Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Days
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
TUTUKLU GAZETE 1 EYLÜL 2012 CUMARTESİ 5 Zulmü yaşayanlar barışın mimarı olmalı Silivri 1 No’lu Cezaevi F3 Alt koğuşunda birlikte kalan iki tutuklu gazeteci olarak tek tek görüşlerimizi yazmak yerine, karşılıklı söyleşiyle biçimlendirmeyi düşündük. Tecrit koğuşumuzda 3 adıma 3 adımlık ortak yaşam alanında plastik masamıza oturup bu söyleşiyi yaparken, mesleğimizi ne kadar özlediğimizi de fark ettik... »Mustafa Balbay: Sevgili Barış, senin adınla başlarsak... Benim ilk aklıma gelen sözlerden biri şu: “Barış savaştan zordur.” Gerçekten, hayatın pratiğine baktığımızda; ülkemizin hem içinde hem dışında savaş söylemi barıştan daha kolay kullanılıyor. »Barış Pehlivan: İç barıştan başlamak gerekirse, benim gazeteciliğe başladığım 2004’ten beri barış havasında geçen bir mevsim görmedim. Türkiye’de yaşamın bütün alanlarında adeta savaşırcasına bir mücadele var. Bu mücadele bazen öyle bir yere geliyor ki; tamamıyla savaş kuralları hüküm sürüyor. »M.B: Senin meslek yaşamın öyle... Benimki farklı mı? Meslekte 32. yılım; ülkeyi yönetenlerden en çok duyduğum iki söz şu: “Türkiye bir dar boğazdan geçiyor... Bir uçurumun kenarındayız. Bir türlü düz ovayı, bereketli bir vadiyi bulamadık. İç barış o kadar önemli ki, onu kuramadığımız an devlet sisteminden toplumsal yaşama kadar her alan bu olumsuzluktan payını alıyor. »B.P: Daha somuta indirgeyelim mi? »M.B: Örneğin; yargının toplumsal huzuru sağlaması değil, aksine gerilimi artırması... »B.P: Geldik mi bizim davalara... Takip ettiniz mi bilmiyorum; bu davalara kamuoyunun da inancı çok azalmış durumda. En azından anketler bunu gösteriyor. Kamuoyu desteğinin bu davalarda motor güç olduğunu düşünürsek, planlayanların canları hayli sıkılıyordur. 2007 yılını başlangıç kabul edersek, o günlerde toplumun büyük bir kısmı, gerçekten devletin kendi içindeki irini söküp atacağına inanıyordu. Bugün baktığımızda; koltuk aynı, sahipleri farklı. Ve ben bunun geniş kamuoyu tarafından da fark edilmeye başlandığını düşünüyorum. »M.B: Evet, böyle bir seyir oldu. Ama çok pahalıya mal oldu. Bence henüz hasar tespit çalışmaları bile yapılmış değil. Bu dönemde devlet kurumlarıyla, toplumsal dengelerle o kadar çok oynandı ki... Ben birinciliği yargıya veriyorum. Siyasi iktidar, özellikle 12 Eylül 2010 referandumunun ardından, yargıya adeta kendine ait bir kol gözüyle baktı. Yargının bu yıpranmayı ne kadar zamanda düzeltebileceğini inan ki kestiremiyorum. lerin karelerini düşünüyorum. Umarım buna imza atanlardan biri de ben olurum... Mustafa BALBAY Barış PEHLİVAN Silivri 1 No’lu Cezaevi F3 Alt Koğuş İSTANBUL DAR BOĞAZLA UÇURUMUN KIYISINDA “BARIŞ” ADLI TERÖRİST! lü hareketi, adımı, mesleği “terör faaliyeti” ilan ederseniz, varacağınız nokta bugünkü çıkmaz sokak olur. Sözüm ona yargıyı daha adil ve hızlı yapmak için paket üstüne paket çıkarıyorlar; her paket yargıyı daha karmaşık hâle getiriyor. Tabii ki davalar da bundan payını alıyor. Yargıdaki kirlenme sadece bizim gibi gazetecilerin özgürlüklerinden olmasını değil, tüm toplumun kendini cezaevinde hissetmesi sonucunu doğuruyor. »B.P: Yani Sevgi Soysal’ın dediği gibi; “ne güzel suçluyuz hepimiz!” Bu süreçle ilgili sosyologlara çok sorumluluk düştüğünü düşünüyorum. Şu an o kadar büyük bir bilgi bombardımanı altındayız ki; daha birini analiz etmeden, içselleştirmeden diğerine odaklanıyoruz. Benim en çok takıldığım ve sorun olarak gördüğüm nokta; şaşırma refleksimizi yitirmemiz ve bunun yerine kanıksama evresinin baskın olması. ternet sitelerinde yayımlandığında; okuyucu yorumları ilginç bir sonuç doğurmuş. Röportajı okuyanlar, görüşlerimi bölüm bölüm yorumlayıp çok büyük ölçüde katılmışlar. Bir görüşüme karşı çıkmışlar; o da “rövanşizm olmamalı” değerlendirmem. Pek çok okuyucu, bugünkü hukuksuzluklardan hesap sormak için her şeyin yapılması gerektiğini söylemiş. Bu tablo gösteriyor ki; toplumun önemli bir bölümü kayıtsız gibi de görünse, dipte fay hatları oluşuyor. »B.P: Orada asıl nokta; bugünkü hukuksuzlukların hesabının nasıl sorulacağı. Eğer benzer hukuk dışı yöntemler benimsenecekse, ben buna karşıyım. Büyük bir komployla 20 aydır tutukluyum. Bir gün bana bu komployu kuranların yargılanmasını elbette istiyorum. Ama bu yapılırken, bana yapılan zulmün onlara da uygulanmasını istemem. Mümkünse tutuksuz, adil ve zerre hukuksuzluk olmayan bir yargılama dilerim. Çünkü aksi kan davasına dönüşür. Her kuşak ötekinden intikam alır. Bu da zulmün değil, sadece zalimin adının değişmesi anlamına gelir. Tıpkı bugünkü gibi... Sizce de öyle değil mi? »M.B: Seni dinlerken, aklımdan Çinli Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı” adlı kitabı geçti. Yüzlerce yıl önce yazılmış olmasına karşın bugün de ZULÜM DEĞİL ZALİMİN ADI DEĞİŞİYOR »B.P: Yargıya güvensizliğin tam göbeğindeyiz. Bu söyleşiyi yaptığımız yere baktığımızda; söyleyecek çok sözümüz olduğu malum. Bakın, hani başta benim adımdan giriş yaptınız ya... Odatv iddianamesine göre; ben “Barış” adlı bir teröristim! Kod adı da değil. Terör silahlarım; haber, makale, demeç, söyleşi vs. Yani baktığınızda şu an bile “terör faaliyetine” devam ediyorum! »M.B: İşte iktidarın işine gelmeyen her tür DERİNLERDEKİ FAY HATLARI »M.B: Bu saptaman bende bambaşka bir şeyi çağrıştırdı. Evet, kanıksama havası var. Ama insanların bilinçaltlarına ne yerleşiyor? Radikal’den Ömer Şahin, cezaevine gelerek benimle güzel bir söyleşi yaptı. Pek çok konuya değindik... Ben, intikam almak istediğim tek şeyin intikam duygusu olduğunu söyledim. “Rövanşizm bu ülke için en zararlı şey” dedim. Sonradan öğrendim ki, bu söyleşi in güncel dersler içeren kitabın bir bölümünde; şöyle bir anlatım hatırlıyorum: Eğer bir ülke yönetimini alaşağı edip, topraklarını ele geçireceksen, yanına o ülkede yaşayan, sana bilgi verecek insanlar al. Bu insanları, mevcut yönetimin idam ettiği ya da uzun süre hapsettiği kişilerin akrabaları arasından seç. Benzetmede kusur olmaz; Çinli stratejistin ne demek istediğini her çağa uyarlayabilirsiniz. Bugüne de… Türkiye’de hukuk kullanılarak öyle acılar yaşatılıyor ki, Radikal’deki söyleşi örneğinde olduğu gibi; akla gelecek en uç duygular filiz verebiliyor. »B.P: Bütün duygular dediniz de, ben de gazeteciliği gelecekte hangi zeminlerde sürdüreceğimi, içinde bulunduğum duruma bakarak şekillendirmeye çalışıyorum. Sizin kıdeme göre çok uzun bir gazetecilik geçmişim yok. Ama kendimi şanslı hissediyorum. Bu mesleğe dergicilikle başladım, televizyonculukta devam ettim ve sonunda internet gazeteciliğinde derinleştim. Şunun için anlatıyorum bunları: CNN Türk için ‘Oradaydım’ adlı belgesel serisini hazırladım. 250 bölümden fazla sürdü. Ve bunlar Türkiye’nin son 70 yılında olan olayları konu alıyordu. Türkiye’nin yakın tarihinden aklınıza gelebilecek her konuyu, birebir yaşayanlarıyla konuştum. İşte bugün benzer bir ‘Oradaydım’ belgeselini birebir yaşıyorum. Bir gün bugünlerin de belgeselleri çekilecek. Biliyorum ki; bugün susanlar hiç bilmediklerimizi anlatacak. Kafamda bazen gelecekte çekilecek o belgesel »M.B: “Umarım” sözcüğüne katılmıyorum. Yapmak zorundasın. Daha doğrusu, yaşamın gerçekleri sana bu görevi veriyor. Yaşın uygun, tam cezaevi deneyimi yaşayıp, sonrasını yoğuracak çağdasın. Bu zulmü biz yaşıyorsak, mesleki kimliğimiz, gelecek kuşaklara anlatma görevini de bize veriyor. Ben bunun her şeyden öte iç barış için kaçınılmaz bir görev olduğunu düşünüyorum. Silivri’den çok eser çıkacak. Roman, tiyatro, sinema filmi, belgesel, destan... Aklına ne gelirse... Peki bunların içeriği nasıl olacak? Örneğin o filmi izleyenler, öfkeyle mi salonları terk edecek? Yoksa pek çok şey öğrenerek, gelecek kuşaklara iyi bir dünya bırakmak için kendisine de sorumluluk düştüğünün farkına vararak mı? Burada, Silivri davalarını anlatacak kişilere ciddi bir sorumluluk düşüyor. Tabii ki içine gerçeği tüm çıplaklığıyla koysun. Bu, izleyiciyi öfkelendirebilir de, ama orada bırakmasın. Ne yapıp edip, böylesi acıların bir daha yaşanmamasını ana fikir olarak versin... »B.P: Ben o filmleri / belgeselleri beynimde çekmeye başladım bile... Size çaktırmamaya çalışıyorum ama; televizyona, gazetelere hep o belgesellerin arşivi gözüyle bakıyorum. “Şu kareyi şöyle kullanırım”, “şu demeci şöyle veririm” diye kafamda tasarlıyorum. Beni en çok heyecanlandıransa; şu anda bizi 24 saat çeken kameralar. Bir gün o görüntüler arşivlerden çıkacak, belki biz de ulaşabileceğiz. İşte ben o gün büyük bir hazineye kavuşmuş olacağım. BÖYLESİ ACILARIN YAŞANMAMASI İÇİN GERÇEKTEN GÜÇLÜ BİR ŞEY YOK yemem. Ama bildiğim şu ki; özellikle bu son 5 yıldaki siyasi davalar sürecinde anlatılmayan onlarca hikaye, perde arkasında açığa çıkmayı bekleyen onlarca gerçek var. Bunların izini sürmeli bir belgesel. Toparlarsam; öfke, hüzün, acı, her neyse hangi duygunun hakim olacağını bilemem. Gerçek kadar güçlü bir şey yok. Gerçek neyse, insanlar onu hissedecek. »M.B: Bize verilen sütunun sınırları dışına çıkıp sevgili Ercan İpekçi’yi zor duruma sokmayalım. Ana fikrimizi paylaşmak gerekirse; ben söyleşimizin başında “barış savaştan zordur” dedim. Bunun hemen ardından şu sözü paylaşmak istiyorum: “Barış akıllı insanların işidir.” Türkiye’deki tabloya bakıp, yöneticilerimizin ne kadar akıllı olduğunu görebiliriz. Bence iç barışa en büyük zararı, hukukun bir iktidar aracı olarak kullanılması veriyor. Ve ben Türkiye’de birinci sorunun bu olduğunu düşünüyorum. »B.P: O zaman moda deyimle “üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü” sözde değil özde olsun, diyelim... »M.B: Kafandaki çekimlerde öne çıkan ne? »B.P: Şu öne çıkıyor, diye net bir şey söyle Nilgün CERRAHOĞLU Benim bir rüyam var… Öğrenciler… pankart açtılar diye gençliklerinin en heyecanlı yıllarında hapsi boylamayacak… Kadınlar, ilkel birer kuluçka makinesi muamelesine tabi tutulmayacak… İstedikleri zaman, istedikleri sayıda dilerlerse çocuk sahibi olacaklar… Kadın ve erkek; “eşit yurttaş”, “eşit birey” olmanın coşkusunu, onurunu tadacak… Muhalefet olmak günahla eş tutulmayacak… Dini açıdan günah olan da, laik bir sistem içinde “suç” sayılamayacak… Demokrasinin ancak… muhalefet ve farklılıklara yer açtığı müddetçe, yer açtığı oranda var olabildiği anlaşılacak. Demokratik anayasa; iktidarı, muhalefeti ve sivil toplum gücüyle ortaklaşa yazılacak… Hoşgörü bu topraklarda da bir gün boy verip kök salacak… Ve korku imparatorluğunun bu taşınmaz, korkunç yükü omuzlarımızdan kalkacak… Ancak böyle bir toplumun iç barış tesis edebileceğine ve dünya barışına katkıda bulunabileceğine inanıyorum. Bugün için evet bir rüya bu. Ama o gün gelecek! Buna inanmak istiyorum. enim de evet bir rüyam var: Gün B gelecek bu ülke hapishanelerinde tek gazeteci kalmayacak… Gazeteci, yazar, düşünen herkes fikirlerini özgürce ifade edebilecek… Özgürce konuşabilecek… Özgürce eleştirebilecek… Özgürce yazabilecek… Görüşü nedeniyle hiçbir yurttaş… cadı avı görmeyecek... İşinden, özgürlüğünden olmak korkusu duymayacak… Hiçbir kişi; dini inanç, bölge, köken farklılıkları nedeniyle ayrımcılığa uğrayıp, aşağılanmayacak. Bu güzel vatanda yan yana ve kardeşçe yaşayacak… Şanar YURDATAPAN 23 N’olacak bu yargının hâli? çıkmıştık yola. Yol boyunca çok acı dersler aldık. Yasaları düzeltmek tabii ki “olmazsa olmaz” ilk “gerek şart”. Ama meğer “yeter şart” değilmiş. Meğer yasalarda ne yazarsa yazsın, kendilerini “hukuka değil devlete” bağlı sayan ve “devlet söz konusu olunca hukuk mukuk teferruattır” diyen savcılar ve yargıçlar canlarının istediklerini yaparmış, onlar yapınca da Hoca’nın “Ben yaptım, oldu” misali, olurmuş! Yargı, hizmetinde olduğu devletin itelemesiyle yürütmeye karşı verdiği savaşı kaybetti. Doğrusu da buydu. Ama ne oldu? Böylece “bağımsız ve yansız”, özlediğimiz bir yargı mı oldu? Ne gezer! Aynı itaatle, bu kez yeni efendisine hizmet yarışında... Başta Yargıtay olmak üzere mahkemelerin kararları insanı gülmekle ağlamak arasında pinpon topuna çeviriyor. Hadi, çıkarın halının altına süpürdüğünüz 301’i. O ölmedi, orada sapasağlam duruyor ve yeni sahibinden yeşil ışık bekliyor dişlerini beynimize geçirmek için. Sahi, n’olacak bu yargının hâli? aa Ocak 1995’te, Yaşar Kemal “Der Spiegel”deki yazısı T nedeniyle DGM’de sorguya çağrıldığı günden bu yana yurdumuzda ifade özgürlüğü mücadelesinin çeşitli safhalarına tanık da oldum, sanık da. Yetmedi, hapisanelerimle de tanıştım. Çok fazla sayılmaz: Ankara Ulucanlar, İstanbul Ümraniye ve Kartal Özel Tip, kısa süreler için evim oldu. Ekmeklerini yedim, sularını içtim, haklarını inkâr edemem. En başta, “antidemokratik yasaları düzeltmek için hep birlikte onları çiğneyelim” diyerek C MY B C MY B