Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
OKURLARA de iz bırakmış yazıları eşliğinde yurtta yoluna son sürat devam eden “fetih” maratonunu anbean değerlendirdiği bir kitabı “Maraton’da Sona Doğru!” Gazeteci yazar, bir yandan “fikri takip”teki ustalığını sergilerken bir yandan da yazılarıyla hesaplaşıyor. 2012’den bakış ekleyerek okurları geçmiş ile bugün arasında ibretlik benzerliklerin ve bir o kadar ayrımların ayırdına vardırıyor bir kez daha. Mutlu’yla “Maraton’da Sona Doğru!”yu konuştuk. Roberto Bolaño “2666”yla, Kuzey Meksika’dan Nazi Almanyası’na, Stalin Moskovası’na, Drakula’nın kalesine ve denizlerin derinliklerine uzanan çarpıcı bir edebi labirent oluşturuyor. Bolaño, ölümle yarışarak yazdığı kitapta, kötülüğün en yalın halinin günümüz Meksikası’ndan bir gazete haberiyle başlayan hikâyesini anlatıyor. Hikâyenin geçtiği Santa Teresa sadece cehennem olmakla kalmıyor, aynı zamanda “sürekli işe yaramaz bir değişim içinde olan zengin ve yoksul Amerika’nın” hüzünlü bir aynası olma özelliği taşıyor. 1800’lerin ortaları, piyanonun altın çağı. Ustalar bu çalgıyı geliştirmek için birbiriyle yarışıyor, Avrupa’nın her köşesinden harika çocuklar çıkıyor. Clara Wieck bunlardan biri. Piyano yapımcısı, disiplinli, hırslı bir babanın güzel ve olağanüstü yetenekli kızı... Clara’nın yaşamı, bir müzik dehası olan Robert Schumann’la karşılaşınca bambaşka bir hal alır; aralarında bir ömür sürecek tutkulu bir aşk başlar. Avrupa’nın en ünlü müzisyenleri arasına girmeleri fazla sürmez. Her şey yolundadır, ta ki Robert Schumann ciddi bir sağlık sorunuyla karşılaşıncaya ve Johannes Brahms adında genç bir müzisyen kapılarını çalıncaya kadar. Müziğin altın çağının ve birçok ustanın satırlar arasında yerlerini aldığı bir yapıt “Romantizmin Işığı Clara”. Aydın Büke’nin kaleminden, kendi deyimiyle iç içe “iki buçuk” yaşamöyküsü. Büke’yle kitabı üzerine söyleştik. Bol kitaplı günler... M ustafa Mutlu’nun, hepsi P T ervasız Pertavsız ENİS BATUR Bela Tarr, son? orino Atı, adı üstünde, Bela Tarr’ın mahut 3 Ocak 1889 sabahından, Nietzsche’nin sahibinin kamçıladığı atın boynuna ağlayarak sarıldığı ve tam kopuş’unun gerçekleştiği andan hareket eden yeni (2010) filmi. La Clef’teki seansı, küçük ama dolu salonun önyan koltuklarından birinde, dolayısıyla sakat bir açıdan izledim. 2 saat 26 dakikalık gösterim boyunca, tuhaf bir konumdaydım: Sanki yanımda oturuyordu yönetmen, benden acımasızca eleştirmemi bekliyordu filmini, iç konuşmalarımı ona yüksek sesle yapıyordum ilk kez başıma geliyor böyle bir şey. sinema adamı: Örnekse, Torino Atı bana göre “yemek yemeyi bırakma eşiğine varma” üstüne bir film: Atın reddiyle başlayan sürecin atkızda boy verdiğini, babaya da bulaşacağını hissettirmişseniz, bir yerde bunun altını çizmemek, “okuma”yı bize bırakmak gerekmez mi? Bela Tarr, çıkış noktası yaptığı Nietzsche’den çok Schopenhauer’e yakın bir varoluşsal perspektiften bakıyor, görüşünü taşıyorum: Tarih ve Siyaset karşısındaki nihilist söyleminde, ilkinin aşma projesinden değil de, ikincisinin safkan karamsar dünya görüşüne komşu çıkıyor Torino Atı’nda. Yememe iradesi de sonuçta böyle tartılabilir: Dünyanın sonu gelmiştir, biz beklemeyelim. Lars von Trier’in, son Melencholia’da çocuksu versiyonunu önümüze sürdüğü felsefenin olgun versiyonunu sunuyor Tarr ama beni bir film izlerken ilgilendiren, yönetmenin dünya görüşünü paylaşıp paylaşmadığım değil, bunu nasıl bir dil ve anlatımla gerçekleştirdiği: Torino Atı’nın bana göre kusur saydığım özellikleri Melencholia’nın felsefi ve estetik açmazlarıyla karşılaştırılamaz, düşüncesindeyim. TURHAN GÜNAY eposta: turhangunay@cumhuriyet.com.tr cumkitap@cumhuriyet.com.tr Hep olageldiği gibi siyahbeyaz, hikâye etmekten çok durum serimlemeyi yeğleyen, fazlalıklardan kaçındığı için fazlalıkları batan bir film Torino Atı. Kabaca 26 dakikası kesilse, kusursuz bir yapıt çıkarmış ortaya: Less is more felsefesini benimsiyorsanız, biraz daha kıyacaksınız! İki kez “burada bitirseydi” dedirtti akış. SİNEMANIN DİRENİŞİ... 58 yaşında, sağ tarafı kısmi felçli bir babayla 30’larındaki kıBela Tarr sineması, son dönem Balkan sinemasının kimi karaktezı, çevresi boş bir ova ve bir tepeyle kuşatılı fakir çiftlik evinde ristik ortak özellikleriyle Kuzey sinemasınınkiler arasında bir bölgeyaşıyorlar; büyük olasılıkla XIX. yüzyıl sonu, öldüğü anlaşılan annede kendi özgün çizgisini geliştiriyor. Bizim son dönem yönetmenlenin fotoğrafı nedeniyle böyle akıl yürütüyorum. Altı gün içinde geçirimizde de şehirden kıra dönüş yaşandı, yaşanıyor, gelgelelim bu yor film: Atın ve pek az konuşan babakızın etrafında, dışarıda sert irtifanın henüz uzağında olduklarını düşünüyorum. Garip görünebibir fırtına hüküm sürüyor. Bu süre boyunca, alkolik ve filozof (Scholir: Torino Atı, kırk yılı aşkın bir süre önce gerçekleştirilmiş, gözden penhauer’i çağrıştıran) bir uzak komşu içki takviyesi için evlerine kaçmamış olsa bile yeterince hakkı verilmemiş bir yapıtla, Metin uğruyor ve nihilist bir tirad çekiyor; bir de, atlı arabayla delişmen bir Erksan’ın Kuyu’suyla aynı damardan geliyor kanısındayım. Bu eşçingene topluluğu onları taciz ediyor, bütün ‘dış temas’ bu birkaç leştirme üstünden bir seminer düzenlemek, düşüncelerimi somutdakikayla sınırlı. Unutmadan: Filmin akışına kısa çerçeve sunumlalaştırmak isterim: İki siyahbeyaz, iki tuhaf “çift”, kurbanefendi dirıyla yön veren bir anlatıcı dış ses var, seyrek giriyor devreye. Görüyalektiği, iki filme de damgasını vuran kaybedenkazanan tokuşnür fazlalıkların dışında duyulur bir fazlalık da söz konusu: Müzik! ması, “tekrar”ın yüceltildiği iki anlatım Başta ve sonda kullanmakla yetinseyarasındaki koşutluk, ortak zaaflar (müzimiş Tarr, fırtına sesini arada onunla örtğin bıktırıcılığı 1987’de Erksan’a söymeseymiş daha yerinde bir seçim olurlediğimde “çok haklısın” demişti!), “ip”in muş. kullanımı benzeri ayrıntı kesişmeleri: Bela Tarr, benim gözümde, ‘kursaYanıma dönüyorum: “Sevgili Bela, ğında ressamlık kalmış’ yönetmenler Kuyu’yu görmüş müydünüz?”. ailesinin bir üyesi (Greenaway’i, Lars Görmemişse, çok şaşırırdı sanırım. von Trier’i de katıyorum aynı aileye). Siyahbeyaz üstünden, resim tarihinin Torino Atı, yaşanan bütün olumsuz kimi büyülü ışık sahneleriyle boy ölçügelişmelere karşın, bir sanat olarak sişüyor gibi: Rembrandt, De la Tour, Van nemanın direnişini kanıtlayan az sayıda Gogh’un “Patates Soyanlar” tablosu, yapıttan biri. Bela Tarr, bir yapı/t inşa bir iki erken dönem Cézanne’ı... Katan ediyor filimleriyle, kendi dünyasını kendi estetik yüklemeler. diliyle kurmakta iyi ki bekiniyor. BerHareket düzenini de basbayağı ustalin’de Gümüş Ayı ödülünü aldığı günlerlıkla yönetiyor: Kamerası varlığını kafade yaptığı konuşmada, “artık böyle filmya kakmadan işe koşuyor, içeride ve ler yapamayacağı”nı, “Macaristan’da dışarıda. Sözün özü, Tarr’ın topografifilmlerini çekmesinin olanaksızlaştığını” ye, uzama yaklaşımındaki hâkimiyeti söylemiş olmasına bir anlam veremebelirgin. dim: Bir pes ediş mi, yabancı yapımcılara çağrı mı, tecimsel sinemaya geçiş Gelgelelim, arada mesajını vermekduyurusu mu? Umarım kararından döten kendini alıkoyamaması önemli hanner. Şeytanın Tangosu gibi yedi buçuk dikapı. Sinema, gösterme sanatı, üstüsaatlık filmler yapmak her dönemde ne söylememeli yönetmen: O, hikâye güç olmuştur. Bir sinema adamının her anlatıcıların işi, durum koymak isteyenkoşulda yapabileceği şeyler vardır. Yelerin değil. Kaldı ki, bu zaaf yalnızca dinci sanatın tarihi, maddi engellerin de söz kullanım yoluyla dışavurmuyor Tarr sineması, son dönem Balkan sinemasının kimi karaktarihi: Orson Welles’den Herzog’a, bekkendini, gösterirken de nerede duraca Bela teristik ortak özellikleriyle Kuzey sinemasınınkiler arasında lenmedik çözüm yolları bulmanın da. ? ğını, işi sıkı izleyiciye bırakmayı bilmeli bir bölgede kendi özgün çizgisini geliştiriyor. İmtiyaz Sahibi: Cumhuriyet Vakfı adına Orhan Erinç?Genel Yayın Yönetmeni: İbrahim Yıldız?Yayın Yönetmeni: Turhan Günay? Sorumlu Müdür: Miyase İlknur?Görsel Yönetmen: Dilek Akıskalı?Yayımlayan: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık A.Ş.?İdare Merkezi: Prof. Nurettin Mazhar Öktel Sok. No: 2, 34381 Şişli İstanbul, Tel: 0 (212) 343 72 74 (20 hat) Faks: 0 (212) 343 72 64?Baskı: DPC Doğan Medya Tesisleri, Hoşdere Yolu, 34850 Esenyurt İSTANBUL.?Cumhuriyet Reklam: Genel Müdür: Özlem Ayden/ Genel Müdür Yardımcısı: Nazende Körükçü/ Reklam Koordinatörü: Hakan Çankaya?Tel: 0 (212) 251 98 74750 (212) 343 72 74?Yerel süreli yayın?Cumhuriyet gazetesinin ücretsiz ekidir. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1169 12 TEMMUZ 2012 ? SAYFA 3