Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Ferzan Özpetek’in ilk romanı: “İstanbul Kırmızı” Uçurtma âşığı, öykü hırsızı! Ünlü yönetmen Ferzan Özpetek, bu kez ilk romanı “İstanbul Kırmızısı” ile konuşuluyor. Roman bilinç akışı tekniğiyle iki farklı hikâyeyi bir arada anlatıyor. Birinin mola verdiği yerden, yaratılan çağrışımların izinde diğerine geçiyor. Bir yanda kartpostalı aratmayan İstanbul tasvirleri, bir yanda iki kültürün birleştiği bir evden dünyayı, bedenini ve olan biten her şeyi öğrenmek isteyen bir çocuk romanın dünyasını meydana getiriyor. r Şebnem SORAL TAMER azen birini tanımanın en iyi yolu bir şehri tanımaktır. Sokak sokak gezerek oturduğu bankları, kahvesini yudumladığı köşe başlarını, kaldığı otel odalarını ve evleri bilmelisiniz. Çünkü şehirlerin hafızaları vardır. Aradığınız bilgi başka bir zamana ait olsa da size usul usul her şeyi anlatır. Çünkü şehir denen şey bir illüzyondur aslında… Ona bakan gözlere, aradıkları neyse onu gösterir. Fazlasını istiyorsan, fazlasını aramalı ve görmelisin, kural son derece basit. Bu, sabahın erken saatlerinde işe yetişmek için koşturarak geçtiğiniz o uzun ve eski binaların hükmettiği, güzel caddeye benzer. Öyle telaşlısınızdır ve aklınız başladı başlayacak mesaiye öyle yoğunlaşmıştır ki başınızı kaldırıp hiç bakmamışsınızdır; binalar, insanlar, olanlar ve kısacası hayat, sizin göz hizanızca sınırlandırılmıştır. Halbuki şehir denen şey, baştan ayağa üzerinize sinendir… Yarım yamalak tanışıklığınıza aldırış etmez, hiç hissettirS A Y F A 1 8 n 2 7 M A R T B meden hücrelerinize yerleşir. Yeter ki o yolu yürürken başınızı kaldırın. Ferzan Özpetek’in ilk kitabı İstanbul Kırmızısı’nı okurken kendini hissettiren ilk şey, tanışıklık. Dünyaca ünlü bir yönetmen, ilk filmi Hamam’ın hemen ardından, belki de kendisinin bile hayal edemediği büyük başarıları göğüslemiş bir görsel yaratım üstadı. Ne olursa olsun, kitabı okuduğunuz anda onu tanıdığınızı hissediyorsunuz. Çünkü tüm ruh halini İstanbul’la özdeşleştirebiliyor. “Belki hüzünlüyüm bugün ve İstanbul’um da gölgeli, siyah beyaz olmalı” dediğinde tam olarak nasıl hissettiğini anlıyorsunuz örneğin… “Ben bir şafak koleksiyoncusuyum” cümlesinin arkasında neyin gizli olduğunu görüyor, aynı şafağı beklerken geçen gamlı, uykusuz geceyi anımsayabiliyorsunuz. Son yıllarda kaleme alınmış, İstanbul’un başrolü kaptığı binlerce edebi eser arasında bu romanın farklı durmasının ilk sebebi bu: Yazar, İstanbul’u göz hizasından ibaret tanımıyor, besbelli! İSTANBUL ÖZLEMİ Her şey İtalya’dan İstanbul’a gelen bir uçakta başlıyor. Bir yönetmen, yorgun ve annesini özlemiş. İtalya’da hayat güzel fakat İstanbul’u, çocukluğundan kalma hayaletleri, kısaca geçmişi unutamıyor. Klasik bir tanımlama olacak belki ama ona göre İtalya, galiba İstanbul’a dönerken daha güzel… Birkaç koltuk ötede İtalyan iki çift, heyecanla İstanbul yolculuğuna doğru geri sayımda. Yolculuk boyunca anılar, sorular ve umutlar herkese musallat oluyor ve sonunda uçağın tekerlekleri piste değiyor… Ferzan Özpetek filmlerini izlemiş biri olarak bu kitabı okuyorsanız, tam da bu an itibarıyla olabilecekleri asla tahmin edemeyeceğinizi anlarsınız. Her biri ayrı bir keşif alanı vaat eden filmlerindeki gibi, gayet yalın, kısa ve baş döndürücü hamlelerle, ruhunuz duymadan, kesişmeye son derece müsait iki öyküyü dinlemeye başlıyorsunuz. Adam, Kalamış’ta lebi derya bir 2 0 1 4 çocukluktan geliyor. Ev büyük, eşyalar büyük, bahçe, garaj, arabalar, aile… Her şey büyük, hayattan, gerçeklerden bile. Son derece bakımlı bir anne, emektarlar, İtalya ve Osmanlı hanedanından genler taşıyan, eski İstanbullu, köklü aile tasviri, ilk anda kafanızı karıştırıyor. Neden bilmem, okuduğumuz çoğu çocukluk öyküsü yoksul, kurak iklimleri çağırıştırdı hep. Kışın ortasında okurken bile alnınız terler, sarı, toza dönüşmüş toprağın tere yapıştığını hissedersiniz. Alışkanlıktan öte bir eğilim bu elbette, aksini bulmak tedirgin ediyor. Ama sonra nasıl olduğunu anlamadan, sarmalayan, parçası olmaktan mutluluk duyduğunuz bir oyunun içinde buluyorsunuz kendinizi. Ne de olsa Akdeniz’e de kıyımız var… Kadın egemen kalabalık bir ailede büyüyen küçük bir çocuğun ona göre sıradan, size göre sıra dışı hayatını dikizliyorsunuz. “HİÇBİR ŞEY AŞKTAN DAHA ÖNEMLİ DEĞİLDİR” Roman bilinç akışı tekniğiyle iki farklı hikâyeyi bir arada anlatıyor. Birinin mola verdiği yerden, yaratılan çağrışımların izinde diğerine geçiyorsunuz. Bir yanda kartpostalı aratmayan İstanbul tasvirleri, bir yanda iki kültürün birleştiği bir evden dünyayı, bedenini ve olan biten her şeyi öğrenmek isteyen bir çocuk. Adam, yani yönetmen aslında İstanbul ziyaretini kısa tutma niyetinde, annesini görecek ve eski evlerinin yıkılmasından önce oradan çıkmasına yardım edip İtalya’ya geri dönecek. Fakat tıpkı aynı uçakla geldiği İtalyan turistler gibi onun planları da altüst oluyor. Kitabın kapağında yer anlan “Hiçbir şey aşktan daha önemli değildir” cümlesinin yazılış sebebi, kitabın neredeyse her satırına gizlenmiş. Aşkın sebep olduğu iyi ve kötü her şey, yazarın yarattığı dünyayı yönetme gücüne sahip. Çocukluğundan bugüne gelirken yeniden yaşadıkça anlattıklarının tamamında, ölüm ve ayrılık da dahil her şeyi anlamlandıran şey aşk. Bu düşüncenin, bilinçli olarak altı doldurulmamış, fazla açıklanmamış küçük anlar, küçük metaforlara kadar sindiğini görebiliyorsunuz: “O gün evde çok küçük olduğum için anlayamadığım, belki de bilmemem gereken bir şeyler olmuştu. Babamla ilgili sevimsiz bir haber gelmişti. Teyzem beni bu dile getirilmeyen meselenin kasvetinden kurtarmak için, ‘Bugün ne yapacağız biliyor musun? Sana uçurtma uçurmayı öğreteceğim’ demişti. Mahalledeki kırtasiye dükkânından zamk, renkli, ince kâğıtlar, çıtalar aldık ve büyük bir sabırla ilk uçurtmamı yaptık: kırmızı ve yeşil, neredeyse elle tutulamayacak kadar hafif olmuştu. Sonra Betül teyze parkta havalandırmayı öğretti; uçurtma havada kıvrıla kıvrıla yükselip daha da yükseğe tırmanırken, ‘Uçurtma uçurmayı bilmeyen bir erkek, bir kadını mutlu edemez. Bunu hatırlayacaksın değil mi?’ dedi.” Romanın ikinci öyküsünde yaşayan Anna, ‘uçurtma uçurmayı bilmeyen’ bir erkekle evli. İstanbul’a geldiği andan itibaren daha önce hiç görmediği bu şehir, onun hayatını tamamen değiştiriyor. Dört kişi geldikleri İstanbul’da tek başına kalışı, tanımadığı bir şehirde üstünde sadece bir gecelik, parasız ve kalbi kırık ve yalnız yürüdüğü o ilk gece, Gezi Parkı’nda ağaçlara sarılan ve uyumayanlarla karşılaşıyor. ilk gecede kendinden çok başkalarının hayatının büyüsüne, değiştirme arzusuna kapılıyor, başkalarının hayatına dahil olmak istiyor. Yazarın da sıkça değindiği gibi “olacakken olamayanlar”ın romanı bu, aşkla, tutkuyla bağlanılan, olabilecekken olamayan onlarca ihtimali yan yana getiriyor. TÜM RENKLERİYLE ŞEHİR Bir yönetmenin yazdığı romana eliniz giderken aklınızdan ilk geçen şey nedir? Okumaktan ziyade izleyeceğinizi hissederseniz kitabı belki, Özpetek bu konuda sizi yanıltmıyor. Onun beyazperdeye henüz aktarmadıklarını okuyorsunuz, evet ama daha önce filmlerinde gördüğünüz birtakım imgelemler, yabancı topraklarda karşılaştığınız tanıdık bir yüz gibi ışıldayarak tam orada duruyor. Yaşananlar hiç yadırganmıyor okunurken zaten yazar da itiraf ediyor: O bir öykü hırsızı! Hepimizin hayatından çaldığı anları, güzel öykülere dönüştürüyor. Bu hırsızlığı sempatik kılansa yazarın buna duyduğu minnet, roman gülümsemenize neden olan bir notla bitiyor: “ (…) Özellikle de sık sık olduğu üzere, hayatı bir kez daha anlatmayı denemek için hayatlarından parçalar çaldığım akrabalara, arkadaşlara ve yabancılara teşekkürler.” Bir şehri çocuğunuz gibi sevebilir misiniz? Tüm hatalarına, hoyratlığına rağmen, renkleri, yağmuru, rüzgârı, martıları, yalnızlığı ve kalabalığı, hayatınızdaki tüm boşlukları dolduran küçük anlarının hatırına, bir şehri sevebilir misiniz? Romanın sonuna geldiğinizde bu soruya vereceğiniz cevap her şeyi belirliyor. İstanbul’un rengini buluyorsunuz önce, sıcak ya da soğuk, bir renk tutuyorsunuz içinizden. Ya sandalyenize yaslanıp şehre doğan yeni günü bekleyeceksiniz bundan sonra ya da güneye gitmenin yollarını arayacaksınız. Bir de artık Kalamış sahilinde yürürken ünlü bir yönetmenin hayatından çaldığınız o garip ve güzel öyküyü anımsayacaksınız. n İstanbul Kırmızısı/ Ferzan Özpetek/ Can Yayınları/ 144 s. K İ T A P S A Y I 1258 C U M H U R İ Y E T