste- miyonım (Sorunlanmdan bir kısmını - bölüm baş- kanlığından yasadışı olarak alınmam gibi - yargı organlanna götürdum ve yapılan işlemin yanlışlı- ğmı sergiledim). Ancak üniversitelerin sözde bilim- sel ve özerk evreninde yer almış, temel amacı çağ- daş öğretmen yetiştirmek olan bir kurumda gözle- yebildiklerimi, bir bütünün parçası diye yorumlu- yor ve yetkilileri (öğretmen adayını) toplumu ilgi- İendireceğini sandığım daha geniş boyuttaki göz- lemlerimi yansıtmak istiyorum. önce, "özerk" kuruluş olduklan yetkililerce sık- ça söylenen, hatta benim de öğrenim yapma fırsa- tı bulduğum lngiliz üniversiteleri düzeyinde bulun- duklan bildirilen üniversitelerimiz hakkında, Izmir yöresindeki deneylerim ve genel eleştirilerden edin- diklerim doğrultusunda, bir şeyler belirtmek isti- yorum. Kalıplaşmış bilgi tehlikesi Çevreme bakıyorum, geçmişi başarılı üniversi- teleri gözlüyonım; üzüntuyle görüyorum ki öğre- tim üyelerinin pek çoğu araştırmayı bırakmış, bı- rakmak zorunda kalmış; haftada otuz saate kadar varabüen ders yükü alunda kıvraruyorlar. Çok ders verdiklerinden, elbette sızlanıyorlar, zorunlu olma- dıkları halde. Ama çarkın içinde aylık gelirlerini destekleyen ek ders ücretlerinin kendilerine sağla- dığı ulûfelerle teselli buluyorlar. Çevreme bakıyorum, akademik yörüngesinden çıkıp yönetici olmuş —daha doğrusu uzmanlıkla- nyla birlikte yöneticilik görevleri yüklenmiş— pro- fesörler görüyorum. "Mutemet" kişiler bunlar; rektörlüğün üst katlannda, dekanlığm tepelerinde, müdürlüklerde, baskanlıklarda. çeşitli akademi ve yönetim kurullannda, farklı birimlerde aynı kişi- leri görüyorum. Kimi zaman Uç dört akademik bi- rimin ayru "mutemet hoca"ya teslim edüdiğine ta-1 nık oluyorum. Bitmez tükenmez enerjileri vardır diye düşünüyorum. Yine de aklım ermiyor onca yö- netim işlerinin hakkından nasıl geldiklerine, haf- tada yirmi saati aşan derslerini nasıl verdiklerine. Çevreme bakıyorum, öğreticisinin söyledikleri- ni, kimi zaman yazdıklarını, değişmez doğa kabul edip ezberlemeyi yeğleyen öğrenciler göruyorum. Içlerinde geniş ufuklarda gezinmek isteyenler ve- ya bir konuyu derinlemesine incelemek isteyenler, aradıklannı bulamayarüar, gözlerinde büyüttükleri üniversiteye karşı saygılarını yitinyorlar. Mac Ta- vish geliyor aklıma: Yaşlı bir tskoç profesör, der- sinde not tutmayan öğrencisi Mac Tavish'e, "Be- nim derslerim not alınmayacak kadar ilginç olmak- tan uzak mı?" diye sorduğunda genç Mac Tavish, "Bende sizin dersinizin vaktiyle babam tarafından tutulmuş notlan var" diyerek kalıplaşmış bilgiyi hatırlatıyor (2). Beşik ulemalığı mı? "Okuyup yazma bilmeden, kitap kanştırmadan, alanıoda belü bir kata yükselmeden ortaya çıkan bilginlere. daha doğrusu bilgisiz olduklan halde devlet kapısında ancak bilginlerin doldurması ge- reken yerlere gecip oturanlara beşik nleması den- miştir." (3) Tarihçi Gelibolulu Mustafa Alî'nin dört yuz yıl önceki bilgin görüntüsünü yansıtan duşüncelerini veriyor Orhan Şaik Gökyay. Onları yakın geçmi- şimiz ile karşılaştırıyor, eskileri masum buluyor. Biraz daha günümüze yaklaşıp üstadın sozlerini yi- nelemek istiyorum: "Alî'nin yakındığı yuzyıllarla bugiinii karşüaş- tirdım. Demek ki biz o günden bugune yerimizde sayıp dunnuşuz. O günkü beşik uJeması Ue bugiin- kiiler arasında bir ayrım gerekse, eskilerin masum olduklandır. Ne bilsin beşikteki çocuk başkalannca bilgin sayılıp müderris ojdnğunn ve devletlen ay- lık aldığinı." Bir doçentin profesörlüğe yükselülmesi için ra- por duzenlemek üzere belirlenen kişilerin öylesine keyfice, şaşkınlık yaratacak biçimde, uzmanlık alanlan dışındaki profesörlerden oluşturuldukla- nna tanık olduktan ve bir anda yüzlerce, binlerce doçent ve profesör unvanlanmn dağıtıldığına da ta- nık olduktan sonra, dört yüz yıl önceki Alî'nin ya- kınmalan anlamsız kalmıyor mu? 1933 yılında Dariilfünun İstanbul Üniversitesi'- ne dönüştürülürken en önemli gerekçe, bu kuru- mun ülkede ve dünyada beliren değişikliklere ayak uyduramaması, yenilikler karşısında suskun kalma- sıydı. O yıllardan bu yana çağda? Türk üniversite- lerini yaratmak için bir hayli çaba gösterildi, çok yol alındı. Ancak Türkiye'de yaşanan toplumsal olayların faturası —akademik gelnmeleri engelle- me pahasına— üniversitelerimize çıkartıldı. Bunun son örneği 1980'li yıllarda gösterildi: "Mutemet" hocalarının atanma yöntemiyle köşe başlanna ge- tirilmeleri ve akademik düşünceyi denetim altına almalanyla, altyapı düşunülmeksizin öğrenci sayı- sımn arttınlmasıyla, üniversitenin, pekâlâ var ola- bileceği kanıtlanmak istendi. Yönetim ya da aka- demik kurulların 'istişarî' sayıldığı sistemde, kimi zaman, bu kurullar bile işlemedi, yasal ve akade- mik görevlerini yapamadı. Başanyla çalışan kimi oğretim elemanlan kendilerine karşı yöneltilen suç- lamalardan ancak yargı organlarınca sıyrılabildi- ler. özlük haklanyla oynandı. Yönetmelikler yaz-boz tahtasına döndü. öğren- cilerin yeteneklerinin geliştırilmesı, evrensel ölçü- leri tanıması, akademik tavır kazanması yolunda gösterilebilecek herhangi bir kaygı yerine, onun kısa yoldan —çoğu zaman 'af' formulü ile— gönlunun alınması yoluna gidildi. Sözde geleceğin ellerine tes- lim edileceği gençlik, her an 'muzır' üretebilecek, bu niteliğiyle de gözetim ve denetime muhtaç, fik- ri sorulmayan yığın olarak görüldü. "Olgunluk", "tartışma", "öneri", Türk gençliğine yakışmayan kavrarnlardı sanki. Asuman Abacıoğlu'nun 29 Ara- lık 1988 tarihli Cnmhuriyet'te, Ege Üniversitesi Türkçe Eğitim Merkezi'nde okuyan Isveçli Anna Leander ve Alman Joachim Gola adlı öğrenciler- den aldığı yanıt yeterince uyancı: "Üniversitede ögrenci-ögretmen ilişkisi ortaögretimdeki gibi çok sert. Avnıpa'da oğrenciye tartışma ve yontem ög- retilir, burada kuru bilgi veriliyor." "Öğrenciler kendi aralannda tardşryor, ancak bu görüsleri an- latacak bir yerleri yok." Sonuç Üniversite kavramı üzerinde hep birlikte, ciddi- yetle, bilimsel ve demokratik kafayla, özgürce, suç- lamadan düşünmeliyiz. Ona, her aşamada görüş alışverişini özleyen, akademik kafaya sahip, özgün araştırma sunabilen, öğrencisine universiter düşün- cenin temel noktalannı gösterebilecek, sormayı ve arayıp buhnayı aşılayabilecek bilginlerin sıcak bak- malarım sağlamâlıyız. Onda var olan potansiyeli çok iyi değerlendirme, güçlenme yollarını arama- lıyız. Aksi halde, toplumun dışında kalmış Dariil- fünun karşımıza dikilebilir bir gün; daha da geri- lere gider, beşik uleması'nı dirilmiş buluruz önü- muzde. Işte o zaman her şey bitmiş olur. Gelecek yazımda eğitim fakülteleri ve ilgili kurumlan ele alacağım. (1) Kasıro 1981-Ka.sım 1988 DöoeuMde Yotsckogrttimdt- ki G«Uşraeler, Ankara, 1988, s. 56. (2) C.A.Mace, The Psjchologj of S(udy, Penguio 1968, s. 52. (3) Tiirk Düi, sa>ı 224, mayıs 1970, s. 94. PENCERE EVET/HAYIR OKTAY AKBAL Konya'da "Solculuk" Kavgası!.. Konya Selçuk Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Halil Cin aışırı sağcı bir gazetenın yazdığına göre "ünıversıteyi sola teslim etmış!.." Daha önce Dıcle Üniversitesi rektörüyken Prof. Erol Güngor'ün öiümü üzerıne Konya'daki Selçuk Üniversitesi'ne giden Cin, aşırı milliyetçı bir kişı olarak tanınmıştır Ne ıştir ki, şımdı Cin'i daha aşırı sağcılar hedef tahtası yapmışlar! Yıllardır aşırı sağa yakın- lığı söz konusu edilen bir kişi şımdı ünıversıteyi sola teslim eden' bir rektör olarak suçlanmaktadır! Bir aazete, Selçuk Üniversıtesı'ndekı sözde 'solcu' öğretim üye- (Arkası 17. Sayfada) Gaf let U> kıısuııdaıı llyannıak... lepçelerle mahkemelere çıkarılırken, sol içe- Prof. Dr. NECLA ARAT Ist. Üni. Ed. Fak. r i k l i t ü r k u s0 > ledi - yemekiere tuz döktü diye üniversite öğrencileri universiteden uzaklaştı- özgür ve özerk olmaları gereken üniversi- "özgürlük yüzyüı" diye adlandınlan çağımız- rılırken, yalan yanlış rapor ve ihbarlarla işle- telerimiz uzun süreli bir depolitizasyon uygu- da gerçekten ayıptır. Çunkü tesettür, artık be- nne son verilen 1402'lik öğretim üyelerinin bir laması sonucu, bu terimlerin anlamlanm unut- lirgin bir biçimde irticanın, teokrat düzen öz- türlü çözümlenmeyip surekli savsaklanan üni- muş gibi görünmektedirler. Buna ek olarak leminin adeta bir askeri çıkarması haline ge- versitelerine dönuş sorunları öylece dururken "hukukun üstunlüğü" ilkesi de sanki hukuk tirilmiş, YÖK tarafından yapılan son yönet- ve üniversite anfileri basılıp "Türban, bu dü- fakultelerine ölu toprağı serpilmiş gibi, gör- melik değişikliği ile de "Atatürk ilkelerine bağ- zene mezar olacaktır" diye bağıran zorbalar, mezlikten gelınmektedrr. lı kalarak türban takabilme" özgurlüğü, aynı üniversite öğretim üyelerini tartaklarken, in- Şeriatçı cephe, 1990 yıhna çignenen her türlü konuda durmadan görüş değiştiren Sayın san haklarını ve onurunu hiç akıllarına getir- insan hakkını unutup yalnızca "başörtüsü" Doğramacı ve arkadaşlannca demokrasimize meyen gerek şeriatçı cephe gerekse YÖK, "din olayını bayraklaştırarak girmiştir. Onlara gö- armağan (!) edilmiştir. Çok kötü bir siyaset ve vicdan özgürluğü" ile "insan hakları"na re başörtüsü olayı, "yüzyıhn ayıbıdır!'*" Bize kokan bu armağan, umarız YÖK'ün son ayı- ilişkin kendi anlayışlarım 1,5 metrelik bir bez göre de öyle... 21. yüzyıla on kala toplumu- bı olur. parçası ile sınırlamışlardır. Bu, ayıptır. Çün- muz kadınlarının küçük bir bölumünün salt, Insanlara işkence yapılırken, 16, 17 yaşın- kü tesettür, türban ya da başörtüsü (ne der- siyasal-ideolojık nedenlerle ve dini bir araca da çocuklar, sıralar üzerine ya da defterleri- seniz deyin) üniversitelerde sahneye konduğu indirgeyerek "tesettür" eylemlerine girişmeleri ne çiziktiriverdikleri sözcükler yuzünden ke (Arkası 17. Sayfada) Ölü CanlarımızTarih baba sıcağı sevmez... Soğuğu sever. • Çanlıyı sevmez... Ölüyü sever. İskender'i, Napolyon'u, Hitler'i, Stalin'i canlı canlı ne yapsın tarih baba? Kahramanımız hele bir ölsün, bu dünyaya gözlerinı kapatsın, toprağa karışsın, ortalık durulsun; zaman yatıştırsın duyguları, coşkuları, kinlerı, düşmanlıkları. Tarih baba için elverişli ortam, ancak ondan sonra başlar. + Çavuşesku, Romanya'da bir hanedan yönetimı kurmuştu; ka- rısından başlayarak ailenin bireylerini iktidarın çeşitli koltukları- na oturtmuştu. Yıkıldı. İletişim çağındayız; olan bitenleri televizyonda saat saat, da- kika dakika izledik. Doğu Avrupa'da demokratik dönüşümlerle yazılan tarih, Romanya'da kanlandı; sokaklarda, meydanlarda, caddelerde insanlar kıran kırana çatıştı. Kimlerdi bırbirlerıne gi- renler? Halk, gençlik, askerler ve Çavuşesku'nun "Securitate" denen özel güvenlik birlikleri... Kaç kişi öldü? Tarih baba Bükreş'te "tebdil" dolaşıyordu; izliyor, gözlûyor, sey- rediyor; ama susuyordu. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimisi 30 bin diyordu. Kimisi 40 bınden söz açıyordu. Kimisi 50 bin- den dem vuruyordu; sonunda gazetelerdeki başlıklar 70 bini vur- guladılar... Tarih baba sesini çıkarmadı. Aradan birkaç hafta geçti geçmedi; bu kez Romanya'da ölen- lerin sayısı 7 bine indi. 70 bin nerede? 7 bin nerede? * Bilgisayar çağındayız; Romanya'da yaşananları dakikası da- kikasına ekranda izledik; ama bu yetmiyor, gözle görülüp izle- nen bir ayaklanmada bile 7 bin ölüyü 70 bine çıkarmak yanılgısı yaşanabiliyor. Tarih baba, bunun için sıcağı sevmez, soğuğu sever; eline kuş tüyünden kaleminı alıp defterinı açmak için hiç sabırsızlanmaz; çok serinkanlıdır; nice deneyimıyle bilir ki sayılarda bile bu ka- dar çarpıcı yanılgılar olursa, nicelik bir yana, nitelikte neler olmaz?.. Çavuşesku bir diktatördü... Romanya'da dediği dedik, öttürdüğü düdüktü; Komünist Par- tisini kişiliğiyle özdeşleştirmiş, eşanlamlı kılmıştı. Sosyalizmin dışladığı "kişiye tapınma" sayrılığını yönetim biçimine dönüştür- müş; hanedan oluşturmuştu. Tarih babaya sordum; — Peki, nasıl yıkıldı? Düşündü tarih baba, sakalını sıvazladı, bir kez daha düşün- dükten sonra yanıtladı: — Dur bakalım dedi, acele etme!.. Böyle zamanlarda her ka- fadan bir ses çıkar; güdümlü yorumlar yapılır; herkes olayı bir kösesinden çeker. Kimi zaman değil, çoğu zaman, tarih çok ne- denli, çok boyutlu, çok yanlı bir oluşumla yazılır. Gorbaçov'a kar- şın Çavuşesku ne kadar direnebilirdi? Rumen ordusunun tutu- mu belirleyici değil rniydi? Ayaklanma kendilığinden mi oldu? Yoksa hazırlanmış mıydı? Bunlarla birlikte daha birçok sorunun aydınlatılması gerekiyor. + Romanya'da Çavuşesku'yu alaşağı eden başkaldırmada ye- di bin kişi ölmüş... Azımsadım. Bizde 12 Eylül öncesinde ve sonrasında en azından yedi bin kişı ölmedi mi? Türkiye'de ınsan hayatı öylesine ucuz ki kimse önemsemiyor. Romanya'da yedi bin kişi öldü, Çavuşesku devrildi; bizde ye- di bin kişi ölüyor, zalimin biri gıdiyor, öteki geliyor, bıri gidiyor, öteki geliyor. Tarih baba canlıyı sevmez, ölüyü sever; ama biz bunca ölü verdik yine de tarihe yaranamadık. Paramız gibi hayatımız pul mu oldu? Otomobil... Bir yaşama biçimidir. Otomobil... Bir yatırımdır. Otomobil... En zevkli, en keyifli menkul değerdir. Otomobil... Bilinçle alınırsa, aile mutluluğudur. Geleceğe yönelik temel altyapıdır.
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle