Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 EVET/ HAYIR C olaylar ve görüşler 24 MART 2006 CUMA Atatürk’ün Kızları... tatürk’ün kızları var. Ata’nın Cumhuriyetle kimlik kazandırdığı Cumhuriyet kadınları. Onlar en büyük bedeli ödeyenler oldu hep. Cephede, cephe dışında, sosyal yaşamda, siyasal yaşamda... Anne, bacı, eş, sevgili, çocuk olarak hep bedel ödeyen. Onlar çalıştırılırken çalışma yaşamının en az koruduğu oldular. Tarla, bağ, bahçe her yerde onlar. Yaşı kaç olursa olsun sırtında kocaman bir yükle yüklenen kadınlarımız. PENCERE hukuk sisteminin inadına sosyal yaşam üzerinden kadının kazanımlarını tersine çevirme çabasına demokratikleşme adını verebiliyor. O birileri ki, örtünmeyi kadının özgürlüğü olarak savunuyor. Ve de bu ülkenin demokratları(!) bu söylemlere alkış tutarak, kendilerini özgürlükçü olarak tanımlayabiliyorlar. Sahip olunanlar üzerinden hakları konu edinirken, tüm demokrat ülkelerden önce Cumhuriyet kadınının sahip olduğu haklarda takılıp kaldığımızdan mı nedir, ilerleyecek yerde geriletiliyoruz. ERKEKLERİN OYUN ALANI OKTAY AKBAL Belleksiz Bir Toplum! A Prof. Dr. TÜLAY ÖZÜERMAN yor musunuz ki, şikâyetçiler asgari ücretten iş buldukları için şükretmekteler. Çoğu okuma yazma bile bilmiyor. En temel insan haklarından, eğitimden yoksunlar. Çoğu doktor yüzü görmemiş, sağlık hakkından mahrum. Anayasa haklar listesini sıralamış, ne anlamı var ki yaşamda yoksa. Çoğunun haberi bile yok!.. Karnında sıpa, sırtında sopa, yeri sofrada öküzden sonra... Şiddetin en büyük mağdurları, çilekeş kadınlarımız. Atatürk’ün özlemi bu değildi kuşkusuz. O, kadına haklarını tanırken, insan onuruna yakışır bir yaşam için ilk adımları atmıştı. Atatürk’ün mirası olan manevi evladına tabii ki sahip çıkılacak; ancaaak, Atatürk’ün yalnızca manevi mirası yok. O tüm kızlarına, biz Cumhuriyet kadınlarına bugün de geçerli kurumlar bıraktı. Hepsine sahip çıkmak kadın erkek hepimizin görevi. Bir inceleyin bakalım hâlâ aktif görevde olan, hâkim, öğretim üyesi, doktor kadınlarımız ne kadar maaş alıyor?.. Manevi mirasçının maddi kaygısı kuşkusuz olmamalı. Maddi olan gündeme geliyorsa, asıl mağdurun kimler olduğu da atlanmamalı. Kadın üzerinden politikaların yürütüldüğü ülkede bu politikaları yürütenler bir yerlere taşınırken, kadın için politika üretilmemiş olduğu gerçeğini atlıyoruz çoğu kez. Hâlâ nelerin yapıldığı değil, nelerin yapılması gerektiği üzerinden konuşuyor, yazıyoruz kadın sorununu. Hukuk önünde hakları tanımış olmakla demokrat olduklarını savunanların, demokrasi özürlü oldukları gerçeğiyle yüzleşmeleri için sosyal, ekonomik, siyasal yaşamdaki kadının konumuna bakmaları yeter. Kimse bu aynaya bakmak istemediği için, birileri Asker Neden Konuştu?.. sker neden konuştu?..Ne kendimizi aldatalım..Ne de başkasını kandırmaya çalışalım.. Genelkurmay açıklamasının yayımlandığı gün gazetelerde ANKA’nın şu haberi de yer alıyordu: ‘‘ABD’deki Güvenlik Politikası Merkezi Başkan Yardımcısı ve Pentagon danışmanı Alex Alexiev, Türkiye’de laikliğin ciddi bir biçimde tehdit edildiğini öne sürerek Mustafa Kemal tarafından kurulan Türk toplumunun laik geleneklerine karşı Erdoğan rejiminden topyekun bir ‘saldırı var’ savında bulundu. Eğitim olsun, yargı sistemi, finansal kurumlar, kültür ve özellikle Silahlı Kuvvetler olsun, hemen hemen toplumun tüm alanlarında Türk laikliği halen ciddi biçimde tehdit ediliyor.’’ Ordunun kendi yapısındaki geleneği ve göreneği içinde Genelkurmay Başkanlığı’na atanma sırası Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ta idi. Herkesin bildiği gibi AKP iktidarı Büyükanıt’ı istemiyordu... Neden?.. Nedeni belli... Takıyyeci AKP iktidarı bu 30 Ağustos’ta askere şu mesajı vermek istiyordu: Bak!.. Ordunun içindeki terfilerde ipler benim elimdedir; bana yanaşırsan yükselirsin!.. Bir savcıyı bu işe alet ettiler... Genelkurmay açıklamasında, savcıya ilişkin satırlar elle tutulur somut gerçekleri dile getiriyor... ? Ülkede kavga var... Büyük bir kavga... Uluslararası boyutta... 83 AKP’li milletvekili, dokunulmazlık zırhı arkasındadır... Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Kemal Unakıtan, Abdülkadir Aksu, Dengir Fırat ve niceleri dokunulmazlıkları kalktığı gün yargıya gidecekler... Ancak iktidar partisi AKP ‘‘kendine dokundurtmuyor...’’ AKP’li zanlılara kimse dokunamıyor, ilişemiyor... Ama Van Üniversitesi Rektörü içeri atılıyor... Kara Kuvvetleri Komutanı’nın üstüne yürünüyor... Ülkede kavga var. ? Kavga neden?.. Çünkü: ‘‘Mustafa Kemal tarafından kurulan Türk toplumunun laik geleneklerine karşı Erdoğan rejiminden topyekun bir saldırı var.’’ Şimdi yazının başlığındaki soruyu yazının sonunda yinelemek gerekir: Asker neden konuştu?.. Asker, AKP iktidarınca sürdürülen saldırının bir yerinde kendisini savunmak için konuşmak zorunda kaldı... Evet, kimse kendi kendini aldatmasın.. Ve kendi kendimizi kandırmanın da âlemi yok... Zanlılar Meclis’te zırhlı.. Ama Meclis’te zırhlı olan zanlılar laik Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkıp İslamcı bir devlete dönüştürmek için vargüçleriyle uğraşıyorlar... Kavganın nedeni bu!.. A Y aşadıklarımızı kolayca unutuyoruz! Bakıyorum, koskoca insanlar bile yakın geçmişin olaylarını, kişilerini, politikacılarını anımsamakta güçlük çekiyorlar... Yarışmalarda sık sık görülen bir durum bu. Hekimdi, öğretmendi, işadamıydı, öğenciydi, mimardı, mühendisti... Çıkmış bilgi yarışmasına, sorulanları yanıtlamakta güçlük çekiyor! Yakın tarih, edebiyat, sanat, kültürle ilgili sorularda tam bir bozgun! İnsan şaşırıyor, bu insanlar nasıl lise bitirmiş, çoğu yükseköğrenimli de üstelik!.. Anlaşılan şu, ilkokulda öğretilen en açık bilgiler bile unutulmuş mu? Kişiler dalıp gitmişler yaşam savaşına, geçim derdine diyeceksiniz. Ama bir gündelik gazete bile okumazlar mı? Ayda yılda bir kitap almazlar mı? Hiç değilse TV’nin bilgi veren programlarını da izlemezler mi? ??? Hep yazmışımdır! Nurullah Ataç bir Fransızla karşılaşmış. Ordan burdan konuşurken, sıra edebiyata gelmiş. Nurullah Bey bir de bakmış, Fransız, ülkesinin edebiyatını, ünlü yazarlarını, çağdaş şairlerini bilebilmekte, dizeler mırıldanabilmekte... Sormuş, ‘‘Siz edebiyatçı mısınız?’’, ‘‘Hayır’’ demiş Fransız, ‘‘ben mühendisim. Ama lise bitirme sınavı verdim. Bütün bunları lisede öğrendim, okudum.’’ Kimileri de gösteriş olsun diye, gençlik yıllarında ezberledikleri birkaç dizeyi, bu bir iki beylik şiiri okur... O kadar, ama arkası gelmez! Aradan kırk elli yıl geçmiş, belleğinde hep o birkaç şiir parçası! ‘‘Kültür’’ diye bir konu açtınızsa birkaç cümlede biter aydın diye sandıklarımızın dağarcığı... Bilgi yok, bellek yok!.. Son otuz kırk yılda toplum olarak neler yapmışız, neler görmüşüz, duymuşuz, okumuşuz... Nice sınavlardan geçmişiz. Nice acılar yaşanmış. Nice tatsız olay!.. Öyleleri var ki belleğinizden istediğiniz kadar silmeye çalışın, boştur! Kapkara birer hayalet gibi durur, sık sık bilinçaltı sularının üstüne tırmanırlar... Geçenlerde Muğla Üniversitesi’nde ilginç bir toplantı yapıldı, TV’lerde izledik. 12 Eylül darbesinin baş kahramanı Kenan Evren’e sorular yöneltildi, o da tam bir dinginlik içinde hepsini yanıtladı. Yürekliliğine şaştım! İşkence diyorlar, evet oldu, diyor, her yerde yapılıyor, işte Irak, işte Amerika, diyor... Bir daha yapmak gerekirse yaparım, diyor... ??? Elim titremeden onca insanın idamını imzaladım, diyor. Atatürk’ün vasiyetine bir şey yapmadım, işte Dil ve Tarih Kurumları duruyor, diyor. Bir de bu kurumlarda görev yapanları suçlamaktan da kaçınmıyor! Büyük bir öğrenci kalabalığı var, önde de öğretim üyeleri... Ama sorular oldukça yavan, tam bir bilgisizlik, umarsızlık örnekleri... Haydi, genç çocuklar iyi bilmiyorlar, o günleri yaşamamışlar. Ama babalarından, ağabeylerinden bir şeyler duymamışlar mı, hiç gazete kitap da okumamışlar mı? Bilgi yok, bellek, o da yok! Zaten bilgi olmazsa bellek ne yapsın? Belleksiz bir toplumu anlatmak istemiştim, ama bilgisiz bir toplum demek çok daha doğru... Sevgili Uğur Mumcu ne demişti: ‘‘Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.’’ Okumuyoruz, bilmiyoruz, ama bilir gibi yapıyoruz! Bütün yanlışlıklar bu yüzden! ATATÜRK’ÜN KEMİKLERİNİ SIZLATIRCASINA Bazılarımızın isyanı var, tüm hemcinslerimiz adına... Kadının insan hakları diye tutturmuşuz, çaba üstüne çaba. Giderek insan haklarından uzaklaşırken dünya, daha bir duyulmaz oluyor sesimiz, daha gür çıkacağına. Ve gün geldi Ata’nın manevi kızı, Atatürk ilkelerine tam tersinden bakanlara, Atatürk’ün yaşayan en köklü kurumunu şikâyet etti, daha fazla maddi destek uğruna ve Atatürk’ün kemiklerini sızlatırcasına. Bağda, bahçede çalışan boğaz tokluğuna, sabah erken saatte düşen fabrika, mağaza yollarına, yıllarca kitap üzerine kitap deviren en okumuşuna kadar hiçbir Cumhuriyet kadınının almadığı ücreti alırken şikâyet etmesi bir yana, geldi oturdu yüreğimize bir yumruk gibi, kadının kimliğini Cumhuriyet öncesine taşımak isteyen zihniyetin temsilcilerine şikâyet edilmenin acısı... Çalışan kadının büyük kesimi üretiminin karşılığını alamıyor biliyor musunuz? Ve biliyor musunuz çoğunun iş güvencesi yok. Sanı B u satırlar, Atatürk’ün tüm kızları adına, Cumhuriyet’le kazandığı kimliğine sımsıkı sarılan tüm kadınları anlatıyor. Yani erkeklerin oyun alanı ‘‘demokrasi’’nin içinde simge olmaktan kurtulamayan ülke nüfusunun yarısını. Hani şu, her alanda görmezlikten gelinmeye çalışılan ama giderek yoksullaştırılan ülkenin tüm kamburlarını üzerinde taşıdığı halde taşı sıkıp suyunu çıkaran... Şikâyet etmek yerine çalışan, üreten... Atatürk de böyle kızları olsun istemez miydi?.. Neden bir türlü demokratikleşemiyoruz? Neden hâlâ AB’nin bizi demokratikleştireceği gibi (kibarca) saflıklar içerisinde yüzüyoruz dersiniz? Nüfusun yarısının haklarının yok sayıldığı bir zihniyete teslim olmuşken, vitrindeki kadınlar üzerinden teselli bulmayı hâlâ bırakmıyorsak, cesurca dillendirmekten kaçınıyor ve acıtırcasına yüzleşemiyorsak tüm gerçekliklerimizle, demokrasiye teğet bile geçemeyiz. Haberiniz ola!.. ‘Allah’ın Kahhar ismiyle kahrolacaklardır’ yılının Mayıs ayı. Şim1957 diki Devlet Konukevi’nin karşısındaki eski Büyük Millet Meclisi’nde tartışmalı görüşmeler yapılıyor. Konu, siyasilerle ilgili yoğunluk kazanan rüşvet ve yolsuzluk savlarını engellemek için milletvekillerinin ‘‘malvarlığı bildiriminde bulunmaları’’. İmza sahipleri, Hürriyet Partisi (Hür. P.) adına Manisa Milletvekili Muammer Alakant ve arkadaşları. Teklif gerekçesinin özeti: ‘‘Son zamanlarda bazı milletvekilleri ile ilgili rüşvet ve suiistimal iddiaları artmıştır. 1954 seçimi öncesi sanayici, tüccar ya da zengin olmayan bazıları bugün servet sahibidirler. Gayemiz, siyaset müessesesini korumak ve temiz tutmaktır.’’ Yasa teklifi önce Meclis Komisyonu’nda reddedilir, sonra da BMM Genel Kurulu’na iner. ‘MALVARLIKLARININ KAYNAĞI NE?’ Kürsüde Sırrı Atalay (CHP) konuşuyor: ‘‘ Evet, dokunulmazlıklarımız var. Ama bu dokunulmazlık, milletvekillerinin malvarlıklarını bildirmelerine engel değil. Söylentiler yaygın. Malvarlıklarının kaynağı nedir? Bize göre, sadece biz değil, 1920’den bu yana Meclis’te görev yapmış bütün üyelerin bildirimde bulunmaları gerekir.’’ TEOMAN KARAHUN Urfa Milletvekili Feridun Ergin (Hür. P.) söz alıyor: ‘‘Seçim öncesi cebindeki son ikibuçuk lirayı seçmenlerine gösteren, ama milletvekili olduktan sonra büyük servet sahibi olanlar var. Bunları halk biliyor. ... Bir yabancı dergide, milletvekillerimizden bir şahsa ait bir fotoğraf yer aldı. Fotoğrafın altında, ‘Türkiye’de, adı suiistimallere karışan politikacı’ diye yazıyor. Bu yabancı dergi, aynı gün toplattırılıyor. Bu sebeple de mal bildirimi önemlidir.’’ ‘FRANSIZ ASİLZADELERİ BİLE...’ Teklif sahibi Muammer Alakant’ı dinliyoruz: ‘‘Siyasilerin adları temiz tutulmalı. Fransa’da da, yolsuzluk iddialarının yaygınlaşması üzerine, halkın isteğine uyan Fransız asilzadeleri bile, dokunulmazlıklarını bir tarafa bırakarak malvarlıklarını açıklamışlardı. Bu yüzden Fransızlar 4 Ağustos’u ‘bayram günü’ kabul etmişlerdir.’’ Tartışma büyüdü. Bazı Demokrat Partililer (DP), Meclis’in küçük düşürülmeye çalışıldığını söylediler. Sıra, DP Genel Başkanı ve Başbakan Adnan Menderes’e gelmiş Gazeteci tir: ‘‘ Nerede suiistimal varsa açıkça söylenmelidir. Meclis’i küçük düşürüyorlar. Teklif, fitne ve dedikodu ürünüdür. Meclis kurulduğundan beri bu kadar hakarete maruz kalmamıştır. Bu fitneyi memlekete sokanlar, Allah’ın kahhar ismiyle kahrolacaklardır. Dedikoduyu sokan onlardır. Bu teklifle Meclis sürekli zabıta baskını altında tutulacaktır. Bu teklif bizi siyasi intihara, fiili intihara sevk etmek gayesiyle verilmiştir.’’ Ve sonuç: 22 ve 23 Mayıs’ta yapılan iki birleşim sonrası, milletvekillerinin mal bildiriminde bulunmalarına ilişkin yasa teklifi, 31’e karşı 250 DP’linin oyuyla Meclis’te reddedildi. Oysa, görüşmeler sırasında, teklife olumlu bakan bazı DP’lilerce konuşmalar da yapılmıştı. DP Milletvekili Fahri Belen ve Muammer Obuz ile İstanbul Bağımsız Milletvekili Hamdullah Suphi Tanrıöver, teklifin lehinde oy kullandılar. İki DP’li de çekimser kaldı. 9. Dönem Meclisi’nde DP’nin 503, CHP’nin 31 milletvekili vardı. DP’den atılan ve ayrılan 34 milletvekili de Hürriyet Partisi’ni kurmuşlardı. O günkü oylamada, DP’den çok sayıda üye hazır bulunmadı. Yaklaşık yarım asır sonra bugün: Bu görüşmelerin yapıldığı 1957 Mayısı’ndan bu yana yaklaşık 50 yıl geçti. 50 yıl önce, Menderes ve DP, milletvekillerinin mal bildiriminde bulunmalarını dahi istememişti. Şimdiyse, R. T. Erdoğan, dokunulmazlıkların kürsüyle sınırlı kalmasına, malvarlıklarının açıklanmasına karşı çıkıyor. CHP’nin mal bildiriminin kamuya açıklanmasına ilişkin yasa teklifinin Meclis’te görüşülmesi AKP’lilerce önleniyor. AKP yargıya güvenmiyor. Bazıları, omuzlardaki suç savları dosyalarından korkuyorlar. O günlerden bugünlere yarım asır geçmiş ama ülkemizde siyasette gelişme olmamış. ‘‘Saydamlık’’ ve ‘‘Kaçmayın, varlıklarınızı açıklayın!’’ çağrıları boşlukta kalıyor. Tüm muhalefet liderleri bu konuda gerekli açıklamalarda bulundular. Bazı AKP’liler de öyle... Ve sonunda, büyük baskı karşısında R.T. Erdoğan da, halk önünde değil de internet sitesinde bildirimde bulunmak zorunda kaldı. İnanmayan oldu. Kuşkusuz tartışma sürecek: ‘‘Siyasiler mal bildirimlerini açıklasınlar mı, açıklamasınlar mı?’’ Özetini sunmaya çalıştığımız BMM’deki 1957 yılı görüşmelerini, parlamento muhabiri olduğu CHP’nin yayın organı ULUS gazetesinde, T. Karahun yazmıştı. Şimdi o da iki dönem arasındaki benzerlik ve son gelişmeleri şaşkınlık içinde izliyor. Tersanelerde Hüzün... G emilerle, deniz deniz, liman liman dünyayı gezdiğimiz yıllarda periyodik bakımlar, surveyler, onarımlar ya da türlü teknik nedenlerle dönüp dolaşıp gelmek zorunda olduğumuz bir yerdi ‘‘Haliç Tersanesi’’ ve de hemen yanındaki ‘‘Camialtı’’. Bilindiği gibi Osmanlı’nın geçmişi 1770’lere uzanan ünlü Mühendishanei Bahri Hümayun adı ile tarihi bir çağrışımın da kaynağıdır bu kurumlar. Yaşam çizgileri aslında Azapkapı’dan Haliç’in içerlerine kadar genişlemiş bir tersaneler bölgesinin tarihidir. O bölge, kuruluşu 11 Aralık 1455 olan ünlü Tersanei Amire’nin beşiğidir. Bir zamanlar dünyanın en büyük deniz güçlerinden olan Osmanlı donanmasının doğum yeridir bu alan. Haliç Tersanesi’nin o unutulmaz ve unutturulamazlığı ile hâlâ hizmette olduğu nokta bugünkü İTÜ’nün de ilk kuruluş yeridir. Türlü nedenlerle nice çirkinleştirmelerden, kendisini asıl kimliğinden alıp başkalaştıran, yabancılaştıran projelere karşın, OKTAY SÖNMEZ hâlâ İstanbul denilen eşsiz bir güzelliğin de önemli bir parçasıdır. Geçenlerde oraları dolaştım. Günümüzdeki durumlarını anlatacak ve gerçekten yerinde olabilecek sözcükleri kullanmaya pek dilim varmıyor ama kendimi antik kentlerin o suskun yalnızlığında, bir hüzünler dünyasında gezinen garip bir gemici gibi hissettim. Ülkemizde yıllardır estirilen özelleştirme rüzgârı bütün acımasızlığı ve yok ediciliği ile sürüp gidiyor. Cumhuriyetimizin ilk on yılında kurulmuş nice kurumlar bu fırtınada tarihin o uçsuz bucaksız denizine gömülüp gittiler. O anıtsal kurumlardan, gerçek ulusal yapılardan sonra şimdi sıranın limanların, rıhtımların, nerdeyse dağların, bayırların, arsaların ‘‘babalar gibi’’ satılmasına geldiği günleri yaşıyoruz. Yüzyıllar içinde kurulup gelişmiş, bu ülkenin deniz kültü Denizci Yazar rüne, ekonomisine, insanının yaşamına yerleşmiş deniz sektöründeki kurumları ezip geçen, yabancılaştıran rüzgârın şimdi de bu tersanelerde estirildiğini izliyoruz. Bu fırtınada tek tesellimiz Pendik Tersanesi’nin Deniz Kuvvetleri’ne geçişi ile halk dilinde yer etmiş ‘‘bahriyeli disiplin’’ ve asker ciddiyeti ile denizciliğimize hizmet ediyor olması. Marmaris Uluslararası Denizcilik Festivali programı etkinlikleri içeriğinde düzenlenen ve şahsen de yer aldığım bir panelde ‘‘Sahil Güvenlik’’ gibi adı üstünde bir görevi denizlerimizde başarı ile sürdüren, tümüyle özel bir sistemin bile uçakları, helikopterleri ve süratli özel tekneleri ile birlikte belediyeler yönetimine verilmesi konusunda komisyon çalışmaları yapıldığını yetkili kişilerden ilk kez duymuş, inanamamıştık. Tersaneler bölgesi bu fırtınayı atlatmalı. Orada yine baş larında sarı baretli işçiler karıncalar gibi yeni yapılan gemilerin üzerinde, doklarda, havuzlarda çalışmalılar. Bugünkü adeta mezarlık sessizliğinin yerini kocaman çelik parçaları elleçleyen vinçlerin, jeneratörlerin vınlamaları, çekiç ve metal seslerinden oluşan yıllar öncesinin görkemli tablosu almalı, her tarafta kaynak makinelerinin o soğuk mavi alevi ve kıvılcımları parıldamalıdır. Bu tabloyu bozmaya kimselerin gücü yetmemelidir, yetememelidir. İstanbul’u İstanbul yapan yüzyıllardır insanımızın günlük yaşamına, kültürüne yerleşmiş o beyaz deniz kuşları, teknolojinin tüm ileri özellikleri ile donatılmış hızlı, modern şehir hatları gemileri nice yıllardır olduğu gibi yine bu tersanelerde bu ülkenin daha nice kuşaklarından yetişecek işçi, mühendis ve yöneticilerin emeği ile inşa edilecek, onarımları yapılacakken, bu gerçek böylesine ortada iken biz daha ne arıyoruz. Ne ile uğraşıyoruz. Abesle mi?.. CUMHURİYET 02 CMYK