25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

EKİM CUMA müzik YORUMLAR METİN KEMAL KAHRAMAN YENİ ALBÜMLERİNDE KAYBOLMAYA YÜZ TUTMUŞ SEMAH VE DUALARI ANIMSATIYORLAR C İhracat İdeolojisi du. Başarılı oldu. Batı dünyasının son tahlilde haklı olduğunu, dolayısıyla zenginlik ve gelişmişliği hak ettiğini savunan bir meşrulaştırma sürecinin parçalarıyız ve burada, Frankfurt Okulu kaynaklı bir kavram olarak kültür endüstrisinin önemli bir rolü var. İhracatın şampiyonları, kültür endüstrisi mallarının da pazarlanmasında hep aktifti. Meşrulaştırma operasyonlarının ilaçlarını, isteyen morfinini de diyebilir, herhalde kendisinden nemalanan azgelişmiş ülkenin yukarı sınıfları için değil, geniş halk kesimleri için düşünüyordu. Azgelişmiş ülkelerdeki sürünen yığınlar, nasıl yukarı kattaki zenginler için “Adam çalışmış, kazanmış” diye düşünüyorsa, aynı şeyi dünyanın efendileri için düşünmek zorundaydı: “Adamlar çalışmış kazanmış, hak etmişler tabii!” Buna, “Biz zaten adam olmayız hemşerim!” vecizesini de ilave edebiliriz. Bu, ortak bir hastalıktır. Mikrobu da ortaktır. ??? Fakat bizim elbette ihracat kalemlerini gözden geçirme ve analize tabi tutma hakkımız var. Bizim, aynı şekilde, bu kalemleri gözden geçirme şansımız da var. Biri, şu ne olduğu belirsiz “Alman İslamı” olabilir. Önce Amerikanlaştırılmış, sonra da Avrupalılaştırılmış bir Almanya, 60 yılın ertesinde dünyanın ekonomik devi fakat siyasi engellisi olarak anılmaktan rahatsız. Artık sadece sanayi ürünleri değil, ideolojiler de ihraç etmek zorunda olduğunu biliyor. Pazarlar doyum noktasına ulaştı, bu doyum noktasını aşmak için ideolojik tercihlerdeki dengeyi kendi lehine bozması gerekiyor. Örneğin, Ortadoğu’da. Mümkün tabii. O nedenle ne Alman ne de İslam olan bir şeyi, payını büyütmek istediği pazarlara sürmek zorunda kalıyor. Alman İslamı arayışı, ihracatla doğrudan bağlantılı ve içerideki sıkıntıları önemsizleştiren bir çözümdür. Yapamazsa, girdiği bölgelerden de çıkmak zorunda kalır. Girebileceği bölgelere giremez. Almanya’dan söz ediyoruz. Yani... Yani, Avrupa İslamı veya Alman İslamı tartışmalarına bir de bu açıdan ve ihracatı kolaylaştırıcı niteliğiyle bakmak ilginç olabilir. “Kompradorsuz” bir zaman açıldı, çünkü neredeyse bir bütün olarak halkların işbirlikçiliğe soyunduğu bir dünya pazarında yürünüyor ve zihniyet ihracında gerçekten yeni bir noktadayız. cutsay?gmx.net 7 Binler Kapısı’nın ozanları HATİCE TUNCER Metin Kahraman ve Kemal Kahraman, Anadolu ile Mezopotamya’nın öyküsünü ezgilerle anlatan iki kardeş müzisyen. Doğup büyüdükleri Tunceli topraklarından dünyaya ‘‘insana dair ne varsa’’ sesleriyle, yürekleriyle taşıyan iki ozan. Yeni çıkardıkları ‘‘Çevere HazaruBinler Kapısı’’ adlı albümde Tunceli inanç yoluna doğru gitmişler. Binlerce yılın sözlü kültürel birikiminin üzerini açıp, ışığını bugünlere yansıtmışlar. Kahraman kardeşler, kaybolmaya yüz tutmuş semahları, duaları, beyitleri anımsatıyorlar. ‘‘Dünyaya bir çözüm sunabilir miyiz’’ diye sorarak ‘‘kültür eylemciliği’’ne cesaret ediyorlar. Lizge Müzik imzasıyla çıkan Binler Kapısı albümü, içinde sunulduğu kitapçıkla, Alevi inancının kaynaklarına inen iddialı bir çalışma. Almanca çevirisi de bulunan kitapçıkta her semah ya da beyiti alındığı kaynak, öyküsü, dayandığı semboller, kavramlar, tarihi belgelerle anlatılıyor. ANNE VE BABAYA SAYGI MetinKemal Kahraman, yeni albümlerini geçen yıl kaybettikleri anneleri Heycan Saray Kahraman’a ve birkaç ay önce kaybettikleri babaları Kamer Kahraman’ın anısına adamışlar. Metin Kahraman, söyleşimizde, Türkçe, Zazaca, Kürtçe dua ve semahların yer aldığı Binler Kapısı’nı nasıl araladıklarını anlattı. Albüm, Metin Kahraman’ın bestelediği ‘‘Sırdır’’ parçası dışında geleneksel çalışmalardan oluşuyor: ‘‘Annemi kaybetmeden önce, ilk dörtlüğünü ben yazmıştım. Anneme de dinlettim. İkinci dörtlüğü annemi kaybettikten sonra Kemal yazdı. 2 yıl önce kaybettiğimiz müzisyen arkadaşımız Tuncay Akdoğan’ın stüdyosunda kaydettiğimiz için Tuncay’ın anısına atfettik.’’ Albüm ‘‘Hay Hay’’ semahı, sabah duaları ile başlıyor ve günümüzde çok bilinmeyen beyitlerle devam ediyor: ‘‘Hızıro Heylaşi yani ‘kurtulmuşların Hızırı’ ya da ‘Denizlerin Deryaların Sultanı Hızır’, Dersim’deki en önemli kültlerden biridir. Düzgün Baba’nın, Dersim inanç sisteminde çok özel bir yeri vardır. Diyelim yüz semah, beyit ve dua örneğiyle karşılaştıysak bunların 6070’i Düzgün Baba’yla ilgiliydi.’’ KIRKLAR SEMAHI ‘‘Kırklar Cemi’’, Kahramanlar’a danışmanlık yapan araştırmacı Seyit Mahmut Yıldız’ın babasından öğrenip aktardığı bir Kırklar Semahı örneği: ‘‘ Kırklar, Dersim inanç sisteminin doruğunu oluşturur. Kırklar Cemi’ni Seyit Süleyman Şahin ‘Oraya hiçlikle girilir, hiçlikle çıkılır. Ölü girilir ölü çıkılır. Kul, peygamber, tanrı herkes eşittir. Ast üst, yaradan yaradılan, mevki makam, sıfat yoktur. Yek can yek vücut’ diye tarif ediyor.’’ MUNZUR KOKUSU 1992’deki Deniz Koydum Adını albümü ile başlayan Renklerde Yaşamak, Ferfecir, Sürela ve Meyman’la devam eden Kahraman kardeşler, 1995 yılında özgün ortam kayıtlarından oluşan ‘‘Yaşlılar Dersim Türküleri Söylüyor’’ albümünü yayımlamışlardı. Munzur kokulu şarkılarında Batı’nın müzik anlayışlarına ve enstrümanlarına uzak değillerdi. Binler Kapısı albümü ise 2000 yılında sözlü tarih çalışmalarından örnekleri topladıkları ‘‘Sürela’’nın devamı olarak değerlendirilebilir. Metin Kahraman’ın duygulu, Kemal Kahraman’ın daha sert tondaki sesiyle yorumladığı şarkılar, albümlerinin müzikalitesini de yükseltiyor. Binler Kapısı’nda Metin Kahraman’ı yerel anlatıcı ozanları çağrıştıran yorumuyla ‘‘Ez Kızılbaşım’’ ve ‘‘Düzgi Düzgi’’nin başındaki uzun havada dinliyoruz. Kemal Kahraman’ın eşi Maviş Güneşer de vokaliyle albüme değerli bir katkı sunmuş. Se Uşe’nin vokalleri dışında albümdeki eserleri Kemal Kahraman söylüyor. Bugüne kadar albümlerde okuduğu şiirleri de hafızalara kaydeden Kemal Kahraman, Binler Kapısı’nda semahların sonundaki duaları okuyor. Düzenlemesi, melodisiyle albümün en dikkat çekici çalışmalarından biri olan ‘‘De Vayi’’nin sonunda okuduğu şiir de yine unutulmazlar arasına girecek gibi duruyor: ‘‘Bugün nasıl dünya, Mezopotamya’daki, Anadolu’daki arkeolojik kazıları önemli görüyor bakıyorsa, bizim için de sözlü tarih öyle kazılması, araştırılması gereken bir zenginlik. Belki yerin üstü, altından daha zengindir her şeye rağmen. Tarihini doğru bilmeyen, geleceğe doğru yürüyemez. Buna inandığımız için bu çalışmaları yapıyoruz. Sadece Türkiye için değil dünya için de önemli söylenecek şeyler var bu coğrafyada. Bugünkü dünyada kültürler çatışması sözlerine en büyük cevap Daimi’nin ‘Tevrat’ı yazabilirim/İncil’i dizebilirim/Kuran’ı sezebilirim/Madem ki ben bir insanım’ dizeleri değil midir? Yani her kitaba zorlamayla değil, aynı mesafede yaklaşan anlayış, dünyanın bugünkü durumunun da çözümü değil midir?’’ OSMAN ÇUTSAY Yüzyılların sözlü geleneği K emal Kahraman’la, eski bir siyasi dava nedeniyle yurtdışında yaşadığı için yüz yüze gelme olanağımız olmadı. Kemal Kahraman elektronik posta yoluyla sorularımızı söyle yanıtladı: Neden inanç sistemi üzerinde yoğunlaştınız? 90’lı yılların başında, ilk kez Dersim dili ve kültürüyle ilgili çalışmalara başladığımızda bu konuda en iyi halka ve sözlü birikimine başvurarak yol alabileceğimizi anladık. Kültürel eksikliğimizi kapatmak için elimizde yüzeysel bazı yazılı kaynaklar dışında bir şey yoktu. O zamandan beridir Dersim kültürünü ilgilendiren her konuda yaşlılarla görüşüyoruz, kayıtlar yapıyoruz. Bizim için her çalışmamız aynı zamanda da bir öğrenme süreci oldu. 4 yıldır süren bu çalışmayla da ‘‘inançibadet’’ başlığı altında toplanabilecek birikimi anlamaya çalıştık. Bundan sonra da imkânlar ölçüsünde ‘‘ağıtlar’’, ‘‘aşk şarkıları’’, ‘‘düğün müzikleri’’, ‘‘masallar’’, ‘‘halk oyunları’’ gibi başlıklarla çalışmalarımızı devam ettirmek istiyoruz. Kitapçık fazla iddialı değil mi? Alevilik Anadolu’nun en köklü ve zengin kültürel kaynaklarından biridir. Tanıştığı her dilde de yüzlerce, binlerce yıl boyunca sözlü gelenekle aktarılmıştır. Ancak bu konudaki yazılı akademik birikim daha baştan itibaren ideolojik bir temel üzerine kurulmuştur. TARTIŞMAYA GİRİŞ Albüm kitapçığı tartışmaya bir giriş olarak ve daha sonra çıkacak olan otantik albümle birlikte değerlendirilmelidir. Başlangıçta iki albümü beraber yayımlamak fikriyle hareket ediyorduk. Ancak maddi imkânsızlıklar ilk önce bu çalışmayı yayımlamayı zorunlu kıldı. Boyutuna göre ortaya koyduğu iddialar çok köklüdür. Ancak bugün hâlâ ‘‘Alevilik nedir?’’ gibi temel bir soru dahi ortada durmaktadır. Çalışmanızın farkı nedir? Bir bütün olarak Aleviliğin sözlümüzikli birikimi sadece birer folklor birikimi değil daha çok Aleviliğin kendini anlatma, anlaşılır kılma araçlarıdır. Dolayısıyla da akademik anlamda araştırmalar yaparken hangi dil üzerinden olursa olsun Aleviliğin kendini anlatma araçları olan bütün birikime bakmamız, anlamamız gerekir. Bu albümde üzerine yoğunlaştığımız nokta geleneksel halk müziği başlığı altında semahların, beyitlerin kendi otantik yapılarına, ritmik, melodik, makamsal yapılarına sadık kalınarak nasıl armonize edilebileceği, çokseslendirilebileceğine ilişkin denemeler, araştırmalardır. Son yıllarda gerek bazı solist ve grupların gerekse de TRT, konservatuvar gibi kurum sanatçılarının bu yönlü arayışlarında bir yoğunlaşma olduğunu görüyoruz. Müzikal açıdan bu arayışlar içinde kendince bir cevap, bir deneme olarak düşünmek mümkündür bu çalışmayı da. “Anadolu’nun kültür birikiminin, derinliğinin bu toprakların insanlarına, aydınlarına dahi yabancı olduğunu kabul etmek zorundayız. Bu topraklarda kararlar alıyoruz, uygulamalar başlatıyoruz, yasaklıyoruz, baraj yapıyoruz, uzunkısa vadeli gelişmeilerleme planları açıklıyoruz. Ama bu toprakları tanımıyoruz. Taliban’ın 2 bin yıllık Budist heykellerini tahrip etmesine insan olarak hepimiz tepki gösteriyoruz. Ancak 10 bin yıllık Hasankeyf’i sular altında bırakmayı devletimizin çıkarları gereği anlayışla karşılaşıyoruz. Koskoca Bergama Müzesi’ni kelepir fiyatına Almanlara satıyoruz. Çünkü bunları kendimizin görmüyoruz; ya da kendimizi bunlara layık görmüyoruz.” Anadolu kültürüne yabancıyız hracat, dış dünyaya sadece mal ve hizmet satışı demek değildir. Belki teknik olarak öyledir de, biraz derinlemesine bakınca o kadar basit değildir. Doğrusu, ihracat başarısı üzerinde yükselen zengin ülkeler, bir genelleme olarak “Batı dünyası”, bu zenginliğin “havasını” da satmak, asıl önemlisi, bu havanın yoksullarca kabulünü yaratmak zorundadır. Tabii “şeytanın gör dediği” yer de oradadır. Çok makul, çok basit, ama genelde göz ardı edilen şeyler... Nasıl? Bizim siyasal tarihimizde 60’lar ve 70’lere fazlasıyla damgasını vurmuş kavramlardan biri olan “komprador burjuvazi”, biraz da bu ihracat ağırlıklı ilişkilerden kaynaklanıyordu. Yabancı ve “efendi” sermayenin azgelişmiş ülkedeki iş takipçilerini, nemalandırdığı zenginleri, bu başlık altında toplamak, biraz da aşağılamak modaydı. Oysa daha başından gecikmiş bir yanı vardı. Türkiye’ye özgü yansımaları oldu. Bakıldığında, “Tanzimat kafası”ndan “gardırop Atatürkçülüğü”ne, ondan “oligarşi”ye kadar çok geniş bir palette, bütün bu ilişkiler ağını Türkiye solu yeniden adlandırmak durumunda kaldı. Daha doğrusu zorunda kaldı. Bazı itirazlar haksız değildir, ama bu komprador burjuvazi kavramı da çok yanlış değildir. Hâlâ da doğruluğu ağır basar, eğer gerekli zaman ve mekan sınırlamaları yapılırsa. Ama galiba, küreselleşmenin çağdaş dalga boyunda, sermayenin diğer katmanlarını bu kompradorluktan kurtarmak mümkün olmuyor. Artık sermaye, bir kategori olarak komprador. Fakat bunun nerede başlayıp nerede bittiği pek bilinmiyor. Gizlenebiliyor çünkü. Biraz abartarak söylenirse, bugün bütün yoksul ülkelerin sermaye katmanlarını bir bütün olarak komprador burjuvazi içinde görmek doğrudur. Ama bir şeyi eklemek şartıyla: Kompradorluktan kaçış yok. Kompradorluktan geri dönüş de yok. Ufak tefek istisnaları bir yana bırakırsak, küreselleşmenin artık en azından bu realite üzerinde yükseldiğini söylemek zorundayız. ??? Bunun için kültür endüstrisine ihtiyacımız var. Realitenin gizlenmesi için... İsteyen, “Matrix” filmlerini hatırlayabilir... Sonuçta, kültür endüstrisi komprador burjuvazi için değil, geniş halk yığınları için bir gereksinimdi. Üretimi, halk yığınlarının tehlikesizleştirmesini hedefliyor İ Bush uyan artık ALİ DENİZ USLU vrupa Birliği mi (AB) bize benzemeye başladı, yoksa biz mi ona benzemeye başladık, doğrusu işin içinden çıkmakta zorlanıyorum. İfrat (aşırı gitme) ile tefrit (tersine aşırı gitme) arasında bir o yana bir bu yana savrulmak konusundaki benzerliklerimiz yalnız artmakla kalmayıp somutlaşıyor da... AB’nin son yaklaşımları, bizim özel radyo ve televizyonlarla ilgili yaşamımızın eski maddelerinin mantığına o kadar benziyor ki... Mesela eski yasaya göre radyo ve TV şirketinde belirli bir paya sahipseniz kamu ihalelerine giremezdiniz. Ama önce kamu ihalesi alırsanız, radyo veya televizyon kurabilirdiniz. Sonra madde değişti ve o hale getirildi ki, Anayasa Mahkemesi anayasaya aykırı bularak iptal etti. Şu anda radyo ve televizyon sahipliği için aranan hiçbir kural yok. Yalnızca yabancılar için yüzde 25’lik pay sınırlaması var. Onun da bulabileceğiniz bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı sayesinde A GEÇMİŞTEN GELECEĞE ORHAN ERİNÇ Örtüşen Mantıklar ‘‘Orada yapılıyor olması, sizin de burda yapıyor olmanızı haklı kılmaz.’’ Oysa aynı zamanda bir itirafı da içeren yanıtlar, yöneltilen soruların karşılığı değil. Onlardan istenen, şayet varsa AB kurallarının uygulanmasını yalnız bizden değil onlardan da istemeleri. Ama bu konuda nedense suskunlar. Yaptıkları, bizdeki ‘‘irtica’’ tartışmalarına irtica yandaşlarının verdikleri yanıtla ne kadar özdeşleşiyor. ??? İfade özgürlüğü konusunda da aynı yaklaşımla karşı karşıyayız. Ermeni soykırımı iddialarına ‘‘var’’ demek bizde suç oluşturuyor, onlarda ise ‘‘yok’’ demek. Bu kavrama Fransa da katılmak üzere. Belki o da kendi tarihindeki aşılması çok kolay. ??? AB’nin mantığı da aynı. Birlik üyesi olduktan sonra ülkeler, istediklerini yapma hakkına da ulaşıyorlar. Birlik üyesi olmaya niyetlenen ülkenin ise durumu vahim. Bir dizi dayatmayı kabullenmek, hayali suçlamalara ‘‘Evet biz suçluyuz’’ demeye zorlanmak, üyeliğin baş koşulları arasına katılıveriyor.. Mesela Yunanistan’ın Batı Trakya’da yaşayan Türk İslam azınlığına reva gördüğü uygulama yok sayılırken Türkiye’den azınlık vakıfları konusunda istenenlere, ibadet olanaklarının sınırlandığı suçlamaları da ekleniveriyor. AB sözcüleri bu konudaki sorulara sudan bir yanıt veriyorlar. soykırımın gündeme getirilmesinden korktuğu için böyle bir yolu deniyor. Onun sabıkasında yalnızca Cezayir’deki acımasızlığı yok. Fransa Parlamentosu’nun 1794 yılında ülkenin ‘‘Vendee’’ bölgesinde yaşayan halkın; kadın, erkek ve çocuk demeden katledilmesi için bir generale yetki veren yasayı çıkarmış olmasını yok sayma olanağı bulunmuyor. Hem de bu gaddarlık 19 Mayıs 2006 günü Le Figaro gazetesinde gündeme getirilmiş ve ‘‘insanlığa karşı suç’’ olduğu belirtilmişken. ??? Aslında dünyadaki tüm siyasetçilerin kendilerine çekidüzen vermeleri, oy peşinde koşarken yetkilerini de dikkate almaları gereken bir dönemden geçiyoruz. Mantıkların örtüşüyor olması ne bizdeki ne de AB’deki siyasetçilerin haklı olduklarını gösteriyor. Gösterdiği tek şey, siyasetçiler sayesinde dünyanın hızla geriye gitmekte oluşu. İrticanın bir başka yüzünü de bu yaklaşım oluşturuyor. M oerinc?cumhuriyet.com.tr uhalif rock müziğin ağır topu Rage Aganist The Machine’nin solisti Zack De La Rocha’nın ve Soundgarden’ın şair/müzisyen lideri Chris Cornell’in gruplarından ayrılmasının yakın zamanlara denk gelmesi rock müzik adına büyük bir şanstı. Çünkü bu zamanlı ayrılıklar Audioslave gibi bir grubu yarattı. Chris Cornell ve Rage Aganist The Machine’in esas adamı Tom Morello anlaşıp “Audioslave”ı yarattığında ilk albümleri yayımlanmadan “yıldızlar topluluğu ve süper grup” sıfatlarını sahiplenmişti. Neyseki ani gelen bu süslü sıfatların ağırlığı altında ezilmediler, hatta onları gölgede bırakacak bir performans sergilediler. Kendi isimlerini taşıyan ilk albümlerinden çıkan “Like a Stone” ilahi gibi söylenmeye başlandı. Chris Cornell bu parçada: “Orada senin için bekleyeceğim, bir taş gibi ve yalnız” derken ölümü ima ettiğini açıklaması ise şarkının bir sevgiliye yazıldığını düşünenleri oldukça şaşırttı. Yine aynı albümde yer alan anarşist bir tavra sahip “Show Me How To Livebana nasıl yaşanılacağını göster” de çıkışla rını sağlam temeller üzerine yapmalarını sağladı. İkinci albümleri “Out Of Exile” geçen yıl yayımlandığında, “Be Yourself” kulakların pasını sildi. Bu dönemde grup bir ilki gerçekleştirerek Küba’ya gitti ve o efsane konserlerini verdi. Belgesel niteliğindeki bu konser “Live In Cuba” ismiyle DVD olarak yayımlandı. Geçen haftalarda grubun yeni bir albümü daha piyasaya çıktı: “Revelations”. Albüm kendi ismini taşıyan “Revalations” ile açılıyor ve “Chris Cornell vokalı işte budur” diyorsunuz. “One On Same” farklı gitar tınıları ile heyecan yüklü. "Sound Of A Gun" ileride çok sık dinleyeceğimiz, albümün gizli kahramanlarından. “Original Fire” ise tam bir çıkış parçası, ama şunu söylemek gerekli, albüm ondan çok daha fazlasını veriyor. “Wide Awake” ABD’nin en büyük doğa felaketi olarak tanımlanan “Katrina” kasırgasında her şeylerini kaybeden insanlar için yazılmış, ama sözlerin asıl hedefi Bush. Şarkıda Bush’un artık başkaları için kâbus olan rüyasından bir an önce uyanıp kendine gelmesi dile getiriliyor. Cornell hayranlarına bir haber daha, imzasını, yeni “James Bond” filminin jeneriğinde de göreceğiz...
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear