25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

9 KASIM 2007 CUMA kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL Yeni yasa, simgeleşmiş binayı ‘kültür varlığı’ saymayarak ‘yıkım projesi’ni tanımlıyor C 15 AKM yıkılmaktan kurtulur mu? Oktay EKİNCİ TBMM’den tartışmalarla geçen “İstanbul2010 Avrupa Kültür Başkenti” yasasındaki AKM’yle ilgili “yıkım” maddesinin değiştirilerek yetkinin “Koruma Kurulu”na bırakılması, kamuoyuna “AKM Kurtuldu” şeklinde yansıtıldı. (Hürriyet3 Kasım 2007) Oysa yeni maddeye göre Koruma Kurulu, AKM’nin “korumak” yerine “nasıl yıkılabileceği”ni belirlemekten sorumlu!.. Çünkü yeni düzenlemede, binanın “simge değeri nedeniyle korumaya alınmış tescilli kültür varlığı” olduğu belirtilmediği gibi, bu yasal niteliği “yok” sayılarak yerine öngörülen proje tanımlanıyor… Daha önce alınmış “yasal koruma kararına aldırmayan” yeni yasaya göre, Koruma Kurulu’nun “görevi” sadece “binanın parseliyle Büyükşehir Belediyesi’ne ait parsel ve eklenebilecek diğer belediye ve Hazine arazilerinden oluşacak alanda yeni bir AKM binası ve müştemilatlarının projesi”ne karar vermek… Şimdi Koruma Kurulu’na böyle bir proje sunulursa, kendi yasasına göre “reddetme” yetkisi olsa bile, bu kararı “AKM yıkılamaz” gerekçesiyle alması, “yeni yasaya aykırı” sayılabilecek. “Beğenmemesi” durumunda ise yine AKM’nin yerine “nasıl bir tesis” yapılabileceğine dair “kurul önerisi”ni belirlemesi istenebilecek… URUL DA ‘KORUMASIZ’ TBMM’den işte böylesi “riskli” ifadeyle geçen madde, ma”nın gerektirdiği bilimsel süreçlerle ve aynı konudaki yetkin kişi ve kurumların çalışmalarıyla alınabilir. Sözün kısası, TBMM’de değiştirilerek yeniden düzenlenen yasa maddesiyle AKM “kurtulmuyor”. Hatta, İstanbul ve Taksim Meydanı da “yeni rant projeleri”nin baskısından kurtulamıyor. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, yasayı bu gerekçelerle veto etmesi gerekiyor. Ancak “bilinen özelliğinden ötürü” bu olamasa bile, AKM’nin yasal kültür varlığı kararını yok sayan ve planlamayı şehirciliğin elinden alıp siyasilere devreden bu yasaya açılabilecek bir dava, sadece AKM’nin değil, diğer kentsel alanların da benzer siyasi müdahalelerden korunmasına yönelik önemli hukuksal kazanımlar sağlayacak… Kitap eski ama... K üyelerinin çoğu Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca belirlenen ve üye değişikliklerinin kolaylıkla yapılabildiği Koruma Kurulu’nu “iki yasa arasında” bırakıyor. 2010 yasasındaki tanıma uygun “yıkım içeren” bir proje önerildiğinde, AKM için “aynen korunacaktır” diyebilecek kurul üyelerinin de “korunması”na yönelik herhangi bir hü küm yine yeni yasada yok!.. Kaldı ki yine maddedeki şekliyle “binanın parseliyle komşu belediye ve Hazine arazilerinden oluşacak olan alan”ı adeta yeni bir “proje arsası” şeklinde belirlemek ve hele buradaki “yapılaşma türü”ne tutup karar almak da milletvekillerinin işi değil. Kentsel alanların kullanım kararı ancak “kentsel planla AMERİKA BİYOGRAFİ ENSTİTÜSÜ Pars Tuğlacı’ya Uluslararası Barış Ödülü Kültür Servisi Her yıl dünyanın bir ülkesinin başkentinde Amerika Biyografi Enstitüsü tarafından düzenlenen Uluslararası Bilim, Kültür ve Sanatlar Kongresi’ne Türkiye’yi temsilen katılan dil ve tarih uzmanı Prof. Dr. Pars Tuğlacı, insanlar arasında sürekli huzur ve sevginin var olmasına ilişkin olumlu söylevleri dikkate alınarak, ABD Kültür Merkezi tarafından ‘Toplum Yararına Belirgin Kişisel Başarıları İçin Uluslararası Barış Ödülü’ ile onurlandırıldı. ADIYAMAN’DAKİ OKUL AÇILIŞI TÖRENİNE MARC PIERINI KATILDI AB’den Türk eğitimine büyük destek Leyla TAVŞANOĞLU ADIYAMAN/KÂHTA AB, Türkiye’de son yıllarda özellikle temel eğitim ağırlıklı somut projelere yöneldi. Örneğin AB’nin desteğiyle Türkiye’nin 16 ilinde beş yıllık bir program çerçevesinde yapılan 153 temel eğitim amaçlı bina Milli Eğitim Bakanlığı’na törenle teslim edildi. Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde Şehit Abdurrahman Doğan adına açılan ilköğretim okulu için düzenlenen törene Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve AB Komisyonu Ankara Temsilcisi Büyükelçi Marc Pierini katıldı. Beş yıllık bir program çerçevesinde yapılan binalardan 81’í 775 sınıflı olmak üzere ilköğretim okulu, 11’i kamu eğitim merkezi, 37’si öğretmen lojmanı, 20’si yatakhane, biri spor salonu, üçü de yemekhane amaçlı hizmet verecek. Kâhta’daki törene Çelik ve Pierini’nin dışında Adıyaman Valisi Halil Işık, MEB Müsteşar Yardımcısı Salih Çelik katıldı; sunuculuğunu televizyon program yapımcısı Tayfun Talipoğlu yaptı. Büyükelçi Pierini, okulların fiziki altyapılarının tamamlandığını ve bunları MEB’e teslim etmekten mutluluk duyduklarını dile getirdi. Yatırımın çok büyük olmadığını bildiklerini ancak bu programın devamının geleceğini de belirtti. Törende konuşan Milli Eğitim Bakanı Çelik şunları söyledi: “Beş yıllık bir program için AB tarafından ayrılan 100 milyon Avro sadece bir damladır. Biz eğitime yıllık 1.5 mil AB’nin desteğiyle Türkiye’nin 16 ilinde beş yıllık bir program çerçevesinde yapılan 153 temel eğitim amaçlı bina Milli Eğitim Bakanlığı’na törenle teslim edildi. Adıyaman’ın Kâhta ilçesinde Şehit Abdurrahman Doğan adına açılan ilköğretim okulu için düzenlenen törene Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik ve AB Komisyonu Ankara Temsilcisi Büyükelçi Marc Pierini katıldı. yar Avro harcıyoruz. Bizim amacımız AB ülkelerinin eğitim birikim ve deneyimlerinden yararlanmak. Bunu AB haz alsın diye yapmıyoruz. İnsanlarımız yararlansın diye yapıyoruz. Yapılanlar ülkemizin çıkarına ve çocuklarımızın geleceği içindir.” AB ülkelerinin Türkiye’ye olan tavırları konusunda Çelik sözlerini şöyle sürdürdü: “AB’ye tavır alınması da doğru değildir. AB homojen bir topluluk değil. Bizi isteyen de istemeyen de var. Bizdeki siyasilerin hepsi de AB’ye farklı yaklaşıyor. Biz AB’ye kendimizi doğru anlatmalıyız.” Ulusalcı eğilimlerle Türkiye’nin içe kapatılamayacağını ifade eden Çelik şunları ekledi: “Ulusalcı fukaralıkla Türkiye içine kapanamaz. Medeni dünyayla, AB’yle entegre olmak zorundayız.” Yapılan 81 okuldan 12’sine Hakkâri’de şehit düşen askerlerin isimlerinin verildiği öğrenildi. Bu arada tören alanı dışında bir grup ortaokul öğrencisi Anadolu lisesi istediklerini bildirerek pankart açtı. Bunun üzerine Çelik, “Kolunuz ağrımasın. Artık o pankartı indirin. 2008 programında Kâhta Anadolu Lisesi yapımı bulunuyor” diye öğrencilere seslendi. Törenden sonra kendisine takdim edilen çiçek demedini şehit Abdurrahman Doğan’ın annesine veren Büyükelçi Pierini’nin eşi AnneMarie Pierini’nin çok duygulandığı görüldü. NİN TÜRKİYE’DE DEĞİŞEN SİYASETİ AB’nin Ankara Temsilciliği’nin son zamanlarda Türkiye’de daha değişik bir siyaset uygulamaya başladığı dikkatleri çekti. Temsilcilik, Türkiye’nin iç siyasetine uzak duruyor ve daha çok temel eğitim ve Türkiye’deki ekonomik kalkınma ve verimlilikle ilgileniyor. Bu bağlamda KOBİ’lerin kalkındırılmasına çok önem veriliyor. Ayrıca Adıyaman ve çevresinde atık suların arındırılması çalışmaları için yatırım yapılı AB’ yor. AB Türkiye’nin çok hızlı gelişen bir ülke olduğunun farkına varmış görünüyor. Yapısal fonlar bağlamında uygulanan yöntemlerin de ne kadar doğru olduğu da sorgulanmaya başlanmış. Dikkat çekilen bir husus Anadolu’daki KOBİ’lerin giderek gelişmekte olduğu ve bunlara destek verilmesi gereği. Örneğin Bursa’da çok büyük bir otomotiv fabrikasının yedek parça üretimini bir fabrika kurarak Adıyaman’a kaydırdığı ve buradaki üretimin giderek geliştiği. Böylece bölgede istihdamın da hızla artacağı görüşü yaygın. Ağırlıklı olarak eğitime eğiliniyor. Örneğin artık 1961’deki gibi nitelikli olmayan işçi alımı gibi bir düşünce yok. Eğitime ağırlık verilerek nitelikli işçiyi AB ülkelerine kaydırmak istiyorlar. Bunun için de hem eğitim binalarının yapımına, hem de öğretmenlerin eğitimine ağırlık verme eğilimindeler. Bir de gündemdeki konu tedrisatın değişmesi. AB’ye üye aşamasındaki bütün ülkelerde bunun hassas bir konu olduğu biliniyor. Ancak Türkiye’de henüz o aşamaya gelinmediği telaffuz ediliyor. Tam üyelik sürecinin “son derece siyasi” olduğu da kimi AB kaynakları tarafından telaffuz ediliyor. Hele iş Türkiye için önerilen imtiyazlı ortaklığa gelince, şunu söylemeden geçemiyorlar: “İmtiyazlı ortaklık tamamıyla önyargıdan kaynaklanıyor. Türkiye’yi almadan Ortadoğu’yla her zaman çatışma halinde olacağız. Türkiye olmadan İran’ı, öteki Ortadoğu ülkelerini nasıl anlayabiliriz?” azen kitaplığıma dalınca, yüz bininci kez derleyip toparlama niyetiyle tabiielime bazen çok eski tarihli kitaplarım geçer. Sayfalarını açıp baktığımda takılıp kaldığım da çok olmuştur. “Talebeye Muaşeret Usulleri” adlı kitapçık da bunlardan biri. Ne zaman almışım anımsamıyorum bile. Umarım övünüyormuşum gibi anlaşılmaz ama söylemek zorundayım, genellikle okuduğum bir kitabı, aradan uzun zaman geçse de, ana hatlarıyla bilirim. Tüm sevgime rağmen kitaba pek de kibar davrananlardan olmadığım için altını çizdiğim de olur. Nedense bu kitapta neler yazıldığını hatırlayamadım. Altını çizmediğim satırlar da olmadığına göre belli ki okumamışım. Kitaplığındaki kitapları okumama ayıbı işleyen biri olduğumu düşünen varsa haklıdır. Adından da anlaşılacağı gibi bir görgü kuralları kitabı bu. Kendisini milleti terbiye edenlerden biri olduğuna iyice inandırmış Samih Nafiz Tansu’nun yazdığı kitabın basım tarihi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden bir yıl sonrasını taşıyor: 1939. Eğer aldığım zamanlar hemen okusaydım altını çizecek olduğum öyle satırlar var ki, ancak yazıldığı günün koşullarında değerlendirildiğinde bir anlam ifade ederler. Kitapta yazılanların millet terbiyesinden bugün anladığımızın çok uzağında olduğu bir gerçek elbette. Yeni kurulmuş, kurucusunu henüz kaybetmiş bir dönemin Türkiye’sinde yadırganacak tarafı da yok tabii. Görgü kuralları adı altında, bir “itaat”, bir “boyun eğme” kültürünün nasıl oluşturulduğu ya da oluşturulmaya çalışıldığı konusunda bir belge özelliği taşıyor bu kitapçık. Bazı görgü kurallarının, toplumu “zapturapt” altına alarak öğretilmek istendiği, kullandığı dil ne kadar dikkatli olursa olsun, ortada. “İşe yaramış mı?” diye soran varsa, “evet yaramış” diyebilirim, açıkçası. “Askerini seven millet” inancının, asker sevmenin bir görgü kuralına dönüştürülmesiyle, içeriğinden ne kadar çok şey kaybettirdiğini bu kitabı okuyarak anlamak mümkün. İlgili satırlar belki bir fikir verebilir. Birkaç örnek: “Her Türk bilir ki, dünyada en şerefli asker Türk askeridir. Türk askerinin toplu bulunduğu her yerde, her vatandaş bu asil ve şerefli orduyu selamlamaya mecburdur.” Bir başkası da kolluk kuvvetleriyle ilgili: “Polise karşı gelmek, onunla münakaşa etmek o haksız dahi olsa caiz değildir.” Buna benzer bir dolu görgü (!) kuralı var kitapta. Sevgi, hürmet gibi, asla öğretilemeyecek olan, B bu kavramların muhatabı olacakların tutumlarıyla doğrudan ilgili olduğundan kavramakla mümkün bir takım duyguların, bir emir haline dönüştürülmelerinin sakıncalarını konuşacak değilim. Memleketimizde polisi bilemem, ama askerin, hem de bu tür görgü kurallarına ihtiyaç duymadan sevildiği, askerliğe “peygamber ocağı” sıfatının yakıştırılmasıyla ortada. İtaat kültürünün, bir emir gibi anlaşılması, dediğim gibi, kitabın yazıldığı dönemin koşullarında anlaşılır bir şey. Üzerinde durmuyorum. Ancak, içinde bulunduğumuz kargaşa ortamında, 1939 yılında yayınlanan bu kitaptan yıllar sonra ortaya çıkan manzara, verilmek istenen itaat kültürünün sonuçlarının bambaşka mecralara kaydığını gösteriyor. Eskiler, fazla askerci olan sivillere “miri miran”, yani “sivil paşa” derlerdi diye anımsarım. Bugün bir ordu mensubunu selamlamaktan daha çok, kendisini asker yerine koyan çok sayıda kişiyle, hem de okumuş yazmış kişiyle karşı karşıyayız. Mustafa Kemal Atatürk’ün “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” gibi, ülkenin emperyalist işgal altında olduğu bir dönemde ulusal kurtuluşun altını şiddetle çizen cümlesinin, bugün “teferruat” olarak görülen dinamikler düşünüldüğünde gerçek anlamından koparıldığı gerçeğinin farkında olmayan kişiler bunlar ne yazık ki. Bu anlamlı vecizenin elbette bunda bir suçu yok. Antiemperyalist olmayı yaşamının merkezine koymuş biri olarak, bu “teferruat”ın bizim gibi düşünmeyen hemen herkesi kapsadığını görmekten endişe duymakta haklıyım. Oysa karşımızda koskoca bir emperyalist güç var. Onun karşısında mücadele verirken “teferruat” olan şey, zaman zaman ciddi de görünse sadece görüş ayrılıklarımız olmalıdır. Emperyalizm bir ülkeye girerken en gerici unsurlarla işbirliği yapar. Ben ülkemdeki kimi kesimlerin, buna AKP de dahil, sömürgeci, uluslararası sermaye ile girdiği ya da kurduğu ilişkiye bakarım. AKP, uluslararası sermayeyle muhabbet geliştirdiği için hedefim olabilir. Ama bir çok kesimin “teferruat” diye hedeflediği olgular kültürel farklılıklar, dini hassasiyetlerse, bunun emperyalizm karşısındaki mücadeleyi zaafa uğrattığına inanırım. Emperyalizmin ele geçirdiği bir ülkede “teferruat” dediğimiz olgu bağımsızlığımız olup çıkar. Ne olur o zaman? Adı geçen görgü kuralı kitabında “askere selam vermesi zorunlu olan” tek bir özgür yurttaşımız kalmaz. Olacağı budur. Daha ne olsun? kemalerdemol@yahoo.co.uk Kasım 1917’de Rusya’da gerçekleşen Ekim Sosyalist Devrimi’nin 90. yıldönümü. Sosyalizm uygulamaları, bütün 20. yüzyıl boyunca insanoğlunun toplumsal ve ekonomik gelişim süreçlerinin en ilginç deneyimlerinden biri olarak tarihe geçti. Bu deneyimlerden biri de Almanya’da yaşandı: Önce Birinci Dünya Savaşı’nın ardından patlak veren sosyalist devrim girişimi, Rusya’nın tersine yenilgiye uğradı. Ardından gelen bunalım yılları, ülkeyi faşizme götürdü. Faşizmin yol açtığı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ülke ortasından ikiye bölündü: Batı’da kapitalist ekonomiyi, Doğu’da ise planlı sosyalist ekonomiyi seçen ve sınır geçişlerinin son derece sıkı koşullara bağlandığı, birbirine taban tabana zıt, iki ayrı cumhuriyet kuruldu. Aynı ulusun insanları Batı’da ve Doğu’da, çok farklı ekonomik koşulların yanı sıra toplumsal ve kültürel yönden de bambaşka dünyalarda yaşadılar. 1949’dan 1989’a kırk yıl süren bu süreç, Doğu’nun Batı tarafından ekonomik olarak yutulmasıyla son buldu. Almanya yine tek ülke oldu. 7 DEFNE GÖLGESİ TURGAY FİŞEKÇİ Bir Ülkenin Doğusu ile Batısı ların sorgulamaları da sürmekte. Birleşmenin ilk yıllarındaki yeni tüketim ürünlerine kavuşma coşkusu, yerini temel sorunlardaki kayıpların tedirginliğine bıraktı çoktandır. ??? Daniela Dahn’ın Batı Diye Diye (Yordam Yayınları) adlı kitabı, bu konuda bugüne dek okuduğum en aydınlatıcı kitaplardan biri. Yazar, Demokratik Alman Cumhuriyeti’nin kurulduğu yıl doğmuş. Yani doğuştan “Doğulu” ve sosyalist uygulamaların kendisine sağladığı olanaklar içinde yetişmiş. Gazetecilik eğitimi almış, bir süre televizyon muhabirliği yaptıktan sonra da yazar olarak yaşamını sürdürmüş. Ülkesinde sözünü sakınmaz bir aydın olarak tanınmış. Pek çok kez çağrılı olarak gittiği Amerikan üniversitelerinde dersler vermiş. Kitabında, hiçbir yasanın, kuralın Ancak kâğıt üzerinde gerçekleşen bu birleşme, kırk yıl boyunca farklı toplumsal kimlikler içinde yaşamış insanların hayatlarında önemli kırılmalara yol açtı. Farklı yönetim biçimleri aynı ulustan iki farklı toplumsal yapı oluşturmuştu. ??? Bu olgu, çeşitli edebiyat, sinema vb. sanatsal ürünlere konu olup işlense de temel insani sorunların çoğu, birleşmenin görünüşteki coşku perdesinin ardına gizlendi. Doğulular, neredeyse o kırk yılı hiç yaşamamışlar ya da büyük güçlükler içinde yaşamışlar gibi çarpıtılmış kimliklere bürünmeye zorlandılar. Özellikle de Doğulu aydınlar, yeni toplumsal düzende yerlerini koruyabilmek için, geçmişlerine “muhalif” makyajlar yapmak zorunda kaldılar. Buna karşın elbette gerçek aydın açıklayamayacağı günlük hayatın gerçeklerine yöneliyor: Her toplumsal deneyimin kilit oyuncusu olan “insan”ın bu gelişmelerden nasıl etkilendiğine. Üstelik anlattıklarını, “kadın, solcu, antifaşist, yazar” kimlikleriyle başından geçmiş olaylara dek indirgeyerek birinci elden tanıklıklarla. İş, çalışma, emeklilik, sağlık gibi günlük hayata ilişkin koşulların değişiminden, mal ve toprak değişimleri gibi mülkiyet sorunlarına, söz ve düşünce özgürlüklerinin algılanış biçimlerindeki değişimlere, uygulamalara dek toplumsal hayatın farklı pencerelerinden çarpıcı saptamalar aktarıyor: “ADC’de birçok şey söylenemezdi. Ama o söylenemeyenleri herkes anında bilirdi. Federal Almanya’da ise her şey söylenebiliyor, ama söyleneni kimsenin bildiği yok.” İnsanoğlu geleceğini tartışırken 20. yüzyıldaki sosyalizm uygulamaları deneyimlerinden de yararlanmayı sürdürecek. Batı Diye Diye’nin yansıttığı deneyim zenginliği ile bu tartışmalar için önemli bir dayanak noktası oluşturacağını düşünüyorum. turgay@fisekci.com AKP bir sahne daha kapattı Zeynep ALTAY üyükşehir Belediyesi’nin yıkım kararı nedeniyle 20072008 tiyatro sezonunda perde açamayan Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu sadece tek bir gösteri gerçekleştirebildi. İstanbul Şehir Tiyatroları sanatçıları, İsmet Küntay’ın yazıp Engin Uludağ’ın sahneye koyduğu “Tozlu Çizmeler” oyununu yürekleri yanarak, canla başla oynadılar. Şehir Tiyatroları sanatçıları adına konuşan Münir Kutluğ’un dile getirdiği gibi Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi alkışlarla yıkıldı. Perde seyirci ve sanatçıların gözyaşlarıyla indi. 196970 tiyatro sezonunda Adalet Cimcoz’un çevirip Hüseyin Kemal Gürmen’in sahneye koyduğu Jewgenij Schwarz’ın “Canavar” oyunuyla perdesini açan Harbiye Muhsin Ertuğrul Sahnesi, bugün aramızda ol B mayan pek çok sanatçının sahneye çıktığı büyük bir tiyatro okuluydu. Açıldığı günden beri bu okulun her kademesinde görev alan Münir Kutluğ, burada yıkılmaya çalışılanın sıradan bir beton yığını olmadığını, Şehir Tiyatroları’nın kalbi olduğunu yüreği yanarak anlattı. İsmet Küntay’ın “Tozlu Çizmeler”oyunu da tiyatro salonları art arda kapatılan Cumhuriyetin 84.yılında, her şeyin satılık olduğu küreselleşme çılgınlığında özellikle içeriğiyle öne çıktı. Oyun artık Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde izlenebilecek. Bu anlamlı gecede Harbiye Şehir Tiyatroları oyuncularını yalnız bırakmayanlar arasında yazarın eşi Nadide Küntay, Haldun Dormen, Nedret Güvenç, Macide Tanır, Hayati Asılyazıcı, Hale Akınlı, Orhan Alkaya, Selma Kutlu, Meral Erbil, Nergiz Çorakçı, Osman Şengezer de vardı.
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear