19 Mayıs 2024 Pazar English Abone Ol Giriş Yap

Katalog

Aylar
Günler
Sayfalar
12 NİSAN 1987 CUMHURİYET/7 Masıuıı tango NİLGÜN CERRAHOĞLU ROMA "Paris'te Son Tango yaşlanmış, ama ben de yaşlandım." Roma'da 15 yıl sonra ikinci kez vizyona giren "Paris'te Son Tango"yu izlemeye gelen seyircilerden biri sinema çıkışmda böyle d i y o r d u . "Son Tango"nun çevrildiği yıl 3 yaşında olan 18 yaşındaki bir gencin bakışı ise farklıydı: "Giizel ama neden bu kadar skandal olmuş hiç anlayamadınt. Bunu miistehcen diye tanımlamak komik. Bence rahatlıkla televizyonda bile gösterilebilir bu film." Tango"nun afişi değil. 15 yü.öncesinin İtalyasıyla bugünün İtalyasını birbirinden hemen hemen uçurumlar ayırıyor. 15 yıl önce "Son Tango"nun çalkantı yarattığı İtalya, boşanma yasası, kürtaj yasası gibi temel baa hakları tescil ettirmek isteyen bir İtalya idi. Bir ideoloji karması içinde tabularını yıkan bu değişen toplumda, "Son Tango"yu "muzır" bulan ve "halkın ar ve edep duygulannı rencide ettiğine" karar veren savcıhk, fılmi toplattırmış ve kopyalannı yaktırmıştı. Nihayet beş ayrı davadan sonra vizyona girebilen film ttalya'yı ikiye bölmüştü. Filmi muzır bulan otoritelerin karşısında, yapılan kamuoyu yoklamalan İtalyanlann yüzde 85'inin edep duygulanmn boş bir apartman dairesinde ilk kez karşılaşan Paul ve Jeanne'in sevişmesinden hiç rencide olmadığını ortaya koyuyordu. Her halükârda "Son Tango", gösterildiği sinemalann gişelerinde dakikada 500 bilet sattıran bir film olarak da efsaneleşti. Oynatıldığı sinemalann kapısında camları kıran, gişe kuyruklarında itişen, tartışan heyecanlı Italyanlan ancak polis frenleyebiliyordu. 34 ay içinde 4 milyar lira getiren "Son Tango" gerçek bir rekordu. Yüz binlerce sinema seyircisini (Milano'da bir hafta sonunda filmi 13 bin kişi görmüştü) "Son Tango"ya sürükleyen o marazi merakın yerini, neden şimdi sakin bir ilgi almıştı. Bunu çıplaklığın kanıksanması, o Roma'dan Londra'dan yordu Bernardo Bertolucci pek "muzır" tereyağı sahnesinin artık hiç şaşırtıcı olmaması, bu arada yaşanan "dnsel devrim'anonim seksi olağan dışı olmaktan çıkartmış olmasıyla açıklamak mümkün müydü?. Filmin yönetmeni Bertolucci'nin 15 yıl sonra "Son Tango "ya getirdiği yorum, bu açıklamalara başka boyutlar ekleyen bir anahtar niteliğindeydi. "Bu filmi gerçekleştirdiğim zaman" di Hep beraber evlenmek RAGIP DURAN LONDRA 1969 yılının en gözde parçalanndan, "Wbere do you go t o " (Nereye gidiyorsun yavrum / Yatağında bir başına) Peter Sarstedt'in Paris'te yaşayan Napoli asıllı sevgili namzedinin öyküsüdur. Şarkının sözlerine inanacak olursak Aga Han. yılbaşında bu İtalyan hatuna bir Afgan tayı armağan etmiştir. Laf, ben Ağa Han olsam, sevdiğime haralır feda icabında. Frrnkler, Ağa Han'ın adını "Ls>«akhan" diye telaffuz eder. Yol 1 Pakıstan'ın kanın mümini ise Frc • lere sadece gâvur der. Neyse ki Ağa Han'ın cömertliği, pizzaperver dilbere tay armağan etmekle sınırlı kalmamış. İsmailiye mezhebinin kontenjan santrforu, Londra'nın göbeğinde, Victoria and Albert Müzesi'nin karşısında İslamı Le Corbusier stilinde bir merkez inşa etmiştir. Zamana Gallery de iş bu merkezin sanat sergisidir. Görev, ama daha çok zevk gereği, ayda bir, ben kendimi Zamana'ya zamanlarım. Serginin temel amacı İslam sanatlannı Batıya tamtmaktır. Müdavimleri arasında, bizim salyangoz işportacılannın Baddaki mukabili kefere oryantalistlerle, boyun ciltleri nostaljiden buruşmuş levanten eskisi kokanalar bulunur. "Rahmeıli pederim Pera'da ticaret mumessiliydi. Ah Tarabya!" Sergi salonunun iç mimansi biraz Süleymaniye Camii'ni andırır. Fotoğraflar, halı ve kilimler izlenirken, genellikle ağulu bir ud ya da ney taksimi dinlenir. Zamana'nın son üç yıllık geçmişinde RolandSabrina Michaud çiftinin pek egzotik Hindistan fotoğrafları sergisi (ki gul renkli, curry kokulu) ve Ahmet Ertug'un duzenlemesini üstlendıği "lstanbul mimarisi" sergisi, Doğunun ağır, ama uzun soluklu, flu ama binbir renkli, çığırtkan ama minör ahenkli simyasını gözlere, yüreklere, beyinlere sunmuştur. tstanbul mimarisi sergisi sırasında, Rahmi Onıc Güvenç ile Giilter Unüh'nın Orta Asya, sufi ve klasik Turk müziği parçalanndan oluşan konseri de bizleri, eğersiz atlarımıza bindirip engin mavi kırlara gölürmuştür. "Kolsuz battat"larımızın guadrophonic ve muteharrik bahnameler dizdigi göz önüne alınırsa, biz aslında, Russelsheim'deki Opel fabrikasında bant üzerinde çabşsak da, Berkeley Üniversitesi'nde sualtı yapılar dalında doktora yapsak da hâlâ, hep ve gelecekte at üzerindeyizdir. Cümle ya da yek avrat terkimizdedir. Silah mı? Lüzumu yoktur. Bizatihi silah olmuşuz artık bir başına. Bir suredir günde beş vakit durakla' maya başlamışız. Ama dört bin nalla.ileri. Sökülmeyen otağlara münafığız. Seyyah guzelliğe mümin olmuşuz. Ve duacıyız yanna. Zamana' dan söz edecektim, bak araya neler girdi. Ardından 600 yıllık dev bir cami olan ülkenin çocukları bugün nasıl Bir zamanlar "Time", "karşı cinsle geleneklerin dışına çıkan bir iletişim arayışı içindeydim. Filmi bugün daha başka türlii yapardım. Artık 15 yıl öncesinin romanüzmi yok çünkii." Bertolucci'ye göre "Son Tango", 87 ttalyası için çok "romantik"ti. Işte Bertolucci'nin "Son Tango"sundan çok etkilenen 68 kuşağı aydınlanndan birisi ise bu yorumu şöyle genişletiyordu: "tşte İtalya bu romanüzmi yitirdi. Çünku, böyle negatif de olsa hiçbir ideaJ arayışı yok artık İtalyan toplumunda. Bertolucci, ideolojik olarak aile kurumuna saldınyordu. Sınır tanımayan anonim cinsel ilişki, geleneğe karşı kullanılao bir silahtı. Şimdi ise kimse aile kurumuna saldırmay ı duşünmüyor. Sadece geleneksel değerlere döniiş değil bu. Daha ziyade engin bir umursamazlık. Bugün ailesinden ayrılıp tek başına oturmak isteyen kadın keyfi isterse bunu rahatça yapabiliyor. Ama eskisi gibi bagımsızlığını kanıtlamak amacuıı gütmüyor, bir devrim peşinde koşmuyor. Devrimlerin Italyası oldu artık...." Devrimlerin ttalyası ölürken, "Son Tango"da yaşlanmıştı. 15 yıl değil, çok daha fazla yaşlanmıştı. Günümüz Italyası, 68 ruhu ile birlikte idealleri, devrimleri, gelecek için proje arayışlarını da gömmüştü çünkü. Dünyanın 5. sanayi giıcü haline gelen bu ülkede bundan böyle en geçerli değerler, kâr, refah ve keyif maksimizasyonu olarak özetlenebilirdi. "Newsweek", "PMatch" gibi dergilere kapak olan, New Yorklu film kritiği Pauline Keal'in "müzikle Stravinsky'nin 'Bahar Ayini'ne ise, film urihinde 'Son Tango' odur" diye bir "kflometre taşı" olarak mim koyduğu Bertolucci'nin başyapıtını ilgiyle izlemeye gelen iki ayn kuşaktan sinema seyircilerinin değerlendirmeleri bunlar. Hâlâ sinema salonlannı doldurabilen filmi izleyenler gibi, "Son Tango"nun sinema kapısındaki afişi de değişmiş. 15 yıl önce yanında gölgeli bir kadın profili ile dikkati çeken Marton Brando'nun kasvetli ve düşünceli çehresinin yerinde şimdi, Brando ve Schneider'i en ateşli aşk sahnelerinden birinde çınlçıplak sergileyen renkli bir poster dunıyor. Daha cüretkâr, 80'lerin bol çıplak vücut kullanan reklam diline daha uygun bir afîş bu. Ama değişen sadece "Son BRANDO VESCHNEIDER Marlon Brando ve Marta Schneider "Pom'rt Son Tango" fıbninde. Bir zamanlar cinsel bafkaldırt ve aykın ilişkiUrin simgesi olan fibniyeni kuşak "olağan " bubıyor. resim yapıyor? tşte bu aralar Zamana'daki "renk şenliği" sergisi bu soruya yanıtlar arıyor. İslam ülkeleri birliğine bağlı 40'ı aşkın memleketin çocuklan arasında bir resim yanşması düzenlenmiş. ÖdüUerin çoğunu bizim çocuklar aldı. Konu, düğun ya da şeker bayramı. Umma içinde anayasasında "Burası laik bir cumhnriyettir" yazan tek ülke Türkiye olduğu için, 11 yaş altı ve yukarısı Türkiyeli çocuklar çoğunlukla duğün konusunu tercih etmiş. Imam nikâhı pratikte hâlâ yürürlukte olsa da, duğün, şeker bayramına oranla, daha laik bir mutluluk. Evlilik müessesesinin mistik işine rağmen. Çocuklar ve resimleri, ülkelerinin özgünlüğünü, gazetelerden daha iyi yansıtır. Gazeteier makyajlıdır. Çocuklarsa içten, doğnıcu ve sevimli. Dıkkat ettim, mesela Bruneili çocuklar da hep düğun resimleri yapmış. Meğerse orada sultanın duğünü pek önemli bir olaymış. Televizyon, çağının kopillerini ister istemez etkilemiş. Suudi Arabistanh çocuklann resimlerinde, beyaz entarili adamlar hep kılıçlıydı. Bıyık kesafeti rahat Babalar ve kızlar HADİ TJLUENGİN BRÜKSEL Bahara ilişkin işaretlerin belirgirüeşmesiyle birlikte, hafta sonları, sorumlujuklarını müdrik, müşfik aile reislerinin bütün ciddiyetiyle, oğlumu parkta, kızımı da alışveriş merkezlerinde gezdiriyorum. Park gezintileri, "Havuza taş atma", "Sümüklerini sil" ya da "Köpegin kuyruğunu çekme" ihtarlannın dışında kayda değer bir sorun oluşturmuyor. Aynı şeyi kızımla yaptığım gezintiler için söylemek kabil değil. Kızım, adeti veçhile, cümartesi güzergâhını kendisi tayin ediyor. Bu güzergâh, hiç değişmeden, "Stephanis Meydanı Louise Kapısı Namur Kapısı" uçgeni ile sınırlı kalıyor. Sebebini de şehrin belli başlı moda mağazalarının söz konusu güzergâh üzerinde bulunması teşkil ediyor. "Louise Kapısı" metro istasyonunun çıkışında, yaşlarının on ila on altı arasında değiştiğini tahmin ettiğim oğlanlar ve kızlar toplanıyor. Hepsi en son moda giyiniyorlar. Oğlanların saçlan briyantinle taranmış ve enseleri tıraşlı. Beyzbol takımlannın ceketlerinden giyiyorlar. Ekose desenli yün çoraplarmı göstermek için blucinlerini yukan çekiyorlar yakışıkhlar. Kızlann da giyimi buna yakın. Alımlılar ve yaşlanndan büyük gözüktükleri için mağrurlar. Kızlar ve oğlanlar flört etmiyorlar. Walkmen dinliybrlar. Yarı asi görunümlerine rağmen adabı muaşeret kurallarına riayet ediyorlar. Metro istasyonunun çıkışındaki dükkândan hamburger BrükseVden ZüriVten 'Parkingmeter'ler DOĞAN ABAUOĞLU önce kent içi parkingmeterlannı ayarladılar. Saat süresi duşürüldü, parası antırıldı. Arkasından onadan dışanya doğru aynı uygulama yapıldı. En sonunda havaümanına da hem de 10 dakikasına yanm frank (1 frank yaklaşık 425 TL) yutan saatler kondu. Şimdilik kent belediyesine yıllık 9 miİyon frank kadar katkıda bulunan bu parkingmeterlar problemi çözemiyor. Daha doğrusu zamanın kısaltılması ile daha fazla para alma sağlanıldı, ama bu kez dolan kutulann aynı oranda denetimi, boşaltılması gerekiyor. Bu da personel artışıyla eşanlamlı. Bir >andan girdi, diğer yandan bordro. Hırsızlığa katkısı da ayn bir problem. Dinimizde de belirtildiği gibi "kişiyi özendirecek ola>lardan kaçınmak" gerek. Boşaltılan, kırılan, parçalanan telefon kumbaralan gibi. PTT, burada deneme döneminde. Belirli kabinler salt kartla çahşıyor. 10 frank verip aldığınız 5,5x8.5 cm'lik plastik fişi gerekli yere sokuyor, istedığiniz kadar konuşuyorsunuz. Kent içi her 3 dakikadan sonra arttığından, kartla aradaki fark kapatıhyor. Konuşmanız bittiğinde konuştuğunuz kadar eksilmiş fişi geri alıyorsunuz. Nedense hanımlarınki pek geri gelmiycr, makine kartı içine çekiyor. Ancak bu da 8400 parkingmetenn yeni sisteme göre değişürilmesi demek. Yani gene para işı. Amerika'nın problemi çok daha başka boyuüarda. Onlann çeyrek dedikleri 25 centten (QuarterXbüyuk paralanmn ismi var, cisraı yok^Madeni yanm ve>a bir dolarlar salt kovboy fılmlerinde atış ustahktaır için meydana çıkıyor. Ne» York Belediyesi'nce dikilen 62778 parkinmeterlardan aynı yıl (1985) elde edilen gelir 32 milyon dolar. Ama sorun gene aynı. Manhatlan'da şimdilik 10 dakikasına bir çeyrek atılıyor. Bu, kumbaraların haftada 4 kez açılması demek. Yakında 1 dakikası bir çeyrek olması gerekecekmiş, bu da günde 8 kez saatlerin boşaltılması anlammda. Halen kullanılanlar mekanik, bildiğimiz saat sistemi. Her boşaltmadan sonra yayının kurulması gerekjr Zaman alan bir işlem. Seçenek elektronik. Ama sonsuz olanaklar ülkesinin sınırsız soğuk kışı hesaplanınca problem çözulemiyormuş. Jeton, özel kredi kartı, hatta Isviçre'de otoyotlarda istenen cama yapıştırma (bizim maliyenin vergi uygulamalarından haberleri yok demek ki) vignetleri üzerinde duruluyormuş. Sonuç şu ki, yakında geri kalmış ülkelerde eski parkingmeterlara rastlarsak, bunlann ucuza alındığını savunanlara veya bilmem nere belediyesinin bilmem nere kardeş belediyesine armağanı şeklinde sunanlara, teknolojinin gereği, sen onu külahıma anlat diyebılecek miyiz, yoksa kahya değnekçi yöntemi mi önersek? oğlanlar ve kızlar buradan esvap düzüyor. Kızım, oğlanlara göz siizmekten kendini kurtardığı an soluğu "Chippie'nin vitrininde alıyor. Ne kadar duymazbktan gelmeye çalışsam da, fermuarlı bluzun kendisine pek yakışacağını ve bahar için muhakkak yeni tişorta ihtiyacı olduğunu duyuruyor. Yaş gününün uzak bir tarihte olmadığını ve artık bütün müşfik babalann on yaşındaki kızlanna "Chippie"den hediyeler aldığını ima ediyor. Benim de "Bouvy'deki "Florscheim" makosenleri çok beğendiğim, fakat giyemediğim, hep "Saap" otomobiller arzuladığım ama motoru 1200 santimetreküpten fazla olanlarına hiç erişemediğim, nafaka çeklerini öderken zorlandığım yolundaki imalanm duymazlıktan geliniyor. Her halükârda dükkâna girmenin bedava olduğu kesin bir dille ifade ediliyor. Dükkâna girince, esas işleri mağazaya giren çocukları değil, Bir sergL Sergide bizden birilerinin yaptığı düğün resimleri, kalabahk Jgg ortasında at üzerinde getirüen gelin. Çevresi zengin, traş olan damat. Davulzurna, halay, içki sofrasL Ama şöyle, özel, bağımsız bir gelindamat mutluluğu fotoğrafi yok. Mutlaka, kaympeder, eşdost, ahbap da sıkısmış araya. Hep, hep beraber mi evleniyoruz nedir? sız edıcı yuksekbkte. Iranlı çocuklarsa, artık babalannın telkini mi bilinmez, ne yapıp etmişler, resmin bir yerine bir Humeyni portresi pullamışlar. Pek öyle gönülden yapılmamışa benziyordu yoğurtçu dedenin vesikalıklan. Bizimkilerde vallahi ötekilerden daha bir canlı, daha bir renkli düğün hep kitlesel. Koy ve kasaba manzaraları egemen: Kalabalık ortasında at üzerinde getirilen gelin. Çevresi zengin, traş olan damat, davulzurna, halay, içki sofrası, şöyle bir güzel, bağımsız, özel gelindamat mutluluk fotoğrafi aradım. Yok, mutlaka kaympeder, eşdost, ahbap, komşu sıkısmış araya. Hep beraber mi evleniyoruz? Solcularımızın keşfedemediği kadar toplumcu ve kitleci miyiz yoksa? Hani yanlış degildir, sürülerle göç ettiğimiz, loncalarla çalıştıgımız, imecelerle çift sürdügumuz, kalabalıklarla sevişip nefretleştigimiz. Ama nerede sevgilimiz? "Nereye gidiyorsun yavrum / Vatagında bir başına < So>le bana, fik' rini kuşatan ne / Saçiannın ardına bakmak istiyorum" Lorutra'da ırkçıhğı protesto göstaisinde punklar... Honıokoıııüııist anarkopunk OSMAN BALCIGİL OXFORD Ingiltere'de eğer var olan düzenden hoşnut degilseniz, biı kimliğiniz de var demektir. Çünkü bu ülkede, her zaman, düzene karşı birçok alternatiften birini seçmek, eğer hiçbirisine yakınlık duymuyorsamz bir yenisini yaratmak şansına sahipsiniz. Sözgelimi, eğer komünistlerin düzenle ilgili eleştirilerine yakınlık duymuyorsanız anarşistleri, onlan da beğenmiyorsanız kendinize, birlikte hareket edebilecek bir başka sol kökenli grubu seçebilirsiniz. Eğer sadece ırkçıhğa karşıysanız antiırkçılarla, sadece ücretlerir. duşukluğünden şikâyetçiyseniz önüne iş olarak bu derdi koymuş birileriyle de beraber olabilirsiniz. Varsayalım ki, ırkçılığa ve Thatcher hüküraetinin bu konudaki politikasına karşısuıızdır. Oyleyse her fırsatta görüşünüzü söylemek, görüşünüzü söylemek için fırsatlar yaratmak da en doğal haklarıruzdan biridir. Bu arada, sorunları sizden farklı olsa da, kuşkusuz ırkçılığa karşı olan başkaları da vardır. Sözgelimi komünistler, hümanistler, punklar, eşcinseller, feministler... Bu değişik dünya görüşlerinden insan topluluklan, sizin yarattığınız fırsata doğal bir hak ve görev olarak katıhrlar. Bir yandan ırkçılığı laneüer, bu arada da kendi asıl meselelerini ifade etmeye çalışırlar. Ya da, yine varsayalım ki, eşrinselsinizdir ve bir TV programında eşcinsellerin aşağılandığını düşünmektesinizdir, yine yalnız kalırsınız. Punklar, anti ırkçılar, feministler, komünistler, anarşistler, hümanistler... Hemen iş ediniverirler sizin sorununuzu. Hem bu arada, kendi meseleleri de tekrar gelmiş olacaktır gündeme. Her grubun kendine göre bir toplumla ilişki kurma tarzı ve yaşanmakta olana itiraz etme anlayışı gelişmiştir, zaman içinde. Kimileri "birazcık ciddiyeti", kimileri "alabüdigine ciddiyetsizüği" tarz olarak benimsemişlerdir. Sözgelimi, punklann punk olmalanna ve içlerinden irice bir kısmının her şeye, ama her şeye karşı çıkmalanna kim ne diyebilir ki bugünün tngiltere'sinde... Ya da "komünizm" lafının genel olarak Ingiliz toplumunda çağrıştırdığı imaj ortadayken, önemli sayüabilecek mitinglerde bile üçbinin üzerinde insanı bir araya getiremeyen bu politik eğilimi, milliyetçiler de dahil olmak üzere kim sahiden bir tehlike olarak görebilir düzen karşısında. Sonra antiırkçı eyletnleri siyahlar dudak kıvırarak izledikçe, birkaç yüz beyaz ırk ayırunına karşı olmuş, ne çıkar. Genel olarak düzene ya da düzenin bazı alanlarındaki dayatmalanna karşı olan eğilimler de, geniş insan topluluklarının sorunlarını, acil taleplerini çözümlemekten çok uzak olduklannı, başka bir deyişle, var olan düzene karşı ciddi bir tehdit unsuru oluşturmadıklannı en baştan bilirler. Bu arada "muhalefet hareketleri'nin aynı anda her biri ayn parçayı çalan muzisyenler topluluğu hali, özellikle sorunlan Avrupa ülkelerinden farklı olan ülkelerden Ingiltere'ye gelenlerı, politikayla uzaktan yakından biraz ilgili olmaları halinde bir hayli çarpar. Böyle bir anda, ülkeler arasındaki farklar karşılaştuilmadan girişüecek bir değerlendirmeden tngiliz muhaliflerin hakkına düşen, en azından okkalı bir küfür olacaktır. Gerçekten de, Türkiye, Arjantin, Güney Amerika gibi ülkelerden tngiltere"ye gelen bir muhalifin, tngiliz muhalifleri özellikle eylem halinde görüp de küçük şiddette bir şok geçirmemesı mümkUn degildir. Sararmış, kızarmış, morarnuş, yeşülenmiş bir punk anıbun a|zından "tngiliz birliklerinin derhal Iriandadan pkmaları gerektigini" duymak, nedense, yabancısına başta bir tuhaf görunür. Komünistlerin her fırsatta "eşcinsellerin meseleterinin acilen çozümlenmesi gerektigini" tekrarlamaları da, ilk zamanlarda bir o kadar tuhaftır. Sonra anarşistlerin, Thatcher'dan Güney Afrika Konsolosluğu'nun kapatılmasını isteyen antiırkçılarla aynı sloganlar altında birleşmeleri de pek bir garip gelir merakhsına ilk ağızda. Bu arada söz konusu gruplar, yabancüar şoyle dursun, içinde ><aşadıkları toplumun bile kendilerini nasıl gormek iste>eceği ile pek ilgili değillerdir aslında. Tabii kendilerini as!a birbirleri gibi davrarunak zorunda da hissetmezler. Buna rağmen, bir araya geldiklerinde, "kendilerine özgii" bir ahenk ortamı oluştururlar. Punklar komünistlerin, escinseller antiırkçıların, anarşistler humanistlerin yanında hiç ama hiç sırıtmazlar. Bu birilerinin ötekilerin yanında eriyip gitmesi anlarr.ma da gelmez. Ama hep bir arada bulunmaktan dolayı bir alışveriş, bir etkileşim de söz konusudur kendi aralannda doğal olarak: Böylece, kimileym bir eşcinsel gmp komünizm gibi bir derdi olmasa da, komünist bir imaj çağrıştırabilir her zaman yabancısında. Ya da anarşistlere bakanlar bir çala punk kokusu alabilirler... Bu arada, tabiatıyla komünistler biraz eşcinselleşir, punklar ise anarşistleşirler... Oxfor<Tdan Mafta sonları, sorumluluklanm müdrik, m aile reislerinin ciddiyetiyle oğlumu parkta, kızımı atışveriş merkezlerinde gezdiriyorum. Kızım, gezinti güzergâhını kendisi belirliyor her zaman olduğu gibi. Bu güzergâhta, kentin belli başlı moda mağazalan var. Ve ben, kızının giyimine karışacak kadar mutaassıp bir baba değilim. alıyorlar ve karton bardaklarda meşrubat içiyorlar. Altın gençliği oluşturuyorlar. Elbiseleriyle, biraz Batı Yakası'nın gençliğini andırıyorlar. Hem elbiseleriyle hem de hal ve oluş tarzlanyla, biraz, "Bab Kafetaryadan" çıkıp "Konak Sinemasına" giden, 6O'lı yıllann ŞişliNişantaşıTeşvikiye gençliğini andırıyorlar. Her halükârda, estetik olarak cazibeliler. "Louise Kapısı" metro istasyonunun çıkışında ve Hamburger dükkâmnın bitişiğinde "BouvyChippie" gi>im mağazası var. "Bouvy", yetişkinler için olan bölüm. "Chippie"de, yedi yaşından on yedi yaşına kadar olan modayı tayin ediyor. Hem kendi koleksiyonunu hem de Amerika'nın en ünlü mağazalanndan getirdiklerini satıyor. Her şey olağanüstü estetik. Fakat fiyatlar el yakıyor, metro çıkışındaki ebeveynleri ve bilhassa yalnız babalan tavlamak olan cazibeli tezgâhtar kızlar, hemen seğirtiyorlar, "Güzelim sana ne lazım?" türünden laubali uvertürler yapıyorlar. Kızım, sanki evvel emirden beri mağaza dolaşırmışçasına, ceketin birini çıkartıp gömleğin ötekisini giyiyor. Blucinin paçasının biraz daha dar, fakat ceplerinin Kaliforniya usulü olmasını istiyor. Tezgâhtar, her seferinde, "Aman bu pek yakıştı, genç kızımız da babası gibi zevkü ve şık giyinmeje kararlı" biçiminden laubaliliklere devam ediyor. Boyutlan küçük, sıfırları büyük etiketleri göstermiyor. Kızıma yanımda nakit para olmadığını söylediğimde, çek defterimin bulunduğunu hatırlatıyor. Çek defterimi unuttuğumu söylediğimde, tezgâhtara dönüp, "Herhalde kredi kartlannı kabul ediyorsunuzdur" sorusunu yapışünyor. Laubali ve cazibeli hatun, ciddi ve cazibeli, "Tabii güzelim" diyor. Pantolonu alımlı bir torbanın içine koyuveriyor. Sorumluluklanm müdrik müşfik bir baba olarak, kredi kartının altına imza atılıyor. Dışan çıkılıyor. Kızım, "Babacıgım, senin benim ucuz giyinmeme izin verecek kadar zengin olmadığını biliyorum" diyerek bir öpücük veriyor. Solculuk dağarcığımdan kalan bütün nakaratı tekrarlamam, kapitalist sistemin geçici moda mitoslarıyla tüketim toplumunu körüklediğini, reklamîann en çok çocukları cezbetmek için kullanıldığını, Lüksemburg televizyonunun ilan girdilerinin yüzde otuzunun onon beş yaşındaki çocuklara hitap eden reklamlardan sağlandığını söylemem bir anlam taşımıyor. Kızım, "1 mayıs yürüyüşüne mi katılacaksın? İstersen ben de gelirim ve yeni blucinimi giyerim. Ama önce istersen şu senin 'Florscheim' makosenler için 'Bouvy'ye bakalım" diyor. "Louise Kapısı" metro istasyonunun önündeki oğlanlan süzerken de, üzerinde kocaman "Chippie" yazan torbasını oğlanların gözünün içine sokuyor. Artık herhalde gelecek yıl cumartesileri buraya gelmesine izin verileceğini ima ediyor. Kızlarının giyimine karışacak kadar mutaassıp bir baba olmayan ben, kızlarının metro istasyonunda piyasa yapmasını istemeyecek kadar sorumluluklanm müdrik ciddi bir aile reisi olan ben, soruyu cevapsız bırakıyorum. Cümartesi güzergâhı "Stephanie Meydanı" na dönüyor. Eski otomobiller müzesbıde bir RoUsRoyee Stuttgart'tan Kopenfıae'dan Oldtimer düslerine müze AHMET ARPAD STUTTGAKT Konstanz Golü^ nden Stuttgart'a varmak için Alp tepelerini aşmak gerek. Kilometrelerce uzanan elma bahcelerini geride bırakıp, yükselirken, yamaçlarda teleferikler göze çarpar. Kışın buralar küçük kayak merkezleri. Uzaklarda, sisler arasında bir kale kalıntısı. Lichtenstein kalesi. Bu ılık ilkbahar gününde guneş, bulutlan zorluyor. Soğuk kış zar zor sona erdi. Hava ısınmaya henuz karar veriyor gibi. Ne de olsa artık yaz saati geldi! Lichtenstein'da mola. kale kalıntılanm gezmek, "Sisler Mağarası" ve "Ayılar t n i " adlı iki mağaraya girmek, damlataşlar arasında yüzlerce metre yerin altına inmek için. Soğuk, sonsuz derinlikler ürpertici. Tekrar yeryuzune çıkınca derin bir nefes almak gerek. Kalenin biraz ötesinde, küçük bir köyde, iki katlı eski bir yapı buralara gelen yolculann ilgisini çekiyor. Yüzyılınuz"i ilk yıllanıun bu beyaz yapısı, eski bir trikotaj fabrikası. Şimdi kapısında "Otomobil Müzesi" yazıyor. 1934 modeli RollsRoyce'lar, 1912 ve 1933 modeli Mercedes'ler, 1924 modeli Peugeot, 1934 modeli Austin, Opel, Fiat... ve daha birçok "oldtimer." Yalnız otomobil meraklılan değil, paha biçilmez bu değerler karşısında her insan heyecanlanır. Zengin bir fabrikatör, 194O'lı >nlların sonunda bunları toplamaya başhyor. Aradan geçen uzun surede yüz kadar eski otomobile sahip oluyor. Yıllarca önce boşaltümış bu trikotaj fabrikası şimdi onun "müzesi." Iki katlı yapımn butün salonları pınl pırıl parlayan eski otomobiller ve motosikletler ile dolu. Köşe salonlardan birinde II. Dunya Savaşı'ndan kalma askeri araçlar duruyor. Kuzey Afrika çöllerindeki savaşlara katılmış bu ilginç araçlar kum renginde... Aşağüarda küçük bir dere. Berrak. Hızla akan suları pınl pınl. Sularda alabalıklar. Boy boy. İrili ufaklı. Küçük köprünün üzerinden çocuklar ekmek atıyor. Ekmek kınntılannı kapmak için neredeyse suyıın üstünde yuzecek balıklar. Derenin kıyısmda lokantalar. Bu lokanıalarda alabalık yeniyor. Her çeşidi. Yanında bol patates salatası, şarabı, ya da birası ile. Şişmanlardan küo vergisi FERRUH YILMAZ KOPENHANG Danimar ka'da geçen gun bir nisandı. Orada da öyle miydi?. Burada bir nisanlar, bir nisandırlar ve öyle yaşanırlar. Bir nisanlarda kaç kişinin kaç kişiyi aldattığının hesabı, herkesin aldattığı kişi sayısı kadar tuvalet sifonu çekmesi ve kentlerin su depolarındaki basıncm ne kadar duştüğünün ölçülmesiyle yapılır. Ve nisan bahğına en düşkun ke'im ba^ındır. tür haberler ise " B u , bir nisan şakası değîl h a ! " diye verilirler. Gazeteier bu yıl en buyuk balığı yakalama yarışına girerken, televizyon, protesto telefonlarından bunaldığından olsa gerek. pek ılımlıydı. nisan şâkasını yaparken. Geçmiş yıllarda bu gecede Danimarka'da krallığı kaldırıp cumhuriyeti iları ediveren televizyon haber bolümü. hükumetin uydu televizvon yayınlarının izlenebilmesi için harcadığı milvonlann bo^a eittiâini. ısmarmurun maaşından aylardır fazia kalori vergisi alındığı "gerçeği" de ortaya çıkmış oldu böylece. "Bu tiir" insanlardan alınan vergi, fazla kilolu insanları işe almakla devletin girdiği rizikoyu karşılayacak habere göre, hem boylelikle çikolata almaya da para kalmaz zaten. İnformatioıt gazetesi ise o her zamanki "agırbaşlılığı ile'' AIDS kampanyasının bir parçası olarak her sabah okullarda sö>lenmek üzere bir AIDS şarkısı hazırlandığını duyururken, bazıları okuyucularını şehir merkezinde Ceyar'la buluşturdu, bazılan da Danimarkalılann unlü içkisi "Gammel Dansk"ı ureten tabrikanın deposunda bulunan ihtiyaç tazlası içkinin halka bedava dağıtılacağını bildirdi. Şimdi bunlardan hangisi gerçek nisan şakası? Gerçek nisan şakası nedir? Sosyal bilimcilere bakılacak olursa gerçek nisan şakası başkalarını eyleme yönelten şakadır. Eski ustalar, çıraklannı kuru su taşımak ya da su makası almak için çarşıya yollarlarmış. Artık balıklar o kadar balık değil, kimse de su makası almaya çarşıya inmiyor. Ve gerçek hayatın kendisi bazen nisan şakasına beş çekiyor. Gorunen şaka kılavuz istemez ve biz çıkalım kereveıimize. . fleçen gün burada 1 nisandı. Ve buradaki bir nisanlar, başka yerlerdeki bir nisanlar gibi yaşarurtar. Bir nisanın en nisanhk haberi, bir gazetenin, maliye bakantnm fazla kilo vergisi alacağını açıklamasıydu Ve halka artık bedava içki değıtüacağinaı duyurulmasu Bir nisan gunu Danimarka halkının yarısı balık, yansı balıkçıdır. Ve Danimarka telefon şebekesi her nisan başı kızgın balıkların protesto telefonlarının yoğunluğunu kaldırmaya çalışır. Kimi balık yerine konduğuna kızmıştır. Kimi de balık olduğuna... Burada geçen gun nisanın biriydi. Her nisanın birinci gıinünde olduğu gibi gazeteier, radyo ve televizyonun haber bultenleri yem haberlerle doluydu. Ama gerçekler bazen aldatmacalardan daha inanılmaz görünürler. Bu lanan bu>uk parabol antenler yerine, bir çantaya sığabilecek ve şapka gibi giyilebilecek kuçuk antenlerin bile aynı işi yapabileceğini haber vererek ifiah olduğunu gosterdi elâleme. Tabii haberin inandırıcılığı için ulaştırma bakanı ile bir röportaj yer aldı bültende. Ama herhalde en nisanhk haber Ekstra Bladet gazetesinin maliye bakanının fazla kilo vergisi almayı planladığı haberiydi. Üstune üstlük, bunun yeni birşey olmadığı, devlet sektoründe çalışan fazla kilolu yüzlerce me Lichtenstein'da mola veriyoruz, Küçük bir köyde, iki katlı bir yapı ilgimizi çekiyor. Dtş görünüşüyle burası eski bir trikotaj fabrikası. Ama kapısında 'Otomobil Müzesi' yazıyor. 1934 model Rolls Roycelann, 1912 model Mercedeslerin, Fiatlarm yan yana \ sıralandığı bir müze. Lichtenstein kalesinin kalıntıları vadiden ürpertici gcrünüyor. Tepenin ucuna sanki yapışmış. Aşağı yuvarlanmak istemiyor. Alp tepelerini geride bırakıp, Stuttgart yönünde giderken, lokantalan ile unlu Honau'dan geçiliyor. Bu köy, özellikle haftasonlannda alabalık yemek isteyen Mercedes'li büyuk kent insanlarının uğrağı. Elma bahçeleri, kayak yapılan tepeleri, derinükleri ürpertici mağaralan vc kale kalıntıları ile ilginç bir yöre Alp tepeleri. RollsRoyce'ları ve alabaiıkiarı ile de...
Abone Ol Giriş Yap
Anasayfa Abonelik Paketleri Yayınlar Yardım İletişim English
x
Aşağıdaki yayınlardan bul
Tümünü seç
|
Tümünü temizle
Aşağıdaki tarih aralığında yayınlanmış makaleleri bul
Aşağıdaki yöntemler yoluyla kelimeleri içeren makaleleri bul
ve ve
ve ve
Temizle