Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
KASIM CUMA kitap V A S I Z P E R T A V S I Z P E R KULE CANBAZI SUNAY AKIN C DOYUM OLMAZ KİTAPLAR 15 Salâh Birsel’i unutmamak Enis BATUR Bir oturuşta okumak ean Echénoz’un son romanı Ravel’i bir oturuşta bitirdim. Bu ayrıntıdan bir "bravo" hak etmek için söz etmiyorum: 120 sayfadan oluşan bir kitap bu, okuru yokuşa süren bir üslubu yok yazarın, dolayısıyla bir "performans" üzerinde duruyor değilim şurada, tasam başka: Eskiden böyle olmazdı pek: Okur bir kitabı seçer, onu bitirince bir başkasını seçerdi, şimdi iki okurdan neredeyse üçü aynı anda birkaç kitap birden okuyor duyduğum kadarıyla. Daha önce de değindiydim konuya: Herkes dilediğini düşünmekte özgür ya, ben de buna kitap okumak denmez, kitapların canına okumak denir diyorum ikide bir, huysuz yaşlı bir adam gibi söylenip duruyorum kısacası. "Kitabı bir oturuşta bitirmek" bir okuma tekniği, biçimi, üslubu mu? Her şeyden önce, bayıldığım küçük kitapları saymayacak olursam, bir kitabı tek solukta okuma alışkanlığım olmadığını belirtmeliyim. Kitaplar, oylumları ve içeriklerinin özellikleri oranında bir zaman yatırımını beklerler; kimi küçük kitaplarda öyle S J sine çetin ceviz sorunlarla karşılaşırız ki, o keyifli hesaplaşma ister istemez birkaç seans ayırmamıza yol açar. Sözün özü, genelgeçer kural koyulacak konulardan sayılmaz bu. HAZZI ZAMANA YAYMAK Aslında, Ravel’i okumaya giriştiğimde, kitaba üç ya da dört okuma seansı ayırmayı öngörüyordum. Koşturmamı gerektiren bir durum yoktu, üstüne üstlük, Echénoz üslubundan haz devşirdiğim bir yazar olduğuna göre, bu hazzı zamana yaymak en akıllıca yol olacaktı. Dokuz bölümlük anlatının ilk dört bölümünü tamamladığımda bir mola vermeyi aklımdan geçirdim, ama ne dediğini tam anlayamadığım bir içses sürdürmemi söyledi, ayak uydurdum. Bir sonraki bölüm bittiğinde netleşti içses: Böyle metinler vardır, ritmine kapılıp söz yoğunluğuna uyum sağladığımızda, bir günlüğüne olsun ara verince pusulayı şaşırırsınız: Sizi terkine almıştır okuduğunuz kitap, dolayısıyla durmanın âlemi yok Ravel’in romanı olur mu? Ravel’in romanı olur mu sorusunun yanıtı düz: Olmuş. Maurice Ravel (18751937), çağdaş müziğin büyük bestecilerinden biri, yaşamöyküsü defalarca kaleme alınmış bir usta; bu roman neyin nesi?Arka kapakta kıpkısa bir tanıtım cümlesi yer alıyor: "Bu roman, Fransız bestecisi Maurice Ravel’in yaşamının son on yılını yeniden çiziyor". Yeniden çizme konusuna döneceğim. Ama önce, neden on yıllık bir sürenin seçildiğine değinilmeli: Ravel, yaşamının son döneminde ender rastlanan bir hastalığın pençesine düşmüştü; bir gün yüzdüğü sırada hareketlerinin mantığını yitirdiğini fark etti, ilk işareti vermişti gövdesi; sonrasında, illet yavaş yavaş hayatını kapladı, gün geldi insanları, dahası bestelerini tanıyamaz hale geldi; beyin ameliyatlarının emekleme döneminde geçirdiği bir ameliyatın ardından bilinci kapandı, on gün sonra öldü. Echénoz’un romanı, bu süreyi ve süreci konu ediniyor. İlk bakışta, kafa karıştırıcı bir durum gibi görünebilir okura: Defalarca yaşamöyküsü yazılmış ünlü bir sanatçının yaşamından bir kesit üzerine roman kurarken, yazar tam ne yapıyor? Ortalık biyografik romanlardan, romanımsı biyografilerden geçilmezken, böyle bir soru cümlesinin iyi niyetten doğduğu söylenemez elbette. Açıkçası, roman romandır benim gözümde, biyografi de biyografi. Bütün dünyada yayıncıların gözdesi haline geldiğini bildiğim "roman tadı yüklenmiş biyografi"ler, bana kimyasal tatlandırıcılarla takviyelendirilmiş gıda ürünlerini çağrıştırıyor, onlardan okur olarak uzak durduğumu belirtmeliyim. Şüphesiz, her yaşamöykü çalışmasında bir de roman omurgası çatılmak durumundadır: Kronolojik akışı etlendirecek bir anlatı ekseni oluşturur işe girişen yazar, somut ve kesin bilgilerle belirsizliği ağır basanlar içiçe geçer o mayada, ister istemez biyografi yazarının kanıları, sanıları, yakıştırmaları hamur yoğrulurken eklenecektir. Bilimsel kaygıları elden bırakmamaya özen gösterse bile, yazar, eksiğiyle fazlasıyla bir yaşamın öyküsünü kurduğunu bilir, aklıbaşında okurun farkında olduğu bir durumdur bu. "Gerçek yaşamöyküsü"ne, yaşamış birinin yaşamının bütününe ya da bir kesitine bağlı kalınarak yazılmış romanlarda, okurun kurmacaya hoşgörüsü, yazarın düşgücüne tanıdığı hak, biyografilere oranla elbette fazladır; gene de, en azından gerçeksilik andının bozulmaması, inandırıcılıktan doğrulanmadıkça uzaklaşılmaması beklenir. Ne olursa olsun, yazınsal ölçülerin çerçevesini çizdiği bir alanın içindeyizdir; yaşamöyküsünü kuşatan kuralların bir çoğu burada geçerli değildir. Bütün bu ayrımlar, günümüzde, bir Ravel biyografisiyle Echénoz’un romanını kesin çizgilerle biribirlerinden koparmaya yetmiyor. Bestecinin yaşamöyküsünü okumak istersem, Echénoz’un kitabına başvurmam doğru bir seçim olmaz; oysa, "Ravel’in Son On Yılı" başlıklı bir biyografi denemesinden daha çok ayrıntı, güvenilir bilgi elde edebilirim de, Echénoz’un romanından çok daha fazlasını öğrenebilirim: Edebiyat adamının somut verilere derinlemesine bakışı, hayatın kimi sekanslarının anlamlandırılmasını kolaylaştırabilir. Romanesk yazı, biyografik verileri yazınsal bir prizmadan geçirerek ete kemiğe bürünmelerini sağlar. Yaşamöyküsünden farklı olarak, yazar burada araya girer, verileri ilişkilendirir ve onlardan bir ağ örer. Ravel’in neredeyse üçte birini bestecinin Amerika turnesine ayırmış Echénoz; ola ki bu yorucu seferin hastalığını hazırladığını düşünmüş. Bu uzun bölüm, romancıyı yaşamöyküsü yazarından hemen koparan tipik özellikler barındırıyor: Transatlantiğin teknik donanımından Ravel’in valizlerinin içeriğine, sıkı örgülü bir arka plan çiziyor Echénoz, önüne oturtuyor besteciyi ve bu esrarengiz kişiliğin dışarıdan görünüşüyle içyüzü arasındaki uçurumu ağır ağır okurun önüne dikiyor. Roman bittiğinde, sözgelimi "Sol El için Konçerto"ya artık farklı bir gözden baktığımı algıladım. Yılların içinde defalarca dinlediğim, besteleniş koşullarını iyikötü bildiğim bu yapıt, Echénoz’un temasıyla bambaşka bir boyut kazandı zihnimde; yazarın, konçertoyu kuşatırken biribirine bağladığı uçlar, bir öykünün güzergâhının yeniden çizilmesi ne demeye geliyor, bunu gösterdi bana düz meloman okura. Ravel’in sol el için çok kısa bir parçası daha vardır; meğer onu öyle yazmasının nedeni, sağ elinden sigaranın eksik olmamasıymış. Transatlantiğe binerken kırk takım elbise, kırk çift ayakkabı, bir o kadar gömlek ve kravat varmış valizlerde, bir de ağzına kadar Gauloises paketleriyle dolu ağır bir bavul. Sanat yapıtını paranteze alarak değerlendirmekten, kişisel ve toplumsal bağlamdan ayrı tutmaktan yana bir eleştiri anlayışı, bu türden ayrıntıları bıyık altından gülerek okuyabilir elbette. Gelgelelim, örneğin "Sol El İçin Konçerto", Wittgeinstein’ın savaşta sağ kolunu yitiren piyanist kardeşi tarafından ısmarlanmıştır Ravel’e, bu "bilgi"nin yapıtı bağlamadığını söylemek abartılı olmaz mı? Ama Ravel’den öğrenilecek şeyler bunlar değil: Romancının tılsımlı ritmi, ilmek atış tekniği, kromatik bir atmosfer oluşturma becerisi, soğuk ve mesafeli bir insanın gizine kapağına sokuluş ustalığı kitabın ana özellikleri. tur. Okuma sürecini demek ki yazarın yazma biçimi, sözdizimi, üslup yoğunluğu etkiliyor bundan doğal ne olabilir. Barthes, sonunda dilimizde de ağırladığımız kitabında, "okuma hazzı"nın ortada bir yerde gerçekleştiğine dikkat çeker: Yazar ile okurun arasında salınan metin son biçimini öyle alır. Kitabın yazarı için ne türden bir duygu uyandırır, elinden çıkmış metnin bir oturuşta okunmuş olması? Bunun tek bir yanıtı yoktur, sanıyorum. Okuru sürüklediğini düşünerek sonuçtan kutlu olanından, okuru hızı nedeniyle tüketiciye indirgeyenine, iki kutup noktası seçersek, yelpazede hangi tepkilerin sıralanabileceğini kestirebiliriz. Uzunca bir şiir, ortaboy bir öykü, bir deneme yazılabilir bir çırpıda, gene de, bir oturuşta iyi bir kitap çıkaran çok sayıda yazara rastlayabileceğimizi sanmıyorum ‘İDEAL OKUMA SÜRESİ’ Dünya yazınında. Simenon’un, bir seferinde küçük bir romanını bir hafta sonunda yazdığını okumuştum, inanasım gelmedi. Sözün özü, iyi bir kitap yazarından enikonu kan çeker alır ve bunu bir seferde yapmaz, diyebiliriz. Bu saptamalar bizi kural koymaya, hakça ölçüler ortaya sürmeye sürükleyecek veriler içermiyor aslında. Okurun, yazarın onbeş yılını verdiği kitabını onbeş yılda okumasının en uygun çözüm yolu olduğunu aklıbaşında kimse savunmaya kalkışmaz. Hiçbir kitap için, yazarı ya da yayıncısı "ideal okuma süresi" tayin etmeyecektir. Her durumda, ayrıcalıklı örnekler hesaba katılmayacak olursa, bir kitabın en ağırkanlı okurunun kitabın yazarından hızlı davranacağını söyleyebiliriz. Echénoz’un Ravel’ini bir oturuşta okudum. Ertesi gün, birkaç paragrafa geri dönmek istedim, kitabı yeniden elime aldım. İleride, bir kez daha okuma isteği sarabilir beni, sarmayabilir de. Bana kalırsa, uçucu romanlardan değil Ravel, Echénoz ipince bir yazı dünyası yontmayı bilen yazarlardan. 2006 damgasını taşıyan bu kitabın, dolayısıyla, 2016'da, 2046’da, sonrasında okunacağını ileri sürebilirim. Ortalama insan ömrünü, en uzun ömrü çoktan devirmiş milyonlarca kitap yeni okurlarına uzanıyor hâlâ; anlaşılan, bir kitabın okunma süresini tanımlamak, Homeros örneğini ele alacak olursak, olanaksız. Sonuçta, bir kitabın okunuş biçimi, hızı, üslubu temelde teknik bir konu sayılmalı. Okur üzerinde çalışan kuramcılar, okumak fiilini odağına alan yazınbilimsel araştırmalar çok da, bilebildiğim kadarıyla, tek bir okur üzerinde çalışmak altından kalkılacak işlerden değil. Bir okurun sıkı örgülü biyografisini yazabilmek için ona yapışmak gerekir; kim izin verir buna, kim üstlenir böyle bir çaba sarf etmeyi? Olsa olsa, bir okurun otobiyografisi çıkabilir karşımıza. Ya Ravel, peki: Ravel’in romanı olur mu? alacak ve Caddebostan’dan denize girilemez olduğu 80’li yıllarda, adalara gitmekten başka çaremiz yoktu. Bostancı vapur iskelesinin yanındaki kahvede görmüştüm onu ilk kez. Ada vapuruna binmek üzere arkadaşlarla buluşmak için sözleştiğimiz iskelenin yanındaki kahvede oturmuş, edebiyat severlerle sohbet ediyordu. Son kez kitap fuarında görmüştüm Salâh Birsel’i… Yine etrafını çevreleyen okurların arasında! Jules Verne’nin kitaplarını okuyarak edebiyat dünyasıyla tanıştı Salâh Birsel. Yakın arkadaşı Rüştü Onur ile birlikte “İki Kişi İnşaat Yapıyor” adlı bir kitap yayımlamayı düşündü. Ama, inşaatın temel çukurunda, erken yaşta ölerek yalnız bıraktı onu Rüştü Onur. Salâh Birsel, İstanbul’un insan haritasını çıkarmıştır deneme kitaplarında. Beyoğlu, Boğaziçi birer simgedir yalnızca. Geçmişte yaşamış İstanbul insanlarının soluğunu hissederiz sayfalar arasında. Ama, geçmişe hayranlık duymaz Salâh Bey. Eskinin, geçmişin insanları onun kitabına girince, kendi insanları oluverir. İstediği kıyafeti giydirir onlara. Bir yönetmen gibi istediği rolü oynattırır. Denemelerinde bir sinema eleştirmeninin söylemi boy gösterir. Aç bir insanın çalakaşık dalması gibi başlamaz yazıya. Her denemesi bir kaşıkçı elması olsun ister. Düzyazılarında da şair kostümüyle görürüz onu. Şiirin ilkelerini yazacak kadar da cesaretlidir. Cesareti, biraz da yergi ustası olmasından kaynaklanır. 1952’de yayımlanan “Şiirin İlkeleri” adlı kitabındaki ilkelerin bir kısmı kaybolmuştur!.. Bunun nedeni, kitabı yayımlayacağını söyleyen bir yayınevinde dosyanın kaybolmasıdır. Salâh Birsel, dergilerde yayımlanan ilkeleri bir araya toplar, anımsadıklarını da onlara ekler.. ama bir kısmı beyninin arka odalarında koybulur gider... Ne mutlu bize ki, “Şiir ve Matematik” anımsadığı ilkelerden biridir: "Bir şiir yalnız o şiire giren değil, bir de girmeyen sözcüklerden meydana gelir. Bu deyiş ilk anda saçma gibi görünse de ozanı biçimci bir görüşe ve sözcüklerin şiire girmeden önce birbiriyle yeter derecede çarpışması düşüncesine çağırması bakımından dikkatle ele alınmalıdır. Bir şiirin güzelliği kendi dışında bıraktığı sözcüklerin sayısıyla doğru orantılıdır.” Günlüğü edebiyatımıza kazan dıranın Salâh Birsel olduğunu yazsak, yanılmış mı oluruz? Okuduğu kitaplardan, para verdiği dilenciye kadar yaşamın her anı girer günlüklerine. Hiçbiri bayatlamaz ama!.. Şimdilerde!.. Evet, en çok kullandığı sözcük bu olsa gerek. “De”yi kaldırır sonradan. “Şimdiler” diye yazmayı daha uygun görür. Zorbalığa karşıdır Salâh Birsel. Kendi başına bir kitap olan “Şişedeki Zenci” adlı uzun denemesinde karatenli insanların dramını yansıtır. Onların başlarına gelenlerin bütün dünya insanlarının başlarına gelenlerden farklı olmadığına inanır. Şişedeki Zenci, bir belgesel roman tadındadır. Ravel Neler öğrenmedik ki Salâh Birsel’den?… Mayakovski’nin, sevgilisi Lili Brik’e yazdığı her mektubu “senin köpeğin” diye bağladığını, Moltke’nin, Galata Kulesi’nden Uludağ’ı gördüğünü iddia ettiğini, Hitler’in kadınlar hakkındaki düşüncelerini, Lawrence’in motosiklet kazasını, bir Boğaz vapurunda Ahmet Rasim’in kadın şapkaları hakkındaki gözlemlerini, İstanbul kahvelerini ve daha nice “şataraban peşrevler”!.. Bandırma doğumlu olsa da, İzmir’de bulunan “Soğukkuyu Tramvay Caddesi”nin önemi büyüktür Salâh Birsel’in yaşantısında. Hele, o caddedeki 118 numaralı evin: Bu evin her odasında Bir düşüncem vardır Her penceresinde Gözetlediğim bir kız Kitaplarımı bu evde okudum Aşklarımı bu evde bitirdim Bu evde geldi Aklıma yolculuk etmek Salâh Birsel’lerin evlerinin önünde uzanan yol mezarlığa giderdi. O yıllarda cenaze arabası olmadığından, tabutlar, camiden mezarlığa kadar omuzlarda taşınırlardı. Bu görüntü Salâh Birsel’i çok korkutur, bir cenaze alayının geldiğini duyunca evin alt odalarına kaçardı. Bu büyük edebiyatçımızı kaybettiğimiz haberini aldığımda, ölüm denilen o soğuk kuyunun nemli havasına yakalanmamak için kitaplarına sığınmıştım. Küçük hesaplardan, kısır sataşmalardan uzak, okuyana bilgi katan, her sayfanın ardından okuru yeni bir insan yapan o tadına doyum olmaz kitaplarına!.. Jonathan Littell'den bir taşla iki kuş UĞUR HÜKÜM PARİS Fransa’da 20062007 edebiyat ödülleri mevsimi hareketli geçiyor. Sezonun ilk büyük ödülü, 26 Ekim’de açıklanan Fransız Akademisi Edebiyat Armağanı beklenmedik bir satış başarısı sağlayan Amerikalı yazar Jonathan Littell’e gittti. 21 Ağustos’ta yayımlanan kitap çoğu eleştirmen tarafından beğenildiği gibi kısa sürede okurun da ciddi sevgisini kazandı. Hiçbir ödül almadan yaklaşık 250 bin satan eser, gerçek büyük sürprizi, önceki gün Fransız dilinin en prestijli ödülü Goncourt’u kazanarak yaptı. İLK ROMANI İki büyük ödülün aynı yazara gitmesi geçmişte çok nadir rastlanan bir durum. Ayrıca 39 yaşındaki yazarın 900 sayfalık ilk romanı, “Les Bienveillantes / İyi Yürekliler”i (Gallimard) İngilizce yerine Fransızca kaleme alması, belirli çevrelerde belli bir gururlanma vesilesi de oldu. Soğuk savaş döneminde yazdığı casusluk romanlarıyla da tanınan gazeteci Robert Littell’in oğlu olan Jonathan, 1967 yılında New York’ta doğdu. Annesi Alsaslı bir Fransız olan Jonathan, lise diplomasını Paris’te aldıktan sonra Yale Üniversitesi’nde sanat ve edebiyat eğitimi gördü. 2001’de kitabını yazmaya karar verip Barselona’ya yerleşti. Oğul Littell “İyi Yürekliler”de 2. Dünya Savaşı'nın sonunu ve dehşetini bir SS subayının gözünden anlatıyor. Sezonunun 2. önemli ödülü Renaudot ise ilginç bir rastlantıyla Michigan Üniversitesi’nde Fransız dili ve edebiyatı profesörlüğü yapan Kongo kökenli Fransız yazar Alain Mabanckou’nun “Memoires de porcepic / Kirpi Anıları” (Seuil) adlı romanına verildi. Sezonun diğer büyük ödüllerinden Femina, 20 yıldır Paris’te yaşayan ve Fransızca yazan Kanadalı Nancy Huston’un 11. romanı “Lignes de faille / Çatlak Çizgileri” (Actes Sud), ‘Yabancı Femina’ yani Fransızcaya çevrilen yeniler arasından seçilen ödül ise İrlandalı Nuala O’Faolain’nin “L’Histoire de Chicago May / Şikago Mayısı Hikâyesi”ne (Sabine Wespieser) verildi. New York’ta yerleşik 70 yaşındaki muhalif Rumen yazar Norman Manea’nın “Le retour du hooligan: une vie / Holigan’ın Dönüşü: Bir Yaşam” (Seuil) adlı romanı ise 2006 ‘Yabancı Medicis’ ödülüne layık görüldü. Fransızca Medicis’i ise Libération gazetesi yazarlarından Sorj Chalandon, son romanı “Une promesse / Bir Vaat” (Grasset) ile kazandı. Bu arada Femina jürisinde bir skandal yaşandı. Jürinin en eski ve saygın üyelerinden yazar Madeleine Chapsal kısa bir süre önce yayımlanan anı kitabında, perde arkalarında olup bitenleri anlattığı gerekçesiyle seçici kuruldan atılırken, bu davranışı protesto eden bir başka jüri üyesi, Fransa’nın en popüler yazarlarından Regine Desforges de dayanışma gerekeçesiyle siçeci kuruldan istifa etti. Dramcı Yönüyle Heinrich von Kleist/ Doç. Dr. Arif Ünal/ Nüve Kültür Merkezi Yayınları/ 316 s. “Daha önce ‘Nuvelci Yönüyle Heinrich von Kleist’ adlı kitabını yayımlamış, söz konusu bu kitapta yazarın hayatı ile novellerini incelemiş ve onun sadece bir yönünü tanıtabilmiştik. Novel alanında Kleist’ın elbette önemli bir yeri vardır. Cervantes’e dayanan ahlakçı ve öğretici İspanyol novel geleneğinin Alman Edebiyatındaki en önemli temsilcisidir Kleist. Fakat onun asıl büyüklüğü dram alanındadır. Bu alanda yeri doldurulamayacak kadar önemli bir isimdir. Dramlarına bütün ruhunu, duygularını ve ihtirasını katmıştır. Christoph Martin Wieland, Kleist’ın antik dram ile İngiliz ve Fransız dram geleneğinin orijinal bir sentezini yaptığını, özellikle trajedi alanında Alman Edebiyatında Goethe ve Schiller’in bile dolduramadığı boşluğu doldurmak için dünyaya geldiğini söyler. Stefan Zweig da Kleist’ı Almanların en büyük trajedi yazarı olarak kabul eder” diyor Ancak 2000 yılında gerçekten okunup anlaşılacağını söyleyen bir filozofun güncelliğini vurgulamak için şu an nasıl da uygun...” diyor Kenan Sarıalioğlu. Bu kitap, Nietzsche üzerine bir inceleme sunuyor. kitabı yayına hazırlayanlar. Psikiyatrinin ABC’si/ Prof. Dr. Cengiz Güleç/ ay Yayınları/ 246 s. “İnsanda düşünce, duygu, davranış ve bedensel hareketler pek çok faktör tarafından etkilenirler. Bu etkilenmeleri psikiyatrinin sınırları içinde incelemek neredeyse olanaksızdır. İnsan davranışını tanımlamayı amaç edinmiş çeşitli dilsel modeller, bu olguları daha iyi anlamanızı sağlamak için geliştirilmiş kuramları oluştururlar. Bu alanın verilerini öğrenmek isteyen herhangi bir okuyucu, gerçekten bu denli zengin ve karmaşık görünen bilgi yığını karşısında şaşkınlığa düşebilir. Buna rağmen psikiyatrinin alfabesi sayılabilecek temel verileri, temel hastalıkları ve bunların genel düzeydeki tedavilerini aktarmaya çalışmak yararlı bir uğraş olacaktır.” Hacettepe Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Cengiz Güleç, ruhsal bozuklukları, bu bozuklukların nedenlerini, korunma yöntemlerini, tedavi şekillerini anlatıyor bu kitapta. Nietzsche/ Yayıma Hazırlayanlar: Kenan SarıalioğluMurat Batmankaya/ Say Yayınları/ 480 s. “…Nietzsche bir varoluş estetiği önermek ister; bu estetik çoğu zaman haksız bir şekilde, yetenekli, ancak derin bir tutarlılığı olmayan şiirsel bir oyun olarak yorumlandı. Ölümü üzerinden yüz yılı aşkın bir zaman geçen bu filozofsanatçıyı anmak istedik. Gazetecilikten nefret eden, onda bir ‘sürü eğilimi’ gören Nietzsche bu durumdan oldukça yararlanacaktır. Hesaplaşma/ Erdal Sarızeybek/ Ümit Yayıncılık/ 312 s. “Bu kitapta okuyacaklarınız belki de bir hayal ürünüdür. Öyle bir hayal ki, görmek zor, düşünmek ise daha da zor. Kitapta geçen, olay, yer ve kişiler, bizce bir düşte gerçekleşen bir yer ve zamanda bir araya gelmiş ve kitaba konu olmuşlardır. Bu yer ve kişilerin, bizim toprağımız ve bizim insanımız olabileceğini düşünmek zor, düşünmemek ise daha zor. Kendi yaşantınız ile kitapta dile getirilenler arasında bulacağınız benzerlikler bizce bir tesadüftür. Ama bu benzerliklerin; tesadüfen olduğunu söylemek zor, olmadığını söylememek ise daha zor.” Albay emeklisi Erdal Sarızeybek terör, kaçakçılık vehudut eksenli anılarını anlatıyor bu kitapta.