Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Murat Gülsoy’dan “Gölgeler ve Hayaller Şehrinde” ‘Kimi zaman yazılan her şeyin bir tür mektup olduğunu düşününürüm’ Murat Gülsoy’un yeni romanı “Gölgeler ve Hayaller Şehrinde”, 1908’de Paris’ten İstanbul’a, yolcuları arasında Prens Sabahattin’in yıllar önce sürgün edilen babasının tabutunun da olduğu bir gemide başlıyor. Franck Chausson ya da gerçek adıyla Fuat Chausson’un Doğu ile Batı arasında kalmışlığının hikâyesi bu. İntiharla deliliğin ve biraz da Osmanlı’nın son dönemlerindeki kargaşanın, “Hasta Adam”ların ve belki de “akıl” yüzünden dünyaya sığamayanların hikâyesi. Babasının izlerini arayan Fuat Chausson’un öyküsü Beşir Fuat’la kesişiyor ve gölgelerle hayaller işte belki de tam o zaman okurun zihninde dönüp duruyor. Mektuplarla örülü bu romanla ilgili yazacak çok şey var ama daha fazla ipucu vermeyip okurun merakını daha da kabartalım ve sözü Murat Gülsoy’a bırakalım. r Sibel ORAL izden ilk kez böyle tarih merkezli bir metin okuyoruz. Ne oldu da Murat Gülsoy tarihin gayya kuyusuna girdi ya da acaba düştü mü demeliyiz? Amacım kadim meselemiz olan DoğuBatı arasında kalmışlığımız üzerine düşünmekti. Onca Tanpınar, Oğuz Atay ve Orhan Pamuk okumasından sonra bu meseleye girmemem şaşırtıcı olurdu. Doğrusu bu konunun henüz aşılmadığını, yaşadığımız her dönemeçte bu sorunun bir başka veçhesiyle karşı karşıya kaldığımızı söyleyebilirim. Demokrasi kültürünün yerleşmesi sürecinin de köklerinin Tanzimat’a kadar dayandığı bir sır değil. Son iki yüz yıldır bu topraklarda yaşayan ve daha fazla özgürlük isteyen insanlar bir mücadele veriyor. Bunun bir tarihi var ve tarihi doğru okuduğumuz zaman, 2013’te Gezi Parkı’nda yaşanan muazzam direniş ile 1908’de hürriyetkardeşlikeşitlikadalet diye bayram yapan insanlar arasında bir devamlılık olduğunu görebiliriz. Bugün halen bir anayasa yapma ya da yapamama, çeşitli vesayet rejimlerinden kurtulma veya kurtulamama gibi meselelerle boğuşuyorsak sebeplerini yakın tarihimizde bulabiliriz. 1908 de kritik anlardan biri. 1876’da ilan edilen ama kısa süre sonra II. Abdülhamid tarafından meclisin kapatılmasıyla askıya alınan anayasanın yeniden ilan edilmesi demokrasi tarihimizde bir dönüm noktasıdır. Bir tür demokratik devrimdir aslında. Kısa ömürlü de olsa önemli bir süreç. Ama bütün bu dönem benim romanımın arkaplanını oluşturuyor. Asıl hikayemiz Türk kökenli bir Fransız gazeteci gencin Meşrutiyet’in ilanını izlemek için geldiği İstanbul’da kendi köklerini bulma macerasıdır. Benim bu hikâyenin peşine S A Y F A 2 2 n 1 7 S düşmemin en büyük nedeni ise yıllar önce materyalizmi bir felsefe olarak benimsemeye çalışan bir çocukken okuduğum bir ansiklopedide rastladığım Beşir Fuat’tır. İlk Türk materyalisti diye takdim edilen Beşir Fuat’ın bileklerini keserek yaşamına son verdiği ve ölüm anında hissettiklerini de bir yandan yazdığı belirtiliyordu ansiklopedide. O yıllarda yaptığım küçük bir araştırmadan edindiğim izlenim Beşir Fuat’ın bir “kötü örnek” olduğuydu. Yani “materyalizm denilen felsefe insanı inançsızlığa ve intihara sürükler” gibi bir anafikir çevresinde örülüyordu tüm yazılanlar. Bir tür yabancılaşma işaret ediliyordu. Hatta bu sadece materyalizmi seçmekten kaynaklanan bir yabancılaşma değildi, genel olarak Müslüman değerlerden uzaklaşarak Batılı seküler bilimsel bir bakış açısı benimsemenin varacağı “korkunç” sonuç olarak bahsediliyordu. Tabii bu yaklaşımın mimarının Ahmet Mithat Efendi olduğunu çok sonra öğrenecektim. Yıllar içinde Beşir Fuat benim için son derece önemli bir figür haline geldi. Ölüm, yazı, delilik, felsefe, akıl, inanç, Doğu, Batı gibi anahtar sözcüklerle özetlenebilecek bir roman olan Gölgeler ve Hayaller Şehrinde ortaya çıktı. “YAZI HER ZAMAN GELECEKTE OKUNUR” Mektuplarla örülü bir metin bu? Bu yöntemin sizin için önemi ne idi başlarken? Mektup çok sevdiğim bir türdür. Kimi zaman yazılan her şeyin bir tür mektup olduğunu düşünürüm. Tüm romanların, öykülerin, şiirlerin, yazılı olan her şeyin gelecekteki okurlara birer mektup olduğunu... Çünkü yazı her zaman gelecekte okunur. Yazar her zaman geçmişte kalır. Ancak bu romanı yazmaya başlamadan önce tarihi roman meselesinin en ciddi sorunlarından biri 2 0 1 4 Murat Gülsoy’un romanı, Türk kökenli bir Fransız gazeteci gencin Meşrutiyet’in ilanını izlemek için geldiği İstanbul’da kendi köklerini bulma macerası. büyümüş, buranın havasını koklamış, kendi deyimiyle tatlı sularından içmiş ama sonra ilk gençliğini Paris’te yaşamış, iyi bir eğitim almış, entelektüel ve maceracı bir genç... Paris’te yaşarken Türklüğünden utanmış, saklamış, hatta adının değiştirilmesine ses çıkarmamış, kimlik sorunu yaşayan biri. İki dünyaya da ait olduğu için hiçbir yere ait hissetmiyor kendini. Bu aydınlanmanın dünyaya armağan ettiği bir yabancılaşma duygusu aslında. Modernlikle birlikte dünyanın büyüsü bozulmuştur, bilim ve akıl yoluyla kavranan ve değiştirilen dünyada modern bireyin ruh durumudur bu. Oryantalistler için Doğu sadece öteki değildi, aynı zamanda Batı’nın modernleşmeyle kaybettiği naiflikti, yaşayan premoderndi. 1908’in İstanbulu romandaki geç oryantalistler için böyle bir yerdir biraz. Fuat’ın onlarla karşılaşması, kendi kimliğine, benliğine dair sorularını yoğunlaştırmasına neden olacaktır. Son iki yüz yıldır bu coğrafyada yaşayan insanlar modernleşmeyi batılılaşma ile özdeş bir durum olarak okudular, romanın geçtiği zaman için de biraz bu böyle. Ancak ben farklı bir şekilde okumak istiyorum bu durumu. Meselenin, Batı ile Doğu arasında olmadığını modern ile premodern arasında olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Batı sadece Batı’da değildir. Batı da Doğu da her yerdedir. Fuat ve hiç tanımadığı ve bu yolculukta keşfedeceği babası Beşir Fuat da bu gerilimi yaşamış kişiler olduğu için kendimi çok yakın hissettiğim karakterler oldu. Kendisini “Barbar Türk” hissetmesi.. Katil mi yoksa kurban mı bilememesi, üstelik okur aklımızla bizim de bunu çözememiz... Siz ne düşünüyorsunuz? İnsanın yaşadığı coğrafyanın, içine doğduğu toplumun bir tarihi var. İktidarlar insanlarda bir aidiyet duygusu yaratabilmek için onları tarihe zincirliyor. Yıllarca önce yapılmış bir fetih ya da bir katliam ile bir ilişki kurarak kişinin kendi benliğini inşa etmesi bana çok hastalıklı bir durum olarak görünüyor. Belki tarihin belli evrelerinde bu bir zorunluluktu ama atlatılması gereken bir durum. Bir çocukluk hastalığı gibi... Romanda Fuat’ın kendisine dair düşüncelerinde çok yoğun bir bölünme ve bu bölünmenin doğurduğu dehşet duygusu var. “HALKA YABANCI” YAFTASI Gelelim Beşir Fuat’a... Neden, neydi sizi ona çeken? Delirme korkusu, intiharı, yazdıkları? Onun hikâyesini ilk okuduğumda ürpermiştim. Henüz on iki, on üç yaşında, hayatı kitaplardan öğrenmeye çalışan bir çocuk olarak intiharı ilk kez farklı bir gözle görüyordum. Doğayı, insanı ve tüm var oluşu en iyi ve en doğru şekilde açıklamanın yolunun bilim olduğunu ve bilimsel yöntemin de ancak materyalizm ile felsefede karşılık bulduğunu düşünen bir çocuk için bu ürkütücü bir hikâyeydi onunkisi. Gerçi okuduğum ansiklopedide Beşir Fuat adlı bu materyalistin bir buhran sonucunda kendini öldürdüğü yazıyordu ama satır aralarında ima edilen Batı kültürünün Tanzimat aydını üzerindeki yıkıcı etkisiydi. Çünkü gerek materyalizm gerek bilim Tanzimat sonrasında Batı’dan gelmiş yeni bir kültürdü. Türk aydını etkisi altına girdiği bu yeni kültürK İ T A P S A Y I 1261 olan dil meselesi üzerine düşündüm. Gerçekliğe daha fazla yaklaşabilmek için dil sorununu bir şekilde halletmeliydim. Bu yüzden de kahramanım Fuat’ın başından geçenleri Fransa’da bir sanatoryumda tedavi görmekte olan yakın arkadaşı Alex’e yazdığı mektuplar üzerinden kurguladım. Elbette bu mektuplar Fransızca olarak yazılacaktı. Ancak Fuat eskiden sıklıkla yapıldığı gibi yazdığı mektupların bir kopyasını yanından hiç ayırmadığı defterine yazacaktı. Bu özel deri ciltli defter yıllar sonra, 1968’de bir sahafta bulunacak, tarihe meraklı bir avukat tarafından Türkçe’ye çevrilecekti. Biz roman olarak bu çeviriyi okuyoruz. Fuat’ın kimliksizliğine, aidiyet karmaşasına gelelim, o Doğu ile Batı arasında gelgit haline... Nereye, kime ait Fuat? Kayıp geçmişine mi aslında ve aslında Doğu’da kaybolan mazisine mi? Fuat on, on bir yaşına kadar İstanbul’da bir Osmanlı çocuğu olarak N İ S A N C U M H U R İ Y E T