Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
2 OKURLARA İBRAHİM YILDIZ C olaylar ve görüşler EKİM CUMA İrticanın Tanımı ve AB açıkça Atatürk devrim modelinden, Atatürkçülükten uzaklaşmamızı istemektedir. Neden? Çünkü, Atatürk devrim modeli ve Kemalizm küreselleşmenin mantığına, çıkarına karşı. Şu aşamada, Batı’daki küreselleşme olgusu Batı’yı neredeyse kendi Aydınlanma değerlerini yadsır duruma getirmiştir. Batı bu nedenle de Türkiye’nin Aydınlanma çağını başlatan Atatürk’e ve Kemalizme karşıdır.’’ Üstteki satırlar Prof. Dr. Suna Kili’ye ait. Prof. Kili’nin Türk Devrim Tarihi, Atatürk Devrimi ve Türk Anayasa Metinleri kitaplarının yeni baskıları satışta. Prof. Kili’nin dikkat çektiği gibi, Batı destekli AKP, irtica faaliyetlerinin yoğunlaştığı dönemin hükümetidir. ??? ‘‘İrticanın tanımı yapılsın’’ ya da ‘‘Biz oturur, bunu masada çözeriz’’ sulandırmaları ile konu gizli kapılar ardına çekilmek istenmektedir. Oysa Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve Yargıtay Başkanlar Kurulu yaptıkları açıklamalarda, Türkiye Cumhuriyeti’nin, irtica tehdidi ile karşı karşıya olduğunu vurgulamışlardır. İrtica faaliyetlerini sıralasak sayfalar yetmez... Bugün 500’e yakın radyo ve televizyonda şeriat propagandası yapılmaktadır. Hizbullah çizgisinde gazete, dergi ve internet siteleri yayın yapmaktadır. Binlerce gazete, dergi, broşür kapı kapı dolaşılarak bedava dağıtılmaktadır. Üniversitelerin bulunduğu kentlerde şeriatçı örgütlenme faaliyetleri ağabeyler, ablalar önderliğinde yürütülmekte, yurtlarda türban zorunluluğu getirilmekte, türban takanlara aylık bağlanmaktadır. Binlerce Kuran kursunun yanı sıra tarikat ve cemaat okulları pıtrak gibi çoğalmaktadır. Sarıklı, cüppeli ve kara çarşaflı kişilerin sayısı artmış, İstanbul’un göbeğindeki Fatih Çarşamba semti ‘‘kurtarılmış bölge’’ olarak ilan edilmiştir. Milli Eğitim’in okul kitaplarında, AKP’li belediyelerin yayımladığı dergilerde şeriat propagandası yapılmakta, aptes suyunun yararları tartışılmaktadır. Laikliğin savunucusu bilim insanlarının, yazarların isimleri sokak tabelalarından silinerek yerlerine tarikat şeyhlerinin isimleri yazılmaktadır. TBMM Başkanı, laikliğin ve kamusal alanın tartışılmasını istemiş, 23 Nisan kutlamalarında çocuklara kara çarşaf giydirilmiştir. Devlet Bakanı Ali Babacan, AB’ye sunulan müzakere belgesinde ‘‘Türkiye’nin eğitim sistemi laiktir’’ ifadesini metinden çıkarmıştır. ??? Amaç, şeriat düzenini hakim kılmaktır. Bu nedenle Danıştay’da türban cinayeti işlenmiştir. Kemalist devrimlerin bilinçli bir biçimde aşındırıldığı ortadadır. Türbanı siyasetin göbeğine oturtan AKP’nin her şey açık seçik ortadayken ‘‘irticanın tanımını’’ istemesi takıyyedir. İyi haftalar... Hiddet (Wut)*: ‘Ölmüş kültür ayağa kalkamaz’ ( ) ilenin en küçük “tüketim birimi” olarak cazibesi, uzunca bir süredir kapitalizmin gözünden düşmüş durumda. Artık, yani belki yüz yıldır, ailenin bireyleri müstakil olarak kapitalizmin hedef tahtasına oturmuş durumdalar. Tüm ideolojik odaklanma birey üzerinde. Paylaşılamayan hayat neye yarar? İnsanın toplumsallaşma ihtiyacı doğanın diyalektiği içerisinde gelişti. İnsanoğlu, dünya üzerindeki devamlılığını doğaya karşı örgütlenerek sağlayabildi. Eğer öyle olmamış olsaydı, fiziksel kapasitesi diğer etoburlara oranla oldukça zayıf olan ve yüz binlerce yıl bu etoburların beslenme mönüsünün üst sıralarında yer alan insanoğlu çoktan soyu tükenen canlılar kervanına eklenmiş olurdu. Peki neden hayatı ve dünyayı paylaşmanın, varlığın idamesi için gereken dayanışmanın ucu karartıldı? İnsanoğlu varlığını sürdürebilmek için doğayla giriştiği amansız mücadelede, dayanışmayı, paylaşmayı alnının akıyla becerip birkaç milyon yılı kazasız belasız atlattıktan sonra neden vahşet döneminde doğanın yapamadığını kendi kendine yapmaya kalkıştı? Eğer “her şeyin kendi çelişkisini içerisinde taşıdığı”na inanıyorsak, insanoğlunun bu muhteşem yükselişinin ardından nasıl büyük bir hızla, birkaç bin yılda, düşüşe geçtiğini soğukkanlılıkla irdeleyebilir ve bu düşüşü durdurabiliriz. Çünkü bu düşüş, belki dünyayı ve doğayı değil ama, insanoğlunun varlığını kesin olarak bitirecek. İnsanoğlunun toplumsal sınıflara doğru kutuplaşmasıyla başlayan karanlık dönem, ya da başlayan düşüş herhalde kapitalizmle en kesif, ya da en dip noktasına ulaştı. Adeta vahşet döneminin oldukça mükemmelleştirilmiş bir kopyası, bir uzantısı insan hayatında yeniden başarıyla tesis edildi. Büyük kentlerin sokaklarında hortlatılan ilkçağ cangılları her türlü ilerlemenin, gelişmenin önüne birer tehdit olarak dikildiler. Ama, acaba bugünün gerçek vahşi cangılları bu sokaklar mı, yoksa kendimizi en ücra ve görünmez köşelerine hapsettiğimiz menkuller, gayrımenkuller, mal var PENCERE Sovyetler’in Yıkılması İyi mi Oldu? Miş.. miş.. miş.. Chirac ne demiş? Merkel ne demiş?.. Blair ne demiş?.. Bush ne demiş?.. Sarkozy ne demiş?.. Zavallı Türkiye!.. ? Konuşanların tümü bizi şamar oğlanına çevirdiler... Aklımız yitik.. Mantığımız fos.. Dünyanın değiştiğini, eskisinin yitip gittiğini, yeni koşulların çevremizi sardığını anlamak yetersizliğinde kıvranıyoruz, yeni dünyanın gerçek koşullarını tartıp değerlendirmekten yoksun olduğumuz için ne yapacağımızı bilemiyor, emperyalizmin kodamanlarının ya da temsilcilerinin ağzının içine bakıyoruz... ? Çoğumuza şaşırtıcı gelebilecek bir soru: Sovyetler’in 1991’de yıkılması iyi mi oldu, kötü mü?.. İyi ya da kötü lafları kimilerine göre değişebilecek bir içerik taşır; bu nedenle sorunun yanıtını düşünürken gözle görülür, elle tutulur olaylara bakmakta yarar var... Sovyetler yıkılınca Ermenistan bağımsız bir devlet oldu ve Avrupa ile Amerika’daki diasporayla birleşti... Batı, Sovyetler yıkılmadan önce Amerikası’yla ve Avrupası’yla Türkiye’ye muhtaçtı; Anadolu’nun bütünlüğünü korumak zorundaydı... Ermeni soykırımı savını, Sovyetler varken ve Doğu Batı çelişkisi yürürlükteyken, Batı hiçbir zaman bugünkü açıklığıyla, resmiyetiyle, ağırlığıyla, dayatmasıyla gündeme getiremezdi... Amerika Kürdistan kartını bugünkü gibi Demokles kılıcı niteliğiyle Türkiye’nin başının üstünde sallandıramazdı... Sovyetler yıkılmasaydı, Batı, Yunanistan ve Kıbrıs’ı içleyip Türkiye’yi bugünkü gibi dışlayamazdı... Bu gerçeklere eklenecek daha pek çok noktayı vurgulamak olanağı var; ama, geçelim... ? Demek ki Sovyetler’in yıkılması Türkiye için hiç de iyi olmadı... ABD ülkemizde ‘ılımlı İslam Devlet Modeli’ni destekliyor... Bu tutum laik Türkiye Cumhuriyeti’nin sonunu vurgulamaktadır... ABD, Irak işgaliyle ele geçirdiği Kuzey Irak’ı Türkiye’nin bölünmesi siyasetinde koz gibi kullanıyor... Emperyalizmin tarihsel yöntemi ne?.. “ Parçala ve hükmet!..” Üstelik bizim iktidar ne diyor: Güneydoğu sınırımızın hem berisinde hem ötesinde konuşlanan ABD “stratejik müttefikimiz” imiş!.. Biz bu kadar saf ya da aptal veya güdümlü dangalak mıyız?.. ? Peki, sonuç?.. Türkiye’yi yönetenler partileriyle, Dışişleri Bakanlığı’yla, politikacılarıyla, diplomatlarıyla, profesörleriyle, gazetecileriyle ‘Soğuk Savaş’ döneminin mantığını kafalarından silmelidirler. Sovyetler yıkıldıktan sonra ne Amerika eski Amerika... Ne Avrupa eski Avrupa... Kimisi algılamakta zahmet çekebilir; ama, Sovyetler’in yıkılması Türkiye hesabına hiç de iyi olmadı... 1923 Türkiye Cumhuriyeti, Bolşevik Rusya’yla dayanışma içinde kurulmuştu... Bu gerçeği 1991’den önce bu köşede anlatmaya çalıştığımız için adımızı ‘komünist’e çıkarmaya çalışmışlardı... Artık 1991’den önceki dünya yok... Ve Türkiye topun ağzında... ? Batı, bugün Türkiye’den çok şey istiyor... Ne karşılığında?.. 10, 15, belki de 20 yıl sonra bile verilip verilmeyeceği belli olmayan AB üyeliği karşılığında... Öyleyse ünlü özdeyişi yinelemekte yarar var: Almadan vermek, ancak Allah’a mahsustur!.. Atatürk Türkiyesi kendine gelmelidir... Kişiliğini kazanmalıdır. ‘‘ABD A CELİL DENKTAŞ lıklarımız mı? Bu kopya, bu uzantı, aslında diyalektiğin bir kuralı; vahşetin uzantısı gücünü giderek azaltacak ve sonunda kendi kendisini bitirecek. Diyalektiği anlayabilmek, ancak bunu görebilmekten geçer. Bu ilkel kültür ömrünü çoktan tamamladı ve öldü. Bu yüzden tekrar ayağa kalkamaz. İnsanoğlu yüz binlerce yıl önce dayanışma, hayatı paylaşma ideolojisinin gücünü keşfederek ilkelliği ve vahşeti kendi tarihine gömdü. Bu vahşet döneminin, yeniden hortlatılmaya çalışılsa da yeniden toplumsal yaşama egemen olabilme gücü artık yok. Doğanın kendi diyalektiğinde hiçbir şeyin kendini tekrarladığı görülmemiştir. Doğanın bir parçası olduğunu her türlü yaşam pratiğinde derinden duymakta olan insanoğlu da artık vahşi cangıllara mahkum olamayacağını bilmektedir. Nitekim televizyonda da yayınlanarak Almanya’da geniş tartışmalara yol açan Züli Aladağ yönetimindeki “Wut” (Hiddet) filminde, Felix’in annesi ve babası kendi iradeleri dışında belirlenen toplumsal kurallar zinciri içerisinde sorgulamadan, düşünmeden, hissetmeden yaşamlarını sürdüren “büyük sürü”nün içerisinde ömür doldurmaktadırlar. Yaşamları son derece standart ve disiplinlidir; annenin yakın aile dostuyla yaşadığı kaçamaklara, babanın öğrencisi genç kızlara sarkıntılık etmesine kadar. Her iki ebeveyn de birbirlerinden dürüstlük ve samimiyet bekleyerek birbirlerini ve tabii ki, kendi kendilerini kandırmaktadırlar. Sahtekarlık ve yalan, beklentilere üstün gelmektedir. Peki bundan doğal ne olabilir? Özü sahtekarlığa ve yalana dayanan kapitalist üretim ilişkilerinin kendi üst yapısını, yani toplumsal yaşamı düzenleyen ideolojik birikimini, “açıklık” ve “dürüstlük” temelinde örgütlemesi beklenebilir mi? İşte Felix’in bu, “teoride sıcak” ve fakat pratikte “soğuk ve uzak” aile yaşamından kopup ilkçağ cangıllarını andıran metropol sokakları içerisinde yalan ve sahtekarlığa direnmeye çalışan “kardeş”liğe yönelmesi bu yüzdendir. Sokağa itilen gerçekten Can mıdır, yoksa altın kafesinin içerisinde özlemini duyduğu insani dayanışmayı vahşi cangılda tanıyan Felix mi? Fizik gücünün, uyanıklığın, cesaretin yaşamsal gerekler olduğu kapitalist metropol sokaklarını vahşi ilk çağ cangıllarıyla karşılaştırmak çok kolay. Fakat, sokağı bu hale getiren mülkiyet tapınmasının arkasına sığınan bencil, bireyci kafayı hangi kalıba oturtmalı? Gerçek cangıl, gerçek vahşet, gerçek hiddet (Wut) bu kafanın içerisinde çimlenen ideolojide yatmıyor mu? Ben, Züli Aladağ’ın elindeki oldukça zayıf ve milliyetçi kışkırtmalara açık kapı bırakan senaryoya, eksik teknik malzemeye, kötü oyunculuklara ve her ne olursa olsun filme başlarken kafasında tasarlamış olduğu mesaja rağmen son derece önemli bir tartışmayı beyazperdeye getirmeyi başardığına inanıyorum. Özellikle baba Simon’un, içine hapsetmeye çalıştığı vahşeti sonunda dışa vurarak kendisine kendisini geri döndüren son darbeyi vuran Can’ı istemeden de olsa öldürdükten sonra, Can’ın masum ölüsüne ağıt yakarcasına cansız bedeni bağrına basıp ağladığı kapanış sahnesiyle.... (*) Hiddet (Wut): Alman televizyonlarında yayınlanan filmin adı bazı tartışmalarda Türkçeye, “öfke” olarak çevrilmiş. Oysa ki, hiddet (tehevvür) ve öfke (hışm) arasında önemli farklılıklar var. Öfke, sınırlı bir hedefe yönelik ve yalnızca bireyin kendi iç dünyasıyla sınırlı, kısa süreli, karşındakini anında mahkum etmeyi hedefleyen bir tepki ifadesiyken, hiddet, daha genel bir pratiği kapsayan ve sürekliliği olan bir üstünlüğün güç/zor kullanımıyla meşrulaşmasını olağan sayan bir duygunun dışa vurumu. Bu fark, zaten filmin kendi akışı içerisinde de görülebilir; kaldı ki, “Wut” sözcüğünün Türkçe tam karşılığı, “hiddet”. OTOBÜSTEKİLER KEMAL URGENÇ kurgenc?yahoo.com AKP’nin Sanat’la Kavgasının Anlamı (!) iktidarının kültürAKP sanat alanındaki icraatları, çoğulcu toplumun vazgeçilmez kurumları Devlet Senfoni Orkestralarımızı patlama noktasına getirdi. Şaşırtıcı olan ise, bu uygulamalarla aydınlanma devriminin yarattığı çağdaş kültür ve sanat zemini yok edilirken kamuoyunun, dahası vazgeçilmez siyasal partilerin tahribata olan duyarsızlığıdır. Sanki Cumhuriyetin üzerinde yükseldiği kültür ve sanat yok edilirse, uğruna savaşarak sahip olabildiğimiz laik, çağdaş devlet kalacakmış gibi... YILDIRMA SİYASETİ Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın orkestralara uyguladığı yıldırma siyaseti sonunda başarıya ulaştı. Sanatçıların seçimiyle görev yapan Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Müdürü Aycan Sancar, ‘‘bakanlığı, orkestralara olan tutumu konusunda daha duyarlı olmaya davet ederek’’ tüm yönetim kurulu üyeleriyle birlikte istifa etti. Yapılan açıklamada, ‘‘yaşanan sorunların defalarca bakanlığa bildirildiği, ancak sorunların çözümü konusunda maddi ve manevi hiçbir desteğin verilmediği’’ de belirtilerek hareketin, ‘‘sanatçılara ve izleyicilere duyulan sorumluluk gereği’’ olduğu vurgulandı. ktaracağımız baskı ve hukuk dışı uygulamaları sona bırakıp esirgenenlere bakar mısınız? Kurumun, zorunlu gereksinim duyduğu elektrik, su, telefon, doğalgaz, ilan paraları bile verilmiyor. Orkestranın görev yapacağı yurtiçi ve yurtdışı Hüseyin AKBULUT turne ödenekleri çoktandır tahsis edilmiyor. Eksik kadroların bir bölümü ancak mahkeme kararlarıyla alınabiliyor. Adeta kurumun kapısına kilit vurulmak isteniyor. Esirgenen, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gibi dev bir kuruma olunca insan daha da hüzünleniyor. Kuruluşu 1826 yılına uzanan, Cumhuriyetin kuruluşuyla Ankara’ya getirilerek yüce makama bağlanan ve Atatürk’ün , müzik devriminin temel taşı ve dünyanın en eski sanat kurumlarından biri olan anıt kurum. Bu satırların yazarı olarak uzun yıllar sanatçısı ve yöneticisi olarak gurur duyduğum CSO, Türkiye’nin çağdaşlaşması için sonsuz katkılar yaptı. AKP’nin icraatlarına ve anlayışına bakarak, belki bu denli hizmetin zaten günah olduğunu, CSO’nun cezalandırılmayı çoktan hak ettiğini, yapılanın ise yaşadığımız sürece uygun düştüğünü de düşünebiliriz(!)... AKP iktidarı yaptırımlarının yalnız bu kurumla sınırlı olduğunu da düşünmeyin. İstanbul, İzmir, Bursa, Antalya ve Çukurova Devlet Senfoni Orkestralarının itildikleri durum daha da acıklı. Sürdürülen baskı, salt verilmeyen ödenekler ve kadrolarla da sınırlı değil. Bakanlık, sanatçıların oylarıyla seçilen orkestra yönetimlerinin atamalarını yapmayarak adeta darbeyle kendisine bağlı kukla yönetimler oluşturuyor. Dahası, bunları yaparken de yürürlükteki yasaları ve hukuku ayaklar altına almaktan geri kalmıyor. Kültür Bakanlığı E Müsteşar Yrd. Orkestralar da, Devlet Opera ve Balesi ile Devlet Tiyatroları da 1949 ve 1957 yılında yürürlüğe giren özel yasalarla yönetilirler. Bu kurumlar, bakanlığa ‘‘bağlı kuruluş’’ olarak yapılandırılmıştır. Yasalardaki temel anlayış, sanatın, özel yapısı ve işleyişi nedeniyle siyasal iktidarlardan arındırılarak yönetilmesi anlayışıdır. Çünkü sanat, tüm insanlığın ortak malıdır ve toplumun tümünü kucaklar, belli bir sınıfı değil. Kısaca bu yasalar, çağdaş dünyadaki tüm örnekleri gibi siyasal iktidarlar sanata karışmasın felsefesiyle düzenlenmiştir.Biz sorunlara dönüp bakanlığın inanılmaz uygulamalarına bakalım. Orkestralar, tabi oldukları 6940 sayılı Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası Yasası gereği her yıl, mart ayının ilk haftasında gizli oyla 5 sanatçıyı yönetim kurulu için seçerler. Orkestranın tüm işleri, şefle birlikte seçilen bu kurul tarafından yönetilecektir. Seçilen yönetim kurulu, aralarında görev bölümü yaparak orkestra müdürünü bakanlık onayına sunar. Bakanlık ise yapılan demokratik seçime sürekli uymuştur. Çünkü, yönetim kurulunun yaptığı görev dağılımı bir boyutuyla seçimin de tamamlanması işlemidir. Ancak AKP iktidarında bu gelenek uygulanmaz. Bakanlık, yönetim kurulundan diğer bir sanatçıyı müdür olarak atama yetkisini yasanın kendisine verdiği savıyla (doğrudur) pazarlığa girer. Seçilen uyumlu kurulu birbirine düşürmeyi dener, güvensizlik yaratır. Müdürlük teklif ettiği seçilmiş üyeler bunu kabul etmeyince, onları istifa etmiş sayar. Dahası, seçimi kazanamayan yedek üyeyi asil sayarak ve yedekleri müdür yaparak(!) işini sonuçlandırır.Beğendiniz mi? Yasalar ve hukukun ayaklar altına alınmasına aldırmayın. İstenen kaos yaratılmıştır. Sanırım buna, AKP tipi demokrasi tanımını koymamız uygun olacaktır. Sonuçta, İstanbul ve İzmir orkestralarında AKP demokrasisi sonucunda bakanlığın atadığı yedek müdürleri görev yapmaya çalışırken bir yandan onların hazırladığı, diğer yandan seçilmiş yönetimlerin yaptıkları yıllık programlar bakanlığın onayı için gün saymakta. Antalya ve Çukurova Devlet Senfoni Orkestraları kapatılmaktan son anda kurtulabildiler. İzmir orkestrasıyla birlikte bu iki yarım orkestra, bakanlık lağv edilirken zaten yeni yasadan çıkartılmıştı. Uyarımız üzerine yeniden yasaya eklendiğini belirtmeliyim. Sıra Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nda bakanlığın amaçladığı kukla yönetimini oluşturmada. AKP’nin kültür ve sanat alanındaki uygulamaları ve çağdaş sanatla kavgası ortada. Amacın, orkestraları güçlendirmek değil, onları etkinsizleştirmek olduğunu bilmeliyiz. Sanatçılar, yaşanan sorunlarının çözümü için, sanatı dışlayan iktidarlardan medet ummak, onlara kanarak bölünmek yerine, özel yasalarının gereğini yaparak, bütünleşerek ve daha çok konserle topluma daha çok yansıyarak sorunlarını çözebilirler. CUMHURİYET 02 CMYK