25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

12 Yoksulluk ve şiddet ilişkisi ZEYNEP ORAL Şiddetin tırmanışıyla ekonomik uçurumun büyümesi arasındaki kaçınılmaz bağ gibi birbiriyle iç içe geçmiş durumda. Diktatör Saddam, Bush yönetimine Irak petrol pastasından daha büyük pay verseydi Irak’ta bütün bunlar olur muydu acaba? Irak’ın işgali için icat edilen, kanıtlanamayan, sonradan yalan olduğu anlaşılan tüm gerekçeler yine de ileri sürülür müydü? Bakın Suudi Arabistan’a, ABD ile paşa paşa geçiniyor! Biliyorsunuz değil mi, bugün dünyadaki toplam silah satışlarının yüzde 75’i yoksul ülkelere yapılıyor. Bu toplam silah satışının yüzde 86’sı BM’deki beş daimi üyeye, yani Fransa, İngiltere, Çin, Rusya ve ABD’ye ait... Bugün yeryüzündeki tüm silahlı çatışmalarda, etnik kavgalarda, kitle güçlerinin çarpışmasında, ev içi, aile içi şiddette, hedef tahtasında olan hep kadınlar. Savaşlar, çatışmalar, isyanlar, hâlâ kadın bedenleri üzerinden yapılıyor. Cezalandırmalar, öç almalar, intikam seferleri de öyle... Kadınlar kendi bedenleri üzerinde söz sahibi değiller. KADININ HÂLÂ YERİ YOK... Savaş dışı zamanlarda (ki o zamanlar giderek azalıyor ya da yok oluyor), politik ve ekonomik yapılanmalarda, hükümetlerde, ulusal ya da uluslararası karar alma mekanizmalarında, dünyanın gelişim ve barış süreçlerinde, güç dengelerinin oluşmasında kadının hâlâ yeri yok. Savaş dönemlerinde ise kadınlara düşen rol, savaş uğruna, vatan uğruna, toprak uğruna, petrol uğruna, vb. uğruna feda edilecek çocuklar doğurmak ve onları yetiştirmek, yani ‘‘annelik’’ (tercihan erkek anneliği, asker anneliği)... Savaş dönemlerinde kadına bir rol daha düşüyor: Galip gelenlere, yenilenler adına bedel ödemek! Bu bedeli bedenleriyle ödüyorlar. Cinsel tacize uğrayan, tecavüz edilen bedenleriyle, korumaya çalıştıkları ruhlarıyla... Evdeki şiddetin bir uzantısı olan silahlı çatışmalarda, kadınlar, kadınların bedenleri, katılmadıkları, onaylamadıkları, başlatmadıkları savaşlarda, savaş aracı olarak kullanılıyor. İnsan anımsamadan edemiyor. Anımsıyorum: Bosna’da, savaşın daha ilk aylarında 20 bin kadın tecavüze uğradı. Sonraki yıllarda Balkan Savaşı sırasında, toplam 50 bin dolayında kadın ve kız çocuğu aynı akıbete uğradı. 15.BİNDEN FAZLA KADIN VE ÇOCUK TECAVÜZE UĞRADI... Burundi ve Ruanda’da Tutsilerle Hutuların kavgasında, ilk öldürülenler kadınlar ve çocuklardı. Yalnız Ruanda’da bir yılda 15.000’den fazla kadın ve kız çocuğu tecavüze uğradı. Yine son yıllarda, Kamboçya, Liberya, Peru, Somali ve Uganda’daki silahlı çatışmalarda kadınların ırzına toplu halde geçildiği ortaya çıktı. Daha iki yıl önceydi: Uluslararası Af Örgütü, Sudan’ın Darfur bölgesinde yüzlerce kadının; Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde binlerce kadının tecavüze uğradığını, Kolombiya, Nepal, Hindistan, Çeçenistan ya da Salomon Adaları’ndaki tüm çatışmalarda yine kadınların tecavüz kurbanı olduğunu belirtiyordu. Tecavüz artık bir savaş silahı olarak kullanılmaktadır. Hayır, bu yalnızca 20. ve 21. yüzyılın marifeti değil. Tarih boyunca savaşın bedelini kadınlar çekti. Bugün bunun daha çok bilincindeysek, geçmişte savaşlar, ordular arasında olurken, günümüzde silahlı çatışmalarda ölenlerin yüzde 90’ının siviller olmasındandır... C dizi EKİM CUMA Şiddet ve köktendincilik D ünyadaki politikekonomik gelişmelere paralel olarak köktendinciliğin hızla tırmanması da, kadınlara yönelik şiddetin artmasına neden oldu. Tektanrılı tüm dinlerde, köktendinciliğin kadınlara hep zulmettiğini biliyoruz. Tarih, üstü kapalı da olsa bunun kanıtlarını çoktan ortaya koydu. Hiç ama hiç beni terk etmeyecek tanıklıkları 1985’te Kenya’daki Dünya Kadın Konferansı’nda dinlemiştim. İranlı kadınlar anlatıyordu. Iran’da Humeyni’nin dönüşüyle başlayan ‘‘İslam Devrimi’’nde, şeriata uymayan kadınlar tek tek idam edilecekti. Ancak ‘‘Bakireler cennete gider’’ savına sıkı sıkı bağlı devrim muhafızları, öldürecekleri kadınların, kız çocukların cennete gitmesini önlemek için önce gerekeni yapmışlardı. Pakistanlı kadınlar anlatıyordu: Ülkelerinde sıkıyönetim ilan edilip, tüm politik partiler kapatıldığında, politik liderleri yakalayabilmek için önce kadınları toplayıp Lahor kalesine tıkmışlardı. Gerekçesi, ‘‘kadınların dine aykırı davranışlarıydı’’. Ve kadınların bedenleri üzerinden, yakalamak istedikleri erkeklerin izini sürmüşlerdi. İşgalden hemen önce Irak’taydım. Bağdat’ta savaş uçaklarını görme olasılığı karşısında gözlerini gökyüzüne çevirmeye korkan kadınlar, çocuklarının ‘‘Anne yarın okulum bombalanır mı’’ sorusuna kahramanca göğüs gererken, içlerinden biri ‘‘Kadın olduğumu unutuyorum’’ diyordu bana... ‘‘Kadın olduğunu unutuyordu’’. Çünkü uluslararası ambargoya karşı, yokluklara karşı, Saddam’ın diktatörlüğüne karşı, Amerikan tehdidine karşı savaşıyordu. Tıpkı ilerici başka kadınlar, başka erkekler gibi... İşgalden ve savaştan sonra bugün aynı kadın ‘‘Bağdat’ı artık tanıyamıyorum. Burası başka bir ülke oldu. Kadınları çarşafa sokuyorlar, başlarını örttürüyorlar. Artık istesem de ne kadınlığımı ne de ikinci sınıf vatandaşlığımı bana unutturabilirler!’’ diye haykırıyor. Hiç unutmuyorum. ABD ve İngiliz askerleri Bağdat’ı bombalayıp kentte yerleştikten sonraki aylardaydı. Saddam döneminde yurtdışına kaçmış olan kadınların kurduğu, merkezi Londra’daki örgüt, ülkelerinin yeniden yapılanmasında rol almak istiyordu. ‘‘Kadınlar, Irak nüfusunun yüzde 57’sini oluşturur. Uzun yıllar boyu süren iç çatışmalar, İran’la savaş, Körfez Savaşı, bu savaşı izleyen, ülkeyi enkaz haline getiren yaptırımlar rejimi ve son olarak da koalisyon güçlerince açılan savaş, geriye dullar, öksüzler, çoğu öldürülmüş aileler, hastalık, açlık ve umutsuzluk ülkesi bıraktı’’ diye başlayan bir açık mektup yayımladılar. Ülkenin yalnız yaralarını sarmakta değil, geleceğini kurmakta, yeni anayasanın hazırlanmasında da aktif görev ve sorumluluk almak istediklerini, Irak’taki ‘‘kahraman, cefakâr ve uzun süre acı çekmiş’’ kadınlarla güç birliği yapmaya hazır olduklarını belirtiyorlardı. Ancak ne var ki, Bağdat’taki yeni yönetim, dünyanın birçok ülkesinde örgütlenmiş olan Iraklı kadınların, ülkelerindeki bir kadın toplantısına katılmalarına bile izin vermiyordu. Gerekçe, ‘‘dini hassasiyetleri göz önünde tutmaktı’’. ‘‘Barış ve Demokrasi İçin Iraklı Kadınlar’’, bu açık mektubun New York Times ve Londra’da The Times gazetelerinde de yayımlanmasını istediler. İkisinden de ret yanıtı aldılar. (Hayır, uygar basın ‘‘Dini gerekçe’’ demedi.) Ancak gerek Irak’ta, gerek Afganistan’daki gözlemlerim, Amerikan güçlerinin işgal ettiği, savaş açtığı, kendi deyişleriyle ‘‘özgürlük ve demokrasi’’ getirdikleri her yerde köktendinciliğin yerleşmesi ve kadınların biraz daha kuşatılması, daha yoğun şiddete maruz kalmalarıyla sonuçlanıyor. Ancak Irak’ı ‘‘yeniden yapılandıran’’ ABD yönetiminin umurunda değil bunlar elbet... Bu yazıyı yazdığım gün, tüm basınımız Çeçenistan’dan gelen haberlerle doluydu. Orada da ‘‘şeriat’’ adına ‘‘zina’’yla suçlanan kadınlara işkence hızla yayılıyordu. Mülteci kadın olmak ‘‘Tam sınıra yaklaşmıştık ki kucağımdaki bebek ağlamaya başladı. Ben, altı çocuğumla birlikte kaçıyordum. Kucağımdaki bebek on aylıktı. Bizimle birlikte kaçanlar, haklı olarak bebeğin ağlamasından tedirgin olmaya başladılar. ‘Sustur şunu’ diyorlardı, ‘sustur şunu’.. Elimden geleni yapıyordum, ama bebek susmuyordu. Hepimiz çok korkuyorduk. Biraz önce bize saldıranlar ağlamayı duyup yeniden saldırabilirlerdi... Sonunda bebeğimi susturmaya karar verdim... Yaptım o işi. Bebeğimi sonuna dek susturdum... Mecburdum. Önceki beş çocuğumu kurtarmak için mecburdum..’’ ‘‘Sığınma hakkı için başvuruda bulunduktan sonra, altı ay beklemem gerekti. O altı ay içinde aç kaldım, susuz kaldım. Hiçbiri o kadar komadı. Ama o altı ay içinde karşılaştığım her güvenlik görevlisinin altına yatmak zorunda kaldım... Mecburdum, sığınma hakkımın verilmesini bekliyordum... Bugün her polis gördüğümde kusmam ondandır.’’ ??? ‘‘Sonunda sınıra ulaştık.. Sınır görevlileri ilk iş olarak kadınları bir yana çocukları öteki yana ayırdılar. Çocukların başlarına bir görevli dikip biz beş kadını başka odaya aldılar. Orada bize her istediklerini yaptılar. Dört gün sürdü bu... Çıt çıkarmadık. Mecburduk. Karşı koyan ya da bunları sonradan anlatacak olan çıkarsa, derhal hepimizi geldiğimiz yere yollayacaklarını söylemişlerdi. Biliyorum. Yaparlardı..’’ (Zeynep Oral’ın ‘Kadın Olmak’ kitabından.) Savaş sonrası ortamda K S evgili okurlar, şimdi sizi şiddet olgusuna ilişkin kimi sayılarla baş başa bırakıyorum. Her biri üzerinde sayfalarca yorum yapılabilir. Ben yalnızca her biri üzerinde biraz düşünmenizi istiyorum: (Bu sayılar KaDer’in 2003 ‘‘Kadın Sorunlarına Çözüm Arayışı Kurultayı’’ndaki raporlardan alınmıştır.) Türkiye’de tüm kadınların dörtte biri şiddete uğruyor. Şiddete uğrayan kadınların dörtte üçünde fail, kadının eşidir. Şiddete uğrayan erkeklerin beşte dördünde aile dışında şiddet meydana geliyor. Cinayet sonucu ölen kadınların yüzde 4070’i eşi tarafından öldürülüyor. Tecavüze uğrayanların yarısı 18 yaşın altında. Bunlardan yüzde 10’u erkek çocuk, yüzde 90’ı kız Sayılar neyi söyler? çocuktur. Şiddete taraf olan çocukların yüzde 85’i çocukluğunda ya şiddet mağduru ya da tanığıdır. Her 4 kız çocuktan biri, her 7 erkek çocuktan biri cinsel şiddete uğruyor. 510 yaş arası çocukların yüzde 55’i ensest mağduru. 1016 yaş arası çocukların yüzde 40’ı ensest mağduru. Cinsel saldırganların yüzde 75’i tanıdık biridir. Ensest olaylarında faillerin yüzde 50’si öz baba ve sırasıyla amcalar, enişteler, ağabeyler, dedeler ve dayılardır. Bütün bu sayılar neyi mi söylüyor? Kadının, insan haklarının neden, nasıl, niçin ihlal edildiğini, yok sayıldığını söylüyor. Zihniyet: 1997 yılında Ege Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nün yaptığı bir araştırmaya göre; 50 adli tıp uzmanından 4’ü, 85 psikoloğun yüzde 6’sı, 100 avukatın 10’u, 80 hâkim ve savcının yüzde 17’si ve 100 polisin 33’ü, ‘‘Bazı kadınlar tecavüzü hak eder’’ diyordu. Aynı araştırmaya göre, psikologların yüzde 18’i, hâkim, savcı ve avukatların yüzde 40’ı, polislerin yüzde 66’sı, ‘‘Kadının dış görünüşü ve davranışları tecavüze yol açar’’ diyordu. Bu sözler bana, Türkiye’de tam da Ceza Yasası tartışılırken kimi AKP’li milletvekillerinin ‘‘inciler’’ini çağrıştırdı: Kimi, tecavüzcüyü, tecavüz ettiği kadınla evlendirip onu cezadan kurtarırken; kimi ‘‘Eşini biriyle el ele görürsen iki tokat vurmaz mısın’’ diye sordu; kimi de ‘‘Zaten Türkiye’de bâkire olmayanla kimse evlenmez’’ deyip çıktı işin içinden. Bütün bu söylemlerin kadına yönelik şiddeti körüklediği görmezlikten gelindi. Ancak bu söylem bir zihniyeti ortaya koyuyor. Kadını aşağılayan, kadına karşı şiddeti, ayrımcılığı ve eşitsizliği yücelten, körükleyen, savunan bu zihniyeti değiştirmek için yapılacak çok şey var. Feminist politikalar üretmekle işe başlayabiliriz. (2004 tarihli bir yazımdan.) adınlar, istemedikleri, başlatmadıkları, katılmadıkları, onaylamadıkları savaşlarda ve silahlı çatışmalarda ‘‘araç’’ olarak kullanılıyor, tamam. En ağır bedeli ödüyor, o da tamam. Ya savaş sonrası: Savaş sonrası ortam, kadın ve kız çocuklara uygulanan şiddeti bin kat arttırmakla kalmıyor, kadınların ekonomiksosyalpolitik hakları uğruna mücadelesini de yok ediyor. Savaşlar, silahlı çatışmalar ya da güvenlik gerekçesiyle boşaltılan alanlar nedeniyle evlerini, köylerini, yurtlarını terk edenlerin tam sayısı asla bilinmiyor. Bir insanın sığınma hakkı istemek üzere başvurusuyla, bu hakkı alması arasında öyle çok zaman geçiyor ve oradan oraya sürüklenmeler öylesine bitmiyor ki, kesin sayı bilinmiyor. Tahmini 15 20 milyon. Ancak tüm BM raporlarının söylediği ve bilinen bir gerçek var: Bu sayının yüzde 75’i kadınlardan ve çocuklardan oluşuyor. Köklerinden, yurdundan, evinden, toprağından, geçmişinden, anılarından kopan mülteci kadının artık en büyük korkusu ‘‘yanlış yapmak’’tır. Çünkü yanlış yapmanın tek anlamı vardır: Sınır dışı edilmek. Mülteci kadınlar deyince: Uzak Asya’da, Malezya’nın doğusundaki Pulau Adası’nı anmadan geçemem. Sığınacak yer bulana dek, Filipin, Çin, Kamboçya, Vietnam’dan kaçanlar buradaki teknelerde yaşıyorlardı. ‘‘Tekne İnsanları’’ denirdi onlara. Çoğu kadın ve çocuk... Orada yaşayan 2400 kadına, hepsine tecavüz edildi. Savaş sonrası ortamın kadınlar üzerindeki bir başka sonucu, insan ticareti. Yılda ortalama 4 milyon insan, insan ticareti yapan çetelerin ağına düşüyor. Bunun büyük bir çoğunluğu zorla fuhuş için kaçırılan kadınlar ve çocuklar. Uluslararası Af Örgütü’nün raporlarına göre kaçakçılık mağduru kişilerin otomatik koruma ve yardım hakkının olmaması; tanık koruma kanunlarının olmaması ya da eksik uygulanması; ülke içi insan kaçakçılığının suç sayılmaması; tehditler ve misilleme korkuları gibi sorunlar, sağ kalanların korunmasını ve faillerin kovuşturulmasını engelliyor... Dünyanın neresinde olursa olsun, ister burada, ister orada... Son yıllarda kadınların savaşa karşı onurlu duruşlarına hep tanık olduk. (TBMM’de Irak’a saldırı tezkeresinin geçmemesinde de kadınlar etkin bir rol oynadı.) Bana öyle geliyor ki, kadınların hak arayışları, sorunlarına çözüm arayışları ile savaşa, her tür şiddete karşı duruşları birbirinden ayrılmaz bir bütün. Bunun bilincinde olmak, şiddet sarmalından çıkmadıkça ne kadın ne erkek için hiçbir kurtuluş yolu olmadığının ayırdına varmak, kadınların en büyük, en onurlu erdemi. Aynı zamanda başlıca umudu. HAFTAYA: ŞİRİN TEKELİ, ŞENAL SARIHAN
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear