Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
>> Yara büyüdüğünde yana yakıla çareler arıyoruz, başkalarına gösteriyoruz. Oysa iş işten geçmiş oluyor çoğu zaman. O zaman da türküdeki gibi “El çek tabip, el çek benim yaramdan/ Ölürüm kurtulmam ben bu yaradan” diyoruz. Bu acı hem ağrı hem haz veriyor aslında. Ne denli acı olsa da bu bizim acımız. Ona sahip çıkmayı bilmeliyiz. “Aşk acısı” diye bir “dünya ağrısı” varsa bu ağrıyı öle öle çekmeyi bilmeliyiz. Yalansız riyasız, çırılçıplak. Kimseye kimlik sormadan, kimseye kimliğimizi vermeden. Şiirin içtenliği de böyle. Niye fotoğraf istensin ki? Okurun hemhâl olacağı yer şairin cemali ya da gövdesi değil, şiirin yüzü ve gövdesi. Bunun için “Aşklardan daha uzun yaşar aşk şiirleri” demişti büyük abla Sennur Sezer. “Kime yazdın o şiiri?” sorusunun yanıtı açık öyleyse. Şair, zamana yazar o şiirleri. Gelmiş ve gelecek zamana. O zamanın içinde bütün aşklar var. Kim üzerine alınırsa onun olur o zamanlar, o aşklar. Çölde aradığı Leyla değil, içindeki aşk şairin de. Bunun için “Unutma kanında bir balık gibi sıçrayan acıyı/ Onunla geçtin çölü, onunla buldun Leyla’yı/ Kerem idin, Kamber idin, güzel yüzlü o Yusuf/ Kazdın kazdıkça düşeceğin kuyuyu” demiştim yeni şiirlerimden “İki Yüzlü Zar”da. Kazıyoruz düşmek için o aşk kuyusunu. Kuyunun ağzında ağır bir kapak gibi bir sıkıntı... O kuyu kapağıdır aşk. Şairler imgelere, belagata boğulmadan yalın, şıkır şıkır aşk şiirleri yazmalı. Bugünün şiirinin eksiklerinden biri de bu tutukluk, bu kapalılık, bu mahcubiyet. Öyleyse Karacaoğlan’ı yeniden okumalı şairler. O zaman Adem’le Havva’nın günahını unutup Karacaoğlan’la dönebiliriz cennete. AŞK DENEN “BÜYÜK MEYDAN MUHAREBESİ” n Kitabın genel teması aşk olsa da bireyi toplum günlüğünden soyutlayamayacağımıza göre sende de rahat ve umarlı sevişmeler gözükmüyor. Bir ucunda ülke sorunları yansıyor. Ne dersin yalnızca aşkın, doğanın, sevdanın ve dostlukların şiirini yazabileceğimiz, kansızölümsüz günler gelecek mi? n Kansız, ölümsüz günler yeryüzüne asla gelmeyecek. Yalnızca iktidarların hırslarıyla ve histerileriyle çıkan savaşlar değil, insanın gündelik yaşamındaki hırgürler de irili ufaklı çatışmalar da böyle söylüyor bize. Aşk denen o “büyük meydan muharebesi”nde de kan ve gözyaşı eksik değil. Sevgililer aşkta gövdelerini birbirine teslim ediyor ama ruhuna ve özgürlük alanlarına dokunulmasını istemiyor. Ama kadın ya da erkek istiyor ki biri silahlarını toprağa gömsün ve teslim olsun, köleleşsin. Faşizm iki insan arasında başlıyor yani: “Sen kadınımsın, erkeğimsin” ya da “Sonsuza değin benimsin” denmeye başlanınca da gelsin ayrılıklar! Aşkta da boşuna barış arama! “Rahat sevişmeler” deyince Anday’ın Rosenbergler için yazdığı “Anı” şiiri düştü aklıma. Ne diyordu Anday ölüme gönderilen Rosenbergler için: “Rahat döşeklerin utanması bundan/ Öpüşürken bu dalgınlık bundan.” Evet, dünya bu kadar kana kesmişken aşkların da öpüşüp koklaşmaların, sarılıp sevişmelerinde pek tadı tuzu kalmıyor. Kimin için? Vicdanlı şairler veya insanın acısını kendi acısı bilen şairler için doğal ki! “Rüzgâr Yanığı”nın bazı şiirlerindeki bu gerginliği sen de görmüşsün. Ancak yine de umutlu olmalıyız. Yoksa ne aşk olur ne aşk şiiri ne hayat... “SABRI BİLİYORDUM, ŞİMDİYSE SÜTLAÇ GİBİ BİR ADAM OLDUM” n “Ağzında dil diye beslediğin o yavru serçe/ benden sana, senden bana uçup durdu beni öpünce” ya da “Serçeler gibi uçururdu çıplaklığın/ Tanrı ne katmışsa hamuruna” ikiliklerindeki gibi “Serçe ve sabah (yeli)” sende yaşam sevincine, aşka kapı açan özel imgeler. Doğa betimlemelerin de şiirini renklendiriyor. Bunlara ekleyeceğin ya da.. n Aşkla serçe fena halde benzer birbirine. Serçelerin sabah kahvaltısına tanık oldun mu, bilmiyorum. Ben oldum. Sabahları bazen Kadıköy’de bir parkta onları doyurmaya giderdim. Bir parça simitle ya da bir tutam ekmek kırıntısıyla. Kırıntılara sevinçle koşan serçelerin telaşı, onların pırpırlıkları taze âşığın aşk heyecanına o kadar benzer ki! Öyle yalın, öyle içten, öyle hesapsız. Yalnızca doymak için cıvıldayan kuşlar. Yalnızca aşkın saflığıyla titreyen âşıklar. Serçe, kitapta böyle bir simgesel gönderme. Sabahları bir parkta ekmek kırıntılarını didikleyen serçeler. Aşk da böyle bir şey işte! İzmir’de bir parkta fillerin de sabah kahvaltılarını görmüştüm. Koca bir sebze dağını on dakikada silip süpürmüşlerdi. Günümüz toplumunda bazı aşklar da “fil kahvaltısı” gibi yaşanmıyor mu? Tez canlı, kaba, tüketici, hazımsız. Ben serçeleri seviyorum. Ekleyeceğim ne olsun! “Aşk imiş her ne varsa âlemde” demişti Fuzulî. Yeryüzü aşkla yunup arınmadıkça bu zalim dünyadan çıkış yok! n Üç dönemdir TYS’nin genel başkanısın. Türkiye’nin içinde bulunduğu bunaltıcı günleri düşünürsek birçok şeyin yazarlara ve kuruluşlara dayatması var. Yazar örgütlerinde çalışmak, zaman ve beyin açısından şairi, yazarı eksiltiyor mu? n Yazarlar üzerindeki bunca baskı, bunca zulüm onların bilinçlerini diri tutuyor. Her an bir yerlerden gelen, gelecek saldırılar, şairi dirençli kılıyor. Bu korunma refleksi, şairin hayata karşı daha sağlam ve bilinçli bakmasını da sağlıyor. En azından benim için böyle bu. Sendika başkanlığımda ülkenin toplumsal yıkımının yanında bir yığın yazınsal kazayla da karşılaştım. Bu deneyimin iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, güzelle çirkini ayırma yetimi geliştirdiğini söyleyebilirim. Beni eksiltmedi, çoğalttı. Şiirlerimde öncesinde görülen sakinlik, sendikadaki çalışmalarımdan sonra daha da yatıştı. Sabrı biliyordum, şimdiyse sütlaç gibi bir adam oldum çıktım. n Rüzgâr Yanığı/ Mustafa Köz/ Yasak Meyve Yayınları/ 104 s. KITAP 24 Mart 2016 9