Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
16 Kadının dramı sahnede ANKARA (Cumhuriyet Bürosu) Türk tiyatrosunun önemli kadın yönetmenleri arasında yer alan ve Ankara Devlet Tiyatrosu'nda yaptığı birbirinden farklı yapımlarla adından sıkça söz ettiren Ayşe Emel Mesci'nin yeni oyunu ‘‘Kurban'' İrfan Şahinbaş Atölye Sahnesi'nde tiyatroseverlerle buluşuyor. Zehra, üzerine kuma gelen bir Anadolu kadını, Gülsüm ise kuma olarak başka bir eve satılan 15 yaşında bir çocuk. ‘‘Acaba hangisi kurban'' sorusu oyundaki çelişkileri de gözler önüne seriyor. Eserin ana temasını ‘‘Kadının altın çağını arayışı'' olarak dillendiren Mesci, Kurban'ın Türk tiyatrosundaki alışılmış kalıpların çok dışında olduğunu belirtiyor. ‘TİYATRO GERÇEKLERİN MASALSI ANLATIMIDIR’ Güngör Dilmen'in yazdığı ve ilk kez 1967 yılında ‘‘Gülriz SururiEngin Cezzar Tiyatro Topluluğu'' tarafından sahnelenen eserin yönetmenliğini yapmak dışında o dönemde baş kadın karakterlerinden biri olan Gülsüm'ü de canlandıran Mesci, ‘‘Tiyatro, gerçekleri masalsı bir dille anlatmaktan gelir'' diyor. Kurban'ı 1990 yılında Fransa'da da sahneleyen yönetmen, oyunun, yurtdışında sahneye konulduğu dönemde büyük etki yarattığını, hatta Fransız Kültür Bakanlığı'nın 400 proje arasından destek vermeye değer bulduğu birinci proje olarak seçildiğini vurguladı. ‘‘Dönemin cesinde geçmiş olmasına karşın günümüz Türkiyesi'ndeki ‘‘töre'' anlayışıyla birebir bağlantısı olduğuna vurgu yapan yönetmen, konunun çok evrensel olduğunu dile getirdi. Eserin Batı ile bağı bulunmadığına, kendi coğrafyasında, geleneğinde ve kültüründeki oluşumlar ile yeniden harmanlandığına dikkat çeken Mesci, ‘‘Antigone'de de, Kurban'da da sahneyi ve oyuncuları alabildiğine geniş bir perspektifte kullanıyorsunuz. Bu yolu tercih etme nedeniniz nedir'' sorusunu şöyle yanıtlıyor: ‘‘Bu eser yönetmene olduğu kadar oyunculara da sonsuz hareket ve düşünce sağlıyor. Böylece oyuncular da kendilerini yeniden yaratma imkânı buluyor. Çünkü her insan tek olduğu gibi her oyuncu da tektir. Amacım sahnenin, resmin, heykelin yani pek çok sanat dalının bir arada bulunduğu çok katmanlı bir eser ortaya koyabilmek. Bunun için de bana verilen ortamı ve seçtiğim oyuncuların tüm yönleriyle esere yansımasını istiyorum. Kurban'da da gördüm ki oyuncular bugüne kadar yaptıkları tiyatro çalışmalarının çok dışında kendi bedenlerini yeniden keşfetme olanağı buldular.'' Fransız Kültür Bakanı, hükümetlerine yazdığı bir mektupta oyunun Fransız kültür yaşamına büyük katkı sağladığına ve sahnelenmesine devam edilmesinin gerekliliğine dikkat çektiğini söylemiştir'' diyen Mesci, iç içe geçmiş teması ile Kurban'ı şöyle anlattı: ‘‘Bu oyun Antigone gibi öncelikle kadını ele alıyor. Yani Antigone ile üst üste gelmesi tesadüf değil, bilinçli bir seçim. Oyunda kökleri mitolojiye dayanan ‘Medea’ efsanesi yani evli bir kadın üzerine getirilen kuma sorunu işleniyor. Sonuçta ‘Medea’da Anadolu'dan bir parça. Bakacak olursak Kurban'daki Zehra da bir tragedya kahramanı. Zehra'nın üstüne kuma olarak gelen Gülsüm de 15 yaşında ve abisi tarafından para karşılığı satılmış diğer bir kurban. Eserde pek çok soru ve sorun iç içe. Kurban bir Anadolu tragedyası. İzlendiğinde de görülecektir, dokuz bin yıllık bir Anadolu medeniyeti olan ve insanlık tarihinin ortaya çıkarılan ilk yerleşim merkezi olarak bilinen Çatalhöyük yapımda öne çıkarılıyor. Kurban Batı ile Doğu'nun harmanlandığı bir oyundur.'' Eserin yüzyıllar ön‘KURBAN BİR BAŞYAPIT’ Türk tiyatro yazınında Dilmen'in Kurban'ı kadar edebi bir eser daha yok. Tam bir başyapıt'' diyen sanatçı, bundan sonra hep Türk yazarlarının eserlerini sahneye taşıyacağını, çünkü Türkiye'de Avrupalı pek çok yazardan daha iyi yazın insanlarının olduğunu vurguladı. Kurban'daki amacının ‘‘Türk coğrafyasının kültürel köklerini sahneye taşımak'' olduğu vurgusunu yapan Mesci, oyundaki dansların kültürün bir parçası olan halk danslarının tüm figürlerinin tek tek incelenerek oyuna göre yorumlanmasından ortaya çıktığını söyledi. Vurmalı çalgılar ustası Okay Temiz'in müziklerini yaptığı eserde, doğada yer alan her şeyi çoksesli hale getirdiklerini ve Türkiye'de bu tür bir çalışmaya henüz rastlanmadığını da belirten yönetmen, Anadolu'daki anonim müziklerin yeniden ele alındığına; taş, dibek, merdane hatta çalılardan çıkardıkları sesler ile tiyatro müziğine yeni bir anlayış kazandırdıklarına da dikkat çekti. C kültür LONDRA’DAN MUSTAFA K. ERDEMOL KASIM CUMA Kendi hayallerinin de Karaoğlanı’ydı dukları tek liderdi belki de Ecevit. Demirel’in bile “vardır” dediği Kürt sorununu, sadece bölgesel geri kalmışlıkla açıklamış oluşundaki son derece naif “hayalciliği”ni devam ettirmesi de herhalde en büyük çelişkisiydi. Devrimciliği söz konusu bile olmayan Ecevit’in reformculuğu da büyük hayranı olduğu Mithat Paşa’nın reformculuğunu aşmış değildi bence. Büyük çelişkilerin de adamıydı Ecevit. Şiir yazacak kadar sevgi dolu olmak, ama muarızlarını asla bağışlamamak, zihnimde çoğu zaman “Ecevit, ilkeli mi, yoksa inatçı mı?” sorusunu uyandırmıştır. İlkeli olmak, duygusal bir tepki olan inatçılıktan daha zahmetli bir yoldur. Ecevit sanki kolay olanı, yani inatçı olmayı sürdürmüştür gibi düşünürüm. 12 Eylül’e direnecek kadar cesur bir adamın, “inatçı” olmayı seçecek kadar “kolay”dan yana olması şaşırtıcıdır elbette. Ecevit’in ölümüyle Türk siyasi hayatından ebediyen çıkıp giden nezakettir, sanattır, güzel konuşmadır. Kaç politikacı vardır ki anadiline yeni sözcükler kazandırmasıyla tanınsın? Kaç politikacı doğada varolan bir rengi, sanki ilk kez kendisi üretmiştir gibi algılansın? Politikada işine yaramayan hayalciliği, şiirde, sanatta onu “bilge” durumuna getirdiyse nedeni bunlardır. ABD’ye gerektiğinde karşı durabilmesi, (Kıbrıs sorunu, haşhaş ekimi gibi konular örnektir buna), Irak krizinde doğru tutum alabilmesi (ABD’nin hedefi iken Saddam’ı bir gazeteci olarak ziyaret edişi unutulamaz), Türk politikacılarında sık görülen tavırlar değildir. Hayalci kişiliğinde eğer aranırsa bulunabilecek olan “romantik devrimci” tarafı herhalde bu olmalıdır. Ağzında zeytin dalı tutan geleneksel güvercin figürünü, “büyük dönüşümler” gerçekleştireceğine inandığı partisinin sembolü yapmak ancak onun akıl edebileceği bir “şıklık”tı. Hayallerinin takipçilerini olduğu kadar, zayıf kanatlarına “umut” yüklediği güvercinleri de yetim bırakmıştır gidişiyle. Sevenlerinin başı sağ olsun. H Şehrin ve yoksulların şairi Orhan Veli MURAT AYDIN Orhan Veli, Veli Kanık’ın oğludur. Sokak kedilerinin, İstanbul şehrinin, Ankara taşrasının şairidir. 1914 yılında doğan, dağdağalı bir tarih diliminin içinde büyüyen, faşistlerin yenilgiyi tattıkları ve insanlığın bir kurtuluş umuduna doğru hevesle yüzünü döndüğü 1950 yılında ölen odur. İstanbul’da Rumelihisarı’nda bir taşın üstüne oturup denize karşı şiirler söylemiştir. Derdi hep insanlar, insanların oturduğu şehirlerdir. Onun şiirlerinde yoksul insanların, onları sarıp sarmalayan şehrin hikayeleri vardır. Yazdıklarında insan hayatlarının izleri değil, insanın kendisi bulunur. Neşesi de hüznü de, ceketi eskimiş, pantolonu buruşuk adamların, sobası yanan, sedirlerine temiz örtüler serilmiş küçük bir ev, ilerde bir gün küçük bir araba hayali kuran kadınların neşesi ve hüznüdür. Orhan Veli’nin şiirinde kimi zaman küçük acıların resmedildiği sanısına kapılanlar yanılırlar. “Süleyman Efendi’nin nasırı” insanın çektiklerinin soyutlanmış şiiridir. “Kitabei sengi mezar” insanın halidir. İSYANIN ŞAİRİ Ama bütün bunlara aldanıp, onu yorgunluğun, sinmişliğin teslimiyetin şairi diye damgalamaya kalkışmayın sakın. Orhan Veli isyanın şairidir. İsyanın, kurtuluşun, hürriyetin nasıl bir şey olduğunu anlatabilmek için en güzel kelimeleri seçer, en güzel bir biçimde kurgular, yan yana getirir onları. “Gün doğmadan / Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola / Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında / içinde iş görmenin saadeti / gideceksin” der. Onun isyancılığı pek çoklarında olduğu gibi yalnızca şiirlerinde bir laf ü güzaf’tan ibaret değildir. Askerliğinden sonra girdiği Tercüme Bürosu’unda Hasan Ali Yücel’den sonra bakanlığa Reşat Şemsettin Sirer’in atanması üzerine bakanlıkta esen antidemokratik havadan rahatsız olduğunu söyleyerek çekip gitmiş ve arkalı önlü bir yapraktan ibaret Yaprak dergisini yayınlamaya koyulmuştur. O Türkiye şairlerinin en önemlilerindendir. Türkiye’nin yine en büyük şairlerinden Oktay Rifat’ın Melih Cevdet’in arkadaşıdır. Türkiye’de toplumcu gerçekçi akımın öncüleri ve sürdürücüleri olan üçlü, hapisteki şairi “Nazım ağabey’i” sessizliğe hapsetmiş düzenin kabuklarını kırmak için büyük çaba gösterdiler. Sonunda kırdılar da. Edebiyat dünyası silkinip kendine geldi. Her ne kadar şimdilerde yeniden kendini yitirmenin, sisin pusun içinde kaybolup gitmenin eşiğine gelmişse de o günlerin izleri öylesine sağlamdır ki, umudumuzu hala korumayı başarıyoruz. İşte Orhan Veli o günlerin dirençli üçlüsünün insana dokunup geçen, geçerken yüzünüze derin bir şekilde, ama sezdirmeden bakanıdır. Üçlünün en erken öleni Orhan Veli oldu. Onun yazacakları çoktu ve pek erken bir yaşta ve pek talihsiz bir şekilde aramızdan ayrıldı. Onunla birlikte pek çok şiiri de yitirmiş sayılmalıyız. Varsayın ki, yazdığı defterler tavan arasında unutulmuştur. Şairaneliği terk eden ve gerçeklere, insanlara dönen, onların küçük hikayelerinden büyük hikayelerine giden yolu bize gösteren şair odur. KAPALIÇARŞI, KAPALI BİR KUTU Orhan Veli’nin en büyük özelliği şiirlerinin kahramanlarının halktan insanlar olmaları ve kendi dilleriyle, kendi halleriyle şiire girmeleri olmuştur. Şair büyük bir edayla onlar adına konuşmamaktadır. Doğrudan onları konuşturmayı yeğlemiş, kendisi de onlardan biri olmayı başarmıştır. Orhan Veli’nin kimi zaman küçümsenmesinin nedeni de budur. Küçümseyenler karmaşık bir şiir dilini kurarken bile ondan esinlendiklerini kendilerine itiraf edememişlerdir. “Garip şiiri”ni daha sonraki dönemin şiirlerinin öncüsü saymak yerine, sonrakini ondan bir kopuş olarak görenler yalnızca “Kapalıçarşı” şiirini okusalar bile, Kapalıçarşı’nın nasıl kapalı bir kutu olduğunu insanın kapalı kutu dünyasına girebilmek, sığabilmek için neyin gerektiğini anladıklarında yanıldıklarını da anlayacaklardır. içbir politikacıya nasip olmayan “büyük sokak muhalefeti” desteğini değerlendirememiş talihsiz bir liderdir benim gözümde Bülent Ecevit. Sokak muhalefetinden elbette yıkıcılığı, altüst edişi anlıyor değilim. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir politikacının, ortaya atıldığı dönemde çok tehlikeli olabilecek “düzen değişikliği” kavramını slogan haline getirdiğinde, bu “değişiklikten” kendine göre anlamlar çıkaran kitlelerin sokaklara dökülmesine yol açan “toplumsal heyecan”ı kastediyorum. Ecevit’in 70’li yıllarda “Bu Düzen Değişmeli” sloganıyla başlattığı sol popülist hareket, toplumda yaygın yolsuzluğun, sınıf ayrımlarının ortadan kalkacağından umutlanan büyük bir kesimin duygularına uygun düşmüştü. Ancak Ecevit, hep denilegeldiği gibi “adını dağa taşa yazmış” bu büyük muhalefete iyi önderlik edemedi. “Toprak işleyenin, su kullananın” gibi eşitlikçi, fakat henüz feodal kalıntıların varlığını sürdürdüğü bir ülkede pek de gerçekçi olmayan sloganların dile getirilmesi, toprak işçisi ırgatı etkileyebildi belki ama toprak sahibi için Ecevit’i mutlaka engellenmesi gereken bir “komünist” durumuna getirdi. Yapısal bir değişiklikle gerçekleşebilecek “hakça bir düzen” beklentisi, reformlarla bile yaşama geçirilemeden sönüp gitti. Ecevit sonradan vazgeçtiği böylesi sol popülist hayallerin adamıydı. ??? Çok az insanda bulunduğuna inanılan dürüstlüğü, onun, hayata geçiremediği planlarından ötürü “hayalci” görülmesini engelleyen en önemli özelliğiydi. Çalmayışı, azla yetinmesi gibi önemli hasletlerine hayranlığımızdan ötürü, onun ne kadar hayalci olduğunu düşünemedik gerçekten de. Ecevit, son yıllarında Fethullah Gülen’e yakınlığıyla, Vahdettin’i hain saymayışıyla, Türkiye’deki liberalleri çok sevindiren, “katı devletçi” yaklaşımından vazgeçişiyle kendi hayallerinden sıyrılabildi ama takipçileri ondan son ana kadar “hakça bir düzen” beklemeye devam ettiler. Takipçilerinin kendisinden daha hayalci ol KAPALIÇARŞI Giyilmemiş çamaşırlar nasıl kokar bilirsin, Sandık odalarında; Senin de dükkânın öyle kokar işte. Ablamı tanımazsın, Hürriyette gelin olacaktı, yaşasaydı; Bu teller onun telleri, Bu duvak onun duvağı işte. Ya bu camekândaki kadınlar? Bu mavi mavi, Bu yeşil yeşil fistanlı... Geceleri de ayakta mı dururlar böyle? Ya bu pembezar gömlek? Onun da bir hikâyesi yok mu? Kapalıçarşı deyip geçme; Kapalıçarşı, Kapalı kutu. Doğan Hızlan’ın yaşı kutlandı Kültür Servisi Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS), edebiyat dünyasının önde gelen isimlerinden Doğan Hızlan'ın 70. doğum gününü ve yarım asırlık yazarlığını, Hızlan onuruna düzenlediği geceyle kutladı. TYS tarafından Hızlan'ın 70. doğum günü onuruna Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde düzenlenen etkinlikte sanat ve edebiyat dostlarının katılımıyla önceki gece bir etkinlik gerçekleştirildi. 25. Uluslararası TÜYAP Kitap Fuarı'nda da "Onur Yazarı" ödülü alan Hızlan adına düzenlenen davete konuşmacı olarak; şair Sennur Sezer, Kemal Özer ve yazar Adnan Özyalçıner katıldı. Davete, Hızlan'ın, Mozart'tan sevdiği bestelerinin seslendirilmesi ile başlandı. Konuşmasında uzun yıllardır devam eden dostluklarına değinen Özer, "1950 yılı ortalarında bir araya geldik. Biz ortak bir gövdenin dalları gibiydik. Ayrı kök ve ayrı iklimlerden geliyor olabilirdik, ama bizi bir araya getiren, kuvvetli gövde yazma tutkusuydu. Hepimiz ayrı yaşamöyküleri oluşturduk. Doğan, aramızda sanatın bütün dalları ile en çok iç içe olandı. Ama bugüne kadar ne şiir yazdı ne de öykü. O hep yazılanlarla ilgilenip değerlendirmeyi sevmiştir" dedi. Hızlan'ın hem yaşının hem de yarım asırlık yazarlığının bir arada kutlanılmasından büyük keyif aldığını belirten yazar Özyalçıner de 1950'li yıllardan bu yana edebiyat ve yayın dünyasının geçirmiş olduğu evrelere değinerek "Yaşam sanatı, sanat da yaşamı var etmiştir Doğan'da. Tüm sanatçılar gibi Hızlan da bu dönüşüme ulaşabilmenin uğraşı içinde yoluna devam ediyor. Fakat o bu uğraşı, büyük bir farkla 1954'te fark edip günümüze kadar devam ettirmeye çalışmaktadır" diye konuştu. Özyalçıner, daha sonra Hızlan ile ilgili anılarını anlattı. Etkinlik, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Sanat AŞ Genel Müdürü Nevzat Bayhan'ın, edebiyata katkıları nedeniyle Hızlan'a plaket vermesiyle sona erdi. B ilincine çoğu kez geç varılan gerçeklerden biri: Belki de artık tam olarak hatırlayamadığımız kadar uzun bir zamandan bu yana yaşamımızda olan bir insan. Sonra, bir vesileyle o “uzun bir zamandan bu yana”nın dökümünü yaptığımızda, karşılaştığımız gerçek: O insanla geçen yıllar, meğer yaşamımızın da en uzun bölümüymüş! Tıpkı benim “Doğan Hızlan’lı yıllarım” gibi… Sanki, veya daha doğrusu, meğer Doğan Hızlan, yaşamımda hep varmış! Aslında bu, benim için şaşırtıcı değil. Şaşırtıcı olan, yılların ardından bunun bilincine belki de ilk kez böylesine açık ve seçik varışım. ??? Bu yılki TÜYAP Kitap Fuarı’nda Doğan Hızlan’ın onur konuğu oluşu; fuarda, “Dünya Kitap Dergisi Yılın En İyileri" ödülleri dolayısıyla düzenlenen toplantıda karşılaşmamız; o toplantıda hakkımda söylediği ve çeviri uğraşıma yeni bir güç kaynağı olan sözler – beni çok yoğun biçimde Doğan Hızlan’lı yıllarıma döndürenler, işte bunlar oldu. Neredeyse kırk yıl kadar önce Doğan Hızlan’la yaşam yollarımız kesişmeseydi, belki de bugün Ahmet Cemal adında bir çevirmen ve yazar olmayacaktı. Rahmetli Burhan Arpad, “Başlangıcından Bugüne Sosyal Gerçekçilik Açısından Alman Edebiyatı" başlıklı ve Al ODAK NOKTASI AHMET CEMAL tın Kitaplar Yayınevi’nde basılacak bir seçki hazırlıyordu. O güne kadar tanışmadığımız, ama benim iyi Almanca bildiğimi duymuş olan Doğan Hızlan da beni bu seçki için aradı. Goethe’den ve Schiller’den yaptığım bazı çeviriler, bu seçkide yer aldı. Bu olay, Doğan Hızlan’ın da yönetmen olarak bulunduğu Altın Kitaplar’da, uzun sürecek bir çeviri sürecimin başlangıcını belirledi. Bugüne kadar rastladığım en nazik, en sevecen insanlardan biri olan rahmetli Dr. Turhan Bozkurt’la tanışmam da aynı yayınevinde gerçekleşti. Sonraki yıllarda artık Doğan Hızlan neredeyse, ben de genellikle orada oldum. Altın Kitaplar’ı Hürriyet Yayınları, ardından da Cumhuriyet gazetesinin kültür ve sanat sayfalarındaki birlikteliğimiz izledi. Bu yılların akışı içersinde başlangıçtaki tanışıklığımız, yerini yoğun bir dostluk sürecine bıraktı. Bu süreç boyunca Doğan Hızlan, gerek çevirilerim gerekse kendi yazdıklarım bağlamında aynı zamanda hep en gü Doğan Hızlan’lı Yıllarım vendiğim eleştirmenim ve yol göstericim de oldu. Bu arada, hiçbir zaman önceden belirlenen tarihte bitirmeyi başaramadığım çeviri kitaplarımın da ‘aman tanımaz’ takipçisiydi. Bir defasında, bir konferans için Ankara’ya gideceğim sırada ve böylece birkaç gün olsun Hızlan’dan ‘yakamı sıyırdığıma’ sevinmişken, beni havaalanında anons ettirdi! Teşvikiye’deki Avusturya Kültür Ataşeliği’nde basın danışmanı olarak çalıştığım yıllar boyunca, orada, Kültür Ataşesi Prof. Hans E. Kasper’in sağladığı olanaklarla çok çeşitli konularda düzenlediğim panellerde en değerli yardımcılarımdan biri, yine Doğan Hızlan’dı. O yıllar içersinde Doğan Hızlan, gerek Batı’nın, gerekse Doğu’nun insancıl ve düşünsel değerlerini aynı kimliğin potasında neredeyse kusursuz kaynaştırabilmiş ender aydınlardan biri olarak, gerek Prof. H. E. Kasper’in, gerekse Türkiye’ye ilk kez Elias Canetti’den yaptığım “Körleşme” çevirisinin tanıtımı için gelen, Avusturya Edebiyat Derneği Başkanı ve Dışişleri Müsteşarı Dr. Wolfgang Kraus’un büyük hayranlığını kazandı. ??? Bugünden geriye baktığımda, Doğu, Batı, Avrupa, Osmanlı, Anadolu ve Türk kavramları bağlamında Doğan Hızlan’ı ancak eşsiz ya da en azından çok kendine özgü bir sentez olarak nitelendirebiliyorum. O, gerek yaşama üslubuyla, gerekse bu üslubun yazılarına yansımalarıyla, rahmetli Erdal Öz’ün “Edebiyatımızın Cumhurbaşkanı” değerlendirmesini gerçekten hak etti. Kürşat Başar, Doğan Hızlan’la gerçekleştirdiği ve Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları arasında çıkan “Sanki Bir Roman Kahramanı” başlıklı o nefis nehirsöyleşiye yazdığı “Başlarken” yazısını şöyle noktalamış: “Doğu ile Batı’nın kültürünü, zevkini, değerlerini birleştirmiş, Osmanlı ile Cumhuriyet’in ortak noktalarını hayatına taşımış, eskilerin deyimiyle ‘nevi şahsına münhasır’ bir yazı adamının öyküsünü okuyacaksınız … Doğan Bey için çok zaman, ‘Bir İstanbul Beyefendisi’ denildiğini duydum. Bilmem, böyle de denebilir. Ama sanırım, o yalnız İstanbul’da değil dünyanın her yerinde artık az rastlanacak bir beyefendidir.” “Doğan Hızlan’lı Yıllarım”ın hepsiyle gurur duyuyorum! ahmetcemal@superonline.com