05 Kasım 2024 Salı Türkçe Subscribe Login

Catalog

Ayhan Bozkurt’tan bir ilk roman Ayhan Bozkurt, ilk romanı Barikattaki Çocuk’ta çocukluğuna geri dönüyor. 12 Eylül öncesinde, Alevilerin yoğun olarak yaşadığı Milönü Mahallesi’nde 1980 MayısTemmuz aylarında yaşanan ve Çorum Katliamı olarak bilinen kanlı olayları, bu otobiyografik kitapta 10 yaşındaki bir çocuğun gözlerinden okuyoruz. Ë Burcu ERDOĞAN Barikattaki çocuğun gözleri derek artan, giderek daha da yakına düşen çatışmalarda, ardı arkası kesilmeyen ölüm haberlerinin, öldürülen ağabeylerin, kanlı kavgaların arasında başka bir görünmez adam çıkıyor çocuk anlatıcının karşısına. “Beyazlar Ülkesi”ne gitmesine engel olan, renklerini, mevsimlerini, sokaklarını, bahçelerini tehdit eden bu “Görünmez Adam” rüyalarına sızıyor, görünmezliğinin gücü çocuk gözlerinin deliciliğiyle karşı karşıya kalınca zayıflasa da yüreğine saldığı korku hiç de zayıflayacak gibi durmuyor: “Kan ve ölüm hep peşimden geliyordu, görünmez bir adam gibi beni takip ediyor, benimle konuşuyor, ‘benden kaçamazsın artık’ diyordu” (s. 76). Üstelik bu görünmez adam çocuk anlatıcının zihninde ve çevresinde o kadar güçlü bir şekilde varlığını hissettirmeye başlıyor ki, okuyucu bariz bir dönüşüme tanıklık ediyor roman boyunca. Yorgunluktan bitap düşünceye kadar sokakta oyun oynayan, ağaçlara tırmanan, tahta kılıcıyla dünyaya meydan okuyan, kardan adamın burnunu yiyen bir çocuğun dünyasının önce barikatlar arasına, sonra bir sokağa, eve, hole ve en sonunda da apartmanın bodrumuna sıkıştığını görüyoruz. Büyümeye başlamak artık oyun oynamamak ya da oynayamamaksa eğer evet, roman boyunca en keskininden, en acımasızından bir büyümeye tanıklık ediyoruz. Barikattaki Çocuk romanının kurgusunda mevsim geçişleri ve bu geçişlerin renklerle ifadesi göze çarpıyor. Kış mevsimiyle başlayan hikâyede beyazın etkisi, çocuk zihninden ve masal diyarlarından güçlü imgelerle yansıtılıyor. eyecanlı, hevesli, hayata meraklı, masum ve bir o kadar da acımasız çocuk gözleri. Onca keşmekeş, gürültü, rekabet, batıl süslü savunmalar, basmakalıp sözlüçengili meşrulaştırma gayretleriyle; hayat boyunca, hayatta kalmayı sürdürme çabaları arasında, zamanyaş kıskacında, okullardan, hocalardan, üniversitelerden, kahvelerden, işyerlerinden, birahanelerden, insanlardan geçerken her defasında irili ufaklı adımlarla kâh yavaş yavaş kâh koşa koşa uzaklaştığımız çocukluğumuz, çocuk gözlerimiz. GÖRÜNMEZ ADAM ÇOCUKLAR 1980 MayısTemmuz dönemi gazetelerinde “Çorum Ayakta”, “Faşistlerin Katliam Girişimi Durduruldu”, “Çorum’da Korkulu Bekleyiş”, “Çorum ve Sivas’ta Halka Yönelik Saldırılar Arttı” başlıklarıyla yer alan olayları, gözünün önünde işlenen cinayetlerle, birer birer ortadan kaybolan cesur ağabeylerinin ölüm haberleriyle, yarım kalan aşkların acısıyla, yarım kalan oyunlarının burukluğu, giderek uzaklaşan oyun alanlarına duyduğu özlemle ete kemiğe büründürüyor Barikattaki Çocuk’ta Ayhan Bozkurt. Gizli oyun alanlarını, sıkıntıdan patlayarak alışverişin bir an önce son bulmasını dilediği, hayatının askıya alındığını hissettiği o pazar yerini, karın altına gizlenmiş pazar tezgâhlarını, çocukluğunun mevsimlerini, rüyalarını, hayal ülkelerini, ağabeyleriniablalarını, hayatını, hayatları yeniden görmeye gidiyor ve çocuk gözlerini kuşanıyor yol boyunca. Bu kuşanmışlığının yalınlığını ve keskinliğini daha ilk sayfalarda bize duyuruyor aslında: “Yok olmak istiyordum, kimse beni görmesin istiyordum ama ben herkesi görebilmeliydim. Bana kimse dokunmasın istiyordum ancak ben herkese dokunabilmeliydim. Sihirli bir güce sahip olmak istiyordum. Görünmez adam olmak, gökyüzünden herkesi izlemek: Evlerde, sokaklarda olanı biteni görmek, bilmek, duymak istiyordum” (s. 14). Çocuklar başarır bir anlamda görün H mez adamlığı. Barikattaki çocuk da aynı şekilde, bahçe duvarından gözetlediklerine ve çocuk gözlerinin “röntgenciliğine” bizi de ortak ediyor. Onun peşine takılıp, bir anlamda görünmezliğinden faydalanıp 1980’de Milönü Mahallesi’nde (mahalleye o zamanlar Küçük Moskova, meydanına da Kızıl Meydan dendiğini yazarın anlattıklarından öğreniyoruz) önce vişne ağacının tepesinde, duvarların, ağaçların arkasında, inşaatlardaki kum torbalarının ardında sonra da barikatların arasında geziniyoruz. Silah sesleri arasında bir annenin üç çocuğunun geleceği için sessiz sessiz Allah’a yakarışlarına, arkadaşı Arap’ın ölümünün ardından “Lavemi” feryatlarıyla dökülen gözyaşlarına, Tespih Nihat’la Arzu Abla’nın aşkına, traktörlerin römorklarında getirilen yanmış cesetlere, inşaatta duyulan silah seslerine hep romanın kahramanı olan çocuğun gözlerinden şahit oluyoruz. Genellikle evden dışarı çıkma yasağıyla son bulan yaramazlıklarıyla, Elif’e duyduğu aşkla ve Kuran kursundaki hocasının attığı tokatla birlikte yüreğinde şaklayan ilk aşk acısıyla çocuk anlatıcıya ve yazarın yalın ve şiirsel üslubuna hikâye boyunca teslim oluyoruz. Defterine bir şeyler yazmak isteyip istemediğini soran ancak konu sınırlaması yapmayı ihmal eden büyük aşkı için karaladıklarına gülümsüyoruz: BÜYÜMEK, OYUN OYNAYAMAMAK DEMEK “Uzattığı kalemi aldım ve ezberlediğim duvar yazılarını tek tek yazmaya başladım. ‘Kahrolsun emperyalizm’, ‘Gün Sazaklar ölmez’, ‘Burası faşizme mezar olacak’, ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ın’, ‘Bu kan denizin üstünde kızıl bir güneş gibi doğacak’, ‘Müslüman Türkiye’, ‘Faşizme geçit yok’, ‘Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman’, ‘Devrim şehitleri ölmez’, ‘Yaşasın halkların kardeşliği’, ‘Oluk oluk aksa da kanımız halkımıza feda olsun canımız’, ‘Faşizme karşı omuz omuza” (s. 59). Ancak ilerleyen sayfalarda, şiddeti gi Görsel öğelerin geriye dönüşlerle, rüya geçişleriyle, görselliğe hitap eden tasvirlerle okura sunulmasında Ayhan Bozkurt’un senaryo yazarı olmasının etkileri görülüyor. “Beyazlar Ülkesi”ne ve bu ülkenin kralına duyulan öfke, bir yandan çocuk anlatıcının roman boyunca belirttiği gibi en sevdiği renkleri, kırmızıyı, maviyi ve yeşili ele geçirmek isteyişine ustalıkla bağlanıyor: “Buzdan tüfekler, taştan mermiler taşıyorlardı. Kendilerini kardan yapılmış zırhlı tanklarıyla savunuyorlardı. Bizim silahlarımızsa tahtadandı. Bizler mavilerden, kırmızılardan oluşuyorduk. Kırmızıların komutanı bendim” (s. 9). İlkbaharla beraber çocuk anlatıcının sevdiği renkler belirmeye başlasa da bulutların ardından yükselen güneşin ılık ılık gülümseyişi, gökyüzünün berrak mavisi, kuşların bahar dansı giderek öfkeli bir ifadeye bürünüyor ve o çok sevilen renkler artık duvarlara yazılan sloganlarda, kana bulanan sokaklarda bir düşmanın varlığıyla, ölüm korkusuyla özdeşleşmeye başlıyor. Nitekim eylül ayıyla birer birer delinmeye başlayan barikatların yüreklere saldığı çaresizlik hissiyle griye kesen bulutların, atılan bombalarla yanan evlerden yükselen dumanların siyahlığı, çocuğun yaşadığı apartmanın bodrum katındaki tutsaklığına kadar uzanıyor. Ömür Ölümün Önsözü, 28 Numaralı Oda, Şehir Soyuldu, Al Sana Aşk adlı şiir kitapları bulunan yazarın dilindeki şiirsel öğelerin yanı sıra, hikâye boyunca kimi bölüm ve altbölümler arasındaki bağlantıyı sağlayan geriye dönüşler de dikkat çekiyor. Bölümler arası bağlantılarda çocuk zihnine ve hayal dünyasına uygun olarak rüyaların sık sık kullanılması da yazarın bu ilk romanında önemli ve yerinde bir işlev görüyor. Senaryo yazarı birçok öykücü ve romancının hikâyeciliğinde göze çarpan kimi özellikler (“gösterme” yoluyla anlatı, diyalogların ağırlığı) on iki bölümden oluşan bu romanda da varlığını hissettiriyor. Görsel öğelerin geriye dönüşlerle, rüya geçişleriyle, görselliğe hitap eden tasvirlerle okura sunulmasında Ayhan Bozkurt’un senaryo yazarı olmasının etkileri görülüyor. Askerler gitmiş, rüzgârın uğultusundan başka tek bir ses yok. Karşımda yeniden beliren Nazmiye teyzenin dışarı fırlamış gözleriyle karşılaşıyorum, ‘N’olur Nazmiye teyze beni bırak’ diye yalvarıyorum. ‘Beni neden öldürdün söyle bakalım şimdi?’ diyor bana. ‘Ben öldürmedim seni, yemin ederim Nazmiye teyze’ diyorum. ‘Salih görmüş, o söyledi.’ ‘Salih yalan söylemiş. Ben kimseyi öldürmedim. Hem ben…’ ‘Sus bakayım, büyükler konuşurken dinlemeyi öğreneceksin. Benim oğlum yalan söylemez. Sen yalancısın. Yalancı… Yalancı çocuk’ diyerek avazı çıktığı kadar bağırıyor. Ağlıyorum. Mezarın üzerine oturuyor, bu defa kahkaha atıyor (...) Mezarı yumruklamaya başlıyor. ‘Beni siz öldürdünüz…’ Eliyle beni işaret ediyor ‘Yo yoo, beni sen öldürdün.’ ‘Hayır, ben kimseyi öldüremem Nazmiye teyze.’ ‘Bana artık Nazmiye teyze deme! Defol defolun, çıkıp gidin bu mahalleden.’ Sesi yankılanıyor mezarlıkta. ‘Defolunnnn!” (s. 8182). Bu dokunaklı yakın tarih resmine baktıktan sonra bir çocuk gözü bulmak için elim ceplerime uzandığında karşımda beliren tüm çocukların, çocuklukların “Gel bak sana ne göstereceğim” çağrısına usulca boyun eğmek istedim. Yoksa nasıl “Sokağa çıkma yasağı var, haberiniz yok mu?” diyen üniformaya “Biz annemden izin aldık!” yanıtı verilebilir ki… Barikattaki Çocuk/ Ayhan Bozkurt/ Everest Yayınları/ 134 s. TEMMUZ 2011 SAYFA 13 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1118 21 CUMH
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear