Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
rinde e bile anatı ma a. Ediorsuisini tanıe ilişçısında nabiyat adan kça gecak kadeğil. editördiniz laştın, saözenl bir metinslubun dan edebinlayılde, lumna nardi. O m eserrinde düşünkendi ol gösk uzun a çok buluşki yolken nanasıl n azınalıştığıuşlar ni oblem ışırken at anlattüğüöyle or. larda ken azardües olagerekmesele kışıyla onunadan cü tearasınarın bis oluşher şeğerlenBöyle sini un kenr çünşka bametinle mesi Baskın için ylemi “Eve Dönüş” adındaki yerli yapımda, kucaktan kucağa bohça gibi gezdirilen ama film boyunca tek kelimelik söz hakkı verilmemiş bir kız çocuğu vardı. Siz Eşik’i, neler olup bittiğini bir de o kızın ağzından anlatmak için mi yazdınız? Evet, Eşik’in yazılma nedenlerinden biri de bu. 12 Eylül romanı denilince akla gelen, o dönemde yaşanmış baskılarla, işkencelerle sınırlı bir anlatı. Bu da zaten dönemi yetişkin olarak yaşamış kişilerin odağında aktarılan bir hikâye oluyor haliyle. Ancak bence, 12 Eylül aslında 1980 sonrasında tüm dünyada yaşanan ideolojik dönüşüm rüzgârının Türkiye’deki başlangıç noktası. Bu nedenle 12 Eylül’ün etkileri diye söz edilen bu otuz yıllık süreç aslında bu dönüşüm rüzgârının etkisi olarak algılanmalı. Böyle bakınca, 12 Eylül’de çocuk olanların yaşadıkları da anne ve babalarının gördükleri baskı ortamı ve siyasi çatışmalarla da sınırlı tutulamaz. Böyle olunca da o kuşağa bakmak ve o kuşaktan bir bireyin romanını yazmak daha da önem kazanıyor. Böyle bir roman bize birkaç kapı açıyor. Birincisi “en kestirme cümle”yle 12 Eylül’e o zaman çocuk olanların cephesinden bakmamızı sağlaması. İkincisi, sonraki otuz yılda neler olup bittiğine ilişkin bir bakış kazandırması. Üçüncüsü, 1980 kuşağını anlamamız için bize bir kapı aralaması. Tüm bunlara rağmen hemen belirtmeliyim ki, ben topyekun yapılan kuşak tanımlamalarına inanmıyor, doğru da bulmuyorum. Bu anlamda ben bireyin romanını yazmaya çalıştım, yoksa bir kuşağın tek bir roman kahramanında simgeleştirilmiş hikâyesini değil. Bunu yapmaya çalışsaydım ortaya bir roman da çıkmazdı bana göre. Az önceki soruya parelel bir soru daha: Romanınızda 12 Eylül öncesi ve sonrasıyla var. Ama romanda bir kez bile tarih belirtmiyorsunuz. Mekân da muamma... Bu bilinçli bir seçim mi? Kesinlikle bilinçli bir seçim. Çünkü somut olarak 12 Eylül diye adlandırdığımız olay üzerinden de anlatılsa bu romanın meselesi aslında ne 12 Eylül’le sınırlı ne de Türkiye’yle. Bana göre romanda anlatılan hikâye bir boyutuyla, bundan yüz yıl önce de vardı, olasılıkla yüz sene sonra da olacak. Aynı şekilde bu hikâye bir boyutuyla Türkiye’ye özgü olmakla birlikte, bir o kadar da evrensel. O yüzden Fransızcaya, İspanyolcaya, Flemenkçeye de çevrilse bu hikâyenin, o dildeki okuru da etkileyeceğini, dahası onda kendilerinden çok şey bulacaklarını düşünüyorum. Bu vesileyle belirteyim, aslında siyasi bir tema etrafında örülmüş olsa bile öteki katmanlarıyla birlikte düşünüldüğünde romanın politikayla hiç ilgisi olmayan okura da söyleyeceği söz var gibi geliyor bana. “EDEBİYATIN BİRİNCİ DEĞERİ DİLLE YARATTIĞI HAZ DUYGUSU” ¥ geldi. Aynı dönemi konu edinen kestiro¥ 1125 Kitabın arka kapak yazısındaki şu cümle dikkate değer: “Eşik, büyüme serüveni, dünyanın dönüşüm süreciyle iç içe geçen ve yer yer çatışan bir kadının var oluş hikâyesi...” Az önce bireyi anlatmak istediğim, dediniz. Ancak bu noktaka “bireyin romanı”yla “bireyci roman” birbirin den ayrılıyor sanırım. Ne dersiniz? Bence var oluş meselesine yönelmeyen bir roman yoktur ya da öyle olmalı. Kundera’nın dediği gibi “Bütün zamanların bütün romanları, ‘ben’in bilmecesi üzerine eğilmişlerdir.” “Ben”in bilmecesi üzerine eğilmek demek, “bireyciliği” savunmak demek değil. Ama edebiyat bireyin sanatı. İnsanı anlamaya çalışır. İnsanı anlamaya çalışmak da o “ben”e odaklanmaktan geçer. Kuşkusuz bu, “ben”i yaşadığı zeminden, zamandan ve toplumdan koparmak anlamına gelmez. O kişiyi bir kişi yapan ne varsa romanın da içinde olmalı. Bu anlamda Eşik’te Eylül karakteri hem bir birey hem de bir kuşağın bireyi. Kuşağın temsilcisi demiyorum, dikkat edin. Eğer roman karakterini bir kuşağın, bir kesimin, bir toplumun temsilcisi haline getirirseniz, bireyin dünyasına giremez, onun var oluş sorununu derinlemesine işleyemezsiniz. Ama onu birey olarak anlamaya çalışırsanız, zaten kendiliğinden bir biçimde toplumsal planda da bize o kişi çok şey anlatır. Eğer derin işlendiyse. Eşik’te ben bunu yapmaya çalıştım. Romanın dilinden de söz edelim istiyorum. Şu izlenimi yaratan romanlar okuyoruz: Sanki yazar tüm dikkatini kurguya ya da aktarmak istediği meseleye vermiş ve dil bu uğraşa kurban edilmiş. Eşik’te ise özenli, işlenmiş bir dil buluyoruz. Bu dil emeği, nasıl bir “kaygıyla” doğdu? Okura sanatsal haz vermeyen bir roman, edebi ölçüler içerisinde bakıldığında “roman” olarak değerlendirilemez bana göre. Belki bir olay örgüsü, bir serüven gibi okunabilir. O kadar. Oysa edebiyatın birinci değeri dille yarattığı haz duygusu. O hazzın kaynağı da dildeki süs değil, derin bir felsefeye yaslanan imge gücüdür bence. Yani bize haz veren şey güzel cümleler okumamız değil. O güzel cümlelerin ardındaki derin anlam. İmgeyi imge yapan da bence bu. Bizim ruhumuzda, dünyamızda karşılık bulan imgeler, bizi okuduğumuz eserin ruhuna, felsefi evrenine çeker. Bir resim düşünün. Mesajı oldukça net olduğu için bir çırpıda anlıyorsunuz. Ama o resmin dili, üslubu size estetik bir haz vermiyorsa, aslında düşünsel olarak da güdük kalıyor demektir. Çünkü o hazzı yaratan da basit bir renk uyumu, figürlerdeki teknik başarı değil. Resmin bize söylemek istediği her neyse onu, derin bir estetik bakışla yansıtabilmesi. Edebiyatın dille yapıldığını ilk ben söylemiyorum. Bunu hepimiz biliyoruz. Ben de bu romanı yazarken, romanın meselesi ile dili arasında bir bağ kurmaya çalıştım ve dilini oluştururken buna dikkat ettim. Dile gösterdiğim özen, hem okurun haz duyması, hem de romanın meselesini derinlikli işleme kaygısından doğdu. Bir de tabii herkesin yıllar içinde biriktire biriktire oluşturduğu bir dil duygusu var. Yazar bu duygu üzerine inşa ediyor dili sanıyorum. Bu da herhalde yazarın üslubu oluyor. Her romanında hissedilen o üslup. Romandan romana değişen dil ise, konu, mesele, karakter, kurgu gibi o romanın özgün yanlarıyla ilişki içinde, yazar tarafından bilinçle biçimlendiriliyor. Eşik/ Irmak Zileli/ Remzi Kitabevi/ 326 s. 8 EYLÜL 2011 SAYFA 5 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1125