23 Kasım 2024 Cumartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

dar kurtarabileceği ortada. Seyirci sayısındaki düşüş Fransa için de geçerli. 1982'de 202 milyon olan seyirci 1985'te 172 milyona inmiş. Almanya'da da bir yıllık seyirci sayısında % 7 azalma görülüyor. Hollanda'da önceki yıla oranla bir iyileşmeden söz edilebilirse de tablo karamsarlığını koruyor: Bir seyircinin yılda seyrettiği filmlerden yalnızca 7'sini sinemada, 3'ünü sinema kulüplerinde seyrettiği, buna karşılık 23 filmi televizyonda, 20 filmi de video da seyrettiği hesaplanmış. Yani evde seyredilen fiim sayısı, sinemada seyredilenin dört katından fazla. Belçika'nın sayıları iyice dramatik: 1946'da 141 milyon olan seyirci sayısı 1984'te 19 milyona dUşmüş. Seyirci sayısındaki düşüşe koşut gelişen bir başka özellik de tecimsel sinema ile sanatsal kaygılar taşıyan sinemanın artık eskisi kadar aykırı uçlar oluşturmaması. Şenliklerde başarı kazanan filmlerin pazar şansı ciddi olarak artıyor. Eleştirmenlerin övdüğü filmlerle seyircinin seçtiği, hasılat rekorları kıran filmler zaman zaman çakışabiliyor. (Durum bizde bile böyle değil mi? Eskiden nitelikli filmin ülkemizde hasılat rekorları kırabileceğine kimseler inanmazdı. Bugün, sinemanın en tecimsel kaygılı insanları "sanat filmi'' yapmak peşinde değil mi?) Avrupa sinemasının bir başka özelliği de çokuluslu yapımların giderek yaygınlaşması ve sinemaların ulusal özelliklerinin yerini yaratıcılannın kişisel özelliklerinin alması. Bu olgunun tipik bir göstergesi, Rimini'de "Avrupa sinemasının 1 numarası" olarak seçilen sinemacıların kimlikleri. Biri, ünlü ltalyan yapımcı Franco Cristaldi. Visconti'den Rosi'ye dek pek çok ltalyan ustasının yapımcıUğını Ustlenen Cristaldi'nin son filmi çokuluslu bir proje, belki de "Avrupalı" bir sinemanın tipik bir örneği. Senaryo yazarı Rafael Azcona, Berlanga ve Saura gibi tspanyol ustaların yanı sıra ltalyan sinemasına da büyük katkısı olmuş, Ferreri ile pek çok filminde birlikte çalışmış bir sanatçı. "Avrupa Sinema Şenliği"nin oyuncu olarak "Bir numara" seçtiği iki yıldız da çalıştıkları ortak yapımların çokluğu ile tanınıyor. Charlotte Rampline lngilteıe'den ltalya'ya, Fransa'ya uzanan oir yelpaze içinde çalışmış. Japon yönetmen Oshima'nın Fransa'da gerçekleştirdiği "Sevgilim Max"la uluslararası yıldız niteliğini iyice pekiştirdi Rampling. tsveçli oyuncu F.rland Josephson'un da Bergman'dan Cavani'ye, Tarkovski'ye pek çok usta ile filmleri var. Margarethe von Trotta ise özellikle ele aldığı konular açısından alabildiğine Avrupalı. Terörizmin Avrupa'da yarattığı fırtınayısinemada en iyi yansıtabilen sinemacı olarak tanınıyor. Avrupah sinemacı deyince "Mefisto", "Albay Redl" gibi yapımların yönetmeni Istvan Szabo'yu, Ulkesini terk ettikten sonra ttalya ve Isveç'te çalışan Andrei Tarkovski'yi, bu yıl "Sinema Günleri"nde izlediğimiz " B a l o " n u n yönetmeni Ettore Scola'yı nasıl unuturuz? Tabii hemen altını çizmemiz gereken bir nokta Avrupa kavramının yalnaca Batı Avrupa'dan oluşmadığı. Nitekim Rimini şenliğinin yöneticisi Felice Laudadio bu eksikliğin farkında. Önümüzdeki günlerde 4'üncüsü düzenlenecek şenliğe sosyalist Avrupa ülkelerinin de katılmasına çalışıyor. Macar, Polonya, Sovyet, Çek sinemalarını dışlayan bir Avrupa sineması son derece yetersiz geliyor insana. Düş Mollandalı Pieter Verhoeff, "Düş"te geçen yüzyılın sonunda yaşanmış bir öyküden hareketle uikesindeki sınıf mücadelesinin tarihine ışık tutuyor. Flravunun Mahkemesi ispanyol yönetmen Jose Luis Carcıa Sanchez'ın "Fıravunun Mahkemesi" 1940ların Madrid'inde bir tiyatro grubunun oynadığı oyun yüzünden karakola düşmelerini anlatıyor. yor. Yaşama ve aşka dair duyarlı, güzel anİatılmış bir film. lrlandalı Peter Ormrod da yaşama umutla sarılıyor "Eat the Peach" adlı filmiyle. " ö l ü m Duvan"nda motosiklet yarıştıran iki arkadaşın iyimserliği ve direnci bizim "Bir Avuç Ccnnet"imizi anımsatıyor.. Ispaııya'dan Vicente Aranda'nın "Sessizlik Zamam" Franco dönemi lspanyası'nın küçük burjuva aydını ile köylüsünü tanıtıyor bize, başarılı bir roman uyarlaması çerçevesinde. Isviçreli yönetmen Fredi Murer'in "Dağ Ateşi" Alplerde ıssız bir dağevinde yaşayan bir ailenin kız ve erkek çocukları arasında gelişen ilişkiyi olağanustü duyarlı bir anlatım, kusursuz bir görüntü çalışması ve başarılı bir oyunculukla yansıtıyor. Gişe rekortmenleri Avrupa sinemasının bazı şanslı ürünleri tıpkı "Adı Vasfiye" ile "lnşallah Kızdır" filmleri gibi talihli. Hem eleştirmenlerin en beğendiği film olmuşlar hem de en çok hasılat getiren film. "Bir Portekiz Ayrılığı" bu filmlerden biri. Başka bir örnek de Avusturya'dan geliyor. Niki List'in "Müller'in Bürosu" polisiye film türünün bir parodisi niteliğinde. Isveç'ten Suzanne Osten'in "Mozart Kardeşler"i sanatsal üretimde gelenekçi anlayışla, modernist anlayışın çatışmasını sergiliyor. tlk filmi "Annem"de ünlü bir sinema yazarı olmasına karşın, tüm yaşamı boyunca film yapmayı düşleyen annesinin trajik yaşamını anlatan Osten, yeni filminde gene yaratıcılık sorunlarıru tartışıyor, ama bu kez sevimli bir güldürü çerçevesinde. "Gişe Rekortmenleri" arasında eleştirmenlerce seçilmemiş de olsa, bu filmlerle birlikte anılması gereken iki film daha var. Fransız yönetmen Bertrand Blier'nin "Gece Kılığı" kadınerkek ilişkisini, sevgi gereksinmesini, eşcinselliği tartışan, bir yandan da seyircisini kahkahalara boğan bir film. Doris Dorrie'nin "Erkekler"i de son yıllarda gördüğüm en başarılı gUldürUlerden biri. Feminist mesajını, güle oynaya, büyük bir sıcaklıkla veren, erkeklere kendilerine dışardan bakma olanağı sağlayan film Alman sinemasının son yılının en iyi ürünlerinden biri. İspanyol Jose Luis Garcia Sanchez'ın gene Sinema Günleri'nde izlediğimiz "Firavunun Mahkemesi, 1940'ların Madrid'inde bir tiyatro grubunun oynadığı oyun yüzünden karakola düşmelerini anlatıyor. Avrupa Sinema Şenliği'nin dordüncüsu önümüzdeki günlerde, temmuzun ilk haftasında gene Rimini'de düzenlenecek. D Jnanç arayışları Avrupa sinemasının şu günlerde hangi temalarla uğraştığını, perspektifinin ne olduğunu anlamak için de Rimini programında yer alan filmlere şöyle bir göz atmak yeterli. Avrupa Şenliği'nin eleştirmenler tarafından seçilen "Avrupa'nın en iyileri" bölümünde yer alan iki film, bu şenliğin çn iyi iki filmi olmakla kalmıyor, Avrupa sinemasının gündemindeki tematiğin en gUzel örneklerini oluşturuyordu. Filmler Tarkovski'nin "Kurban"ı ile Alain Cavalier'nin "Therese" i. Tematik ise inançtı. Bu yaklaşımın bir başka tipik örneğini de Cannes'da Altın Palmiye kazanan ve şu sıralar ülkemizde de gösterilen "Misyon" oluşturuyordu. Yönetmen Roland Joffe, "Misyon'Ma ilgili bir konuşmasında "insanlann rol modellerinc gereksinmesi olduğu"ndan, "milolojinin yaranndan" dem vuruyor, filmin "kişisel bilince bir övgii" olduğunu vurguluyordu. lnanç temas>ının en vurucu biçimde işlendiği "Therese" ve " K u r b a n " dünya sinemacılarının toplumsal sorunlardan iyice soyutlandığını ve boşlukta kalan bireyin giderek dine sarılmaktan başka seçenek göremediğini gösteriyordu. Geride bıraktığımız aylarda yitirdiğimiz sinemanın büyük ozânı Tarkovski, vasiyet filmi "Kurban"da insanhğı " t n a n ç " a çağırıyordu. lnsanlığın "rılhsal bir inlihar"a hergün biraz daha yaklaştığını söyleyen yöneımen bir insanın yaşamla bağlannı sağlam biçimde kurabilmesi için kendi öz benliğiyle barışık olması gerektiğine inanıyor, yaşamın maddi yönünü reddetmenin, kendini "kurban edebilme"nin, yitirilen moral tutarlılığı yeniden kazanabilmek için zorunlu hale gcldiğini anlatıyordu. Thirese ise, bir azizenin yaşamının son günlerini anlatırken, gene "inanç"tan, yola çıkıyor, "özveri"ye varıyordu. Kuşkusuz iki filmin de en büyük erdemi kusursuz denebilecek mükemmellikteki sinema dilleri, içerikbiçim tutarlılığıydı. Avrupa sinemacılan mistisizm ve dinsel bağlanmanın yanı sıra başka temalara da el atıyorlar elbet. Yunan yönetmen Pantelis Vulgaris'in "Taş Yıllar"ı soylu bir siyasal si nema örneği. 1954'ten 74'e uzanan bir dönemin acılarını, iki sevgilinin salt komünist oldukb.rı için bu yılları hapiste ya da kaçak ama hep birbirinden uzak geçirmelerini konu alan film Yunan sinemasının son yıllardaki en güzel ürünlerinden biri Portekiz'in "en iyi"si, Joao Botelho'nun "Bir Portekiz Ayrılığı" savaşın dehşetini vurgulayan etkileyici bir film. Alman yönetmen Herbert Achlernbusch "Hitler'i Iyileştirin"de aynı konuya mizahi bir tonla yaklaşıyor. Hollandalı Pieter Verhoeff, geçen yüzyılın sonunda yaşanmış bir öyküden hareketle uikesindeki sınıf mücadelesinin tarihine ışık tutuyor. " D ü ş " adlı filminde bir karabasan gibi anımsıyor o günlcri, insanlann düşünceleri yüzünden cezalandırıldığı o "geçmişte kalan" (!) gunleri. Avrupa sinemasının en iyileri listesinde yer alan ltalyan filmi Mario Monicelli imzasını taşıyor. Ustanın Sinema Günleri'nde izlediğimiz "lnşallah Kızdır" adb son filmi, erkeklerin bir bir ortadan kaybolduğu, kadınların birbirlerine dayanarak yaşamlarını sürdürdüğü bir aileyi konu alıyor. Feminist bir yaklaşım, yitirilen erkek egerıenliğine duyulan sempatiyle atbaşı gidiyor filmde. ttal>an eleştirmenlerle, orta sınıf beğenisini buîuşturan "lnşallah Kİzdır"ı ltalyan sinemasının büyük yapıtlarının yanına koymak olası değil. Izlanda'da bir film "Şekersiz, Sütsüz" bir tiyatro grubunun ltalya turnesini konu alı 19
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear