22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

K itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA msaslankara@hotmail.com sadikaslankara@gmail.com ROMANCILARIMIZ ARASINDA25 ‘Dünya Ağrısı’ndan sızan insansal sancı... Ayfer Tunç’un aile içinde de çocuktan, kadından yana sergilediği tutum, öteki yapıtlarında olduğunca bu son romanında da sürüyor. Öte yandan bunda da yine aşk olgusuna, bunun kadınerkek bakışı açısından konumuna yer açıyor yazar. yfer Tunç, bir yandan geniş okur kitlelerince tanınan, ama bu arada yazın entelijansiyasının benimsediği az sayıdaki yazarlarımızdan biri. Özellikle romanlarıyla aranır olmayı başarmış bir imza… Oysa çok da önemli bir öykücümüz aslında… Ne ki bizde öykü yazını, şövalye çalımıyla hep “soy yazın” peşinde gittiği, kitleselleşmeye inatla sırt dönmeyi sürdürebildiği için romana oranla görece okur ilgisi dışında kalıyor. Kendi payıma fısıldayacak olursam, öykücülerimiz, bu tutumuyla altın madalyayı da hak ediyor elbette… Nitekim romancı Ayfer Tunç’u on binler, hatta yüz binler tanıyor da öykücü Ayfer Tunç’u tanıyanlar sayıca binlerde kalıyor belki… Ama öykü yazınımızın erden ardıllarından biri olarak bu kez yine bir romanla gelmeyi yeğledi Ayfer: Dünya Ağrısı (Can, 2014)… Tunç, bu yeni romanında da her zamanki gibi kıpırdak, akışkan anlatı damarının iplerini sağıyor yazının fokurdayan ipek kazanı aracılığıyla… Bir çırpıda okuru içine çekiveren evren, sonra kendini izlemeye çağıran bir dolu karakter… Neyi anlatıyor Dünya Ağrısı? Adı üzerinde bir “dünya ağrısı”nı elbette… Ne var ki ancak bireyleşmiş insanın duyabileceği bir sancı bu… Gelin şimdi yazarın, bir top kumaş gibi okur sırtına atıverdiği Dünya Ağrısı’nın bu yüküyle tanışalım, bunu aktarmak üzere roman evreniyle yüzleşerek özellikle başkarakterin derinlerde sakladığı yarılmalara göz atalım biraz… KENT Mİ, İRİN ÜRETİM MERKEZİ Mİ… Ayfer Tunç’un bizi tanıştırdığı, ancak “içinde bir canavar(ın) uyu(duğu)” (107) küçük kent, adeta insan kapanı olarak romana yayılmıştır: “Bütün sokaklarını arşınlaması yarım gün süren” (99) “bu yarı ölü şehir” (57) “yeni semtleri saymazsan… aşağı yukarı iki caddeyle beş sokaktan ibaret”tir. (37) Kentteki kültür müdürlüğü “şiir akşamları” (87) düzenlermiş görünse de belediyenin katkısı “şenlik, festival… uydur(up) İstanbul’dan şarkıcı, türkücü getirtm(enin)” (61) ötesine geçmez. Sonuçta, “[b]urası hep Ortaçağ”dır. (193) Kentin ilk oteli sonra… Dedesinden babasına, ondan kendisine kalan otelin tutsağına dönüşmüş sahibi, işleticisi Mürşit… Aslında o, “[h]ayatını yeniden yazmak istiyor(dur), S A Y F A 1 8 n 2 1 A olmadı bu deyip yazdığı sayfaları buruşturup atmak, baştan başlamak”… Ama olası mı bu? “Bunun mümkün olmaması çok acı.” (33) Belki de bundan ötürü “Mürşit için otuz küsur yıldır her gün, hiçbir şey olmadan, hiçbir şey yapmadan geç(e)r.” (52) Oysa o, babasının “Tahsil edecek başka şey bulamadın mı?” sorusuna inat, İstanbul’da bir süre felsefe okumuş, baba felç geçirince annenin baskılamasıyla apar topar kente dönmüştür. (67) “Babası yakında iyileşecek(tir) nasıl olsa, o da İstanbul’a dönecek, yaşamak istediği hayata kaldığı yerden devam edecek(tir).” (81) Ne ki ötekiler, “onu normal bir adam olmaya zorlamaktan vazgeçm(ezler).” Oysa Mürşit, “[s]abah uyandıklarında başını alıp gitmek arzusu duymayan bu normal insanların hiçbiriyle herhangi bir ilişkisi olsun istem(ez).” (86) “Burada hayat denen rezalete, musibete, felakete tahammül etmek için gamsız olmak şarttı(r)” bu nedenle. (98) Böyle bir konumda, “birbirini gözleyen sayısız gözden ibaret” (59) kentin topraklarında altın madeni bulunduğu söylentisi yayılır günün birinde. Gerçekte bu yönde araştırma yapmak, ulaşılacak sonuca göre işe girişmek üzere çalışmaya koyulmuştur bir maden şirketi. Ama bu bile “toprağının bir yerinde altın olması ihtimaliyle aklını kaçıran” (71) kente yetmiştir. Halk, “altının zenginleştireceği bir geleceğin beklentisiyle içmeden sarhoş olmuştu(r)”… (76) İşte topluca bir çıldırma hali size… Hem de insanlar, “en çok durgun huzurlarının bozulmasından korkarlar”ken üstelik… (69) Ayfer Tunç, Dünya Ağrısı’nın temelini böyle bir çelişkiye yaslandırırken küçük kentle ailesi de karabasan gibi Mürşit’in üzerine çöker, sonuçta bu “dünya ağrısı”, bir varoluş sorunsalı bağlamında içine oturur. Mürşit, bunun çarkında boğulmamak için çabalarken tam, Madenci nitelemiyle anılan, bir dönem yazmaya da girişmiş (173), entelektüel bir mühendis çıkagelir kente, madende çalışmak üzere, sonra da Mürşit’in oteline yerleşir… Bu noktada, artalan sızıntılarıyla artık hem ikili aracılığıyla bireysel acılardan içeri dalarız hem de küçük kent ölçeğindeki sabuklamayla, bireyin ümüğünü sıkan baskılamanın derinliklerine ineriz… Peki, kentte bilimsel, düşünsel, sanatsal yapılanmayı kucaklayan toplumsallaşmış hiç mi olumlu, ileri, çağcıl adım yoktur? Bu durumda Doğan Kuban’a hak vermek gerekecektir: “Türk toplumunun A Ğ U S T O S 2 0 1 4 İçinden taşan “nesnesi belirsiz… kin” (32) duygusuyla Zebercet’i anımsatmaz değil belki Mürşit, ancak onun için “dünya ağrısı”, bir varoluş sorunsalıyla da örtüşür aynı zamanda. Bu olgu, temelde duyduğu vicdani sorumlulukla da örtüşecektir bir biçimde onun. Ne var ki bir cam fanustaymışçasına yaşadığı bu çaresizlik duygusundan kurtaramayacaktır kendisini Mürşit. Yazar, insan yaşamının ara kesitlerindeki dramatik yanları ustalıkla anlatısına yerleştiriyor. Her zamanki gibi gerekirlikleri yerli yerinde geçişlerle kurguyu geliştirip roman evrenine soluk aldırırken karakterlerini de daha eylemli kılıyor kanımca… Ayfer Tunç yapıtlarının evrenlerindeki karakter bahçelerini biliyoruz zaten. Bu yaklaşım, Dünya Ağrısı’nda da kendini gösteriyor. Sözgelimi adları anılan Âdem, Kamer (Kamar), Erkut, Halil, Arpaçaylı Orhan, Muhsin, Cumhur, Cevdet vb. kadar yaptığı işlerden ötürü adları unutulmuş görünen Pehlivan, Peynirci, Kamyoncu, Celep gibi kişiler bile birer derin karakter olarak yapılandırılıyor yapıtta. Bunlar kadar Peynirci’nin öldürdüğü gelinini, Pehlivan’ın intihar eden kızını, Bakkalın bir görünüp bir kaybolan karısını bile canlı tanıma fırsatı buluyoruz. LİNÇÇİ EKİNDE BİREYİN PAYI: “DÜNYA AĞRISI”… Ayfer Tunç’un aile içinde de çocuktan, kadından yana sergilediği tutum, öteki yapıtlarında olduğunca bu son romanında da sürüyor. Öte yandan bunda da yine aşk olgusuna, bunun kadınerkek bakışı açısından konumuna yer açıyor yazar. Anlatıda sıkça değinilen kentin Et Meydanıyla ilgili de şunlar aktarılıyor: “Derler ki, eskiden, şehir bu şehir olmadan önce kasaplar bu meydanda hayvan keserlermiş. Kestikleri hayvanları meydana diktikleri direklerdeki çengellere asıp derisini yüzerler, satırlarla doğrayıp büyük parçalara ayırırlar, el terazilerinde tartıp satarlarmış. Kesim günlerinde meydanı kaplayan eğri büğrü taşların arasından oluk oluk kan akarmış, toprak kanı emer, fazlasını kusarmış. Kesim günlerinde bu toprağa basanlar arkalarında kanlı ayak izleri bırakırlarmış.” (300) Evet, “1071’den beri bizim olan topraklarda yaşanmış sayısız katliam”dan (73) sonra, artık neredeyse ekin içi kıldığımız linççi kavrayışın kanlı ayak izlerini silmeden çoksesliliğe varabilmek, tabuları kırıp dogmaları yıkabilmek, “kul”luğun uyar yaratıkları olmaktan kurtulup “birey” konumuna geçmek, uygar varlıklara dönüşmek kolay mı? Bir öbek it sürüsünün egemen hale gelip kendilerinden olmayanları aralarından kovdukları ya da ötekileştirerek sindirdikleri, zorladıkları sessiz, ama düzgün insanlar, bu cehennemde nasıl doğrultacaktır peki başını? Bir donuk fotoğraf karesi halinde üç maymunları oynayacaktır herhalde, değil mi? İşte her yanından keder sızan, siyah beyaz, hüzünlü bir ortaçağ filmi izlercesine de okunabilir roman bu nedenle. Kaldı ki yazarın bu yönde apaçık göndergesi de yok değil… Nitekim bir ekip de sanki romanın filmini çekiyormuşçasına rol alır yapıtta. Romanda hiç mi hiç şişkinliklere rastlanmıyor değil, “arızalı neşe” (56, 77) deyişindeki yinelemeye benzer biçimde bir özen yorgunluğu da görülebiliyor ayrıca. Ama “Dünya Ağrısı”, evet, hepimizin payına düşen bir ağrı. En azından bunu tanımak ya da bu ağrıyla baş edebilmek için tam sırası Dünya Ağrısı’nı okumanın… Ayfer, bu son yapıtında, yelkenlerini de şişirerek tam anlamıyla roman okyanusuna açılmış, rotasını sonsuz evrenlere çevirmiş görünüyor… Rüzgârın bol olsun Ayfer Tunç! n K İ T A P S A Y I 1 2 7 9 Ayfer Tunç en aziz varlığı cehalettir.” (Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 18.7.2014) KÜÇÜK İNSANIN UYAR DÜNYASI YA DA KULLUĞU… Mürşit ile Madenci, geceler boyu bir yandan anlatırlar bir yandan dinlerler; Mürşit’in kentle yaşadığı uyumsuzluk bu söyleşiler eşliğinde evrensel ölçekte başka temel sorunları deşmeyi de gerektirir. “Sonu gelmeyen bu konuşmalar”, “acıyı giderm(ez)”, ama uyuştur(ur).” Aslında “geceler boyunca ruhlarını deşerek birbirlerine anlattıkları varlıklarının dağılmış parçalarını umutsuzca toplama çabasından, yeniden bir bütün olma umudundan başka bir şey değil”dir. (143) İkisi de “ayrıksı” olduklarının bilincindedir kuşkusuz. “Bunca kalabalık bir dünyada iki ayrıksı olmak ikisine de acı bir tat veri(r)”. (157) Bu dünya, her ikisinde de ağrı yapıyordur. Bu yüzden birbirlerinin “[g]ece konuşmaları arkadaşı”dır ikili. (214) İyi ama, “[d] ünyada dünya ağrısını dindirecek bir yer var mı(dır)? Yok(tur). Dünyanın kendisi ağrı(dır).” (237) Bu nedenle Mürşit, “dünyanın bunca ağrısını çekerken”, dünyayı yenemeyeceğini düşünür artık. (267) Çözgüsünü ortaçağ kentinin, atkısını bir biçimde bu baskılamaya göğüs germeye çalışan insanın oluşturduğu romandaki evrenle karakterler üzerinde de duralım bir iki satırla… Mürşit’in “[y]abancısı olduğu eviyle içinde ömrünün çürüdüğü oteli arasında” (26) geçen yaşamının karısı, çocuklarının, otel müşterileri, çevresindekilerin oluşturduğu böylesi bunaltıcı kentte, nasıl da yalancı bir küçük dünyayla kuşatıldığına odaklanıyor roman. Bu nedenle otel, Mürşit’in canlı olarak kapatıldığı mezara dönüşmüştür. Bu trajik durumdan kaçmak istese de kurtulamaz bir türlü adam. Hatta kaçmak istedikçe daha da batar çukura. Yusuf Atılgan’ın Anayurt Oteli, otelin Zebercet’i anımsanabilir bu noktada… Ancak ne Mürşit ne de oteldeki demirbaş görevli Kibar, kimi anıştırmalarına karşın Zebercet konumundadır romanda. Kaldı ki Ayfer, açıktan bir göndermeyle okuru silkeler de; çünkü Mürşit, ciddi bir okurdur, romanı bilmesine karşın okumamıştır ama, filmini izlemiş, rahatsız olmuştur bundan. (126) C U M H U R İ Y E T
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear