22 Kasım 2024 Cuma Türkçe Subscribe Login

Catalog

John Carlin’den gerçek bir hikâye Düşmanla Oynamak John Carlin Düşmanla Oynamak‘ta anlatısını, hakkında çok şey yazılmış “Güney Afrika mucizesi”ni esas alarak, çok sayıda siyah ve beyaz karaktere ve onların hikâyelerine yer vererek kuruyor. Şiddet dolu politik bir ortamda gerçek hayattaki kahramanların hayatını mercek altına alıyor olmasına rağmen bir peri masalı algısı yaratan bu kitap, aslında hissettirmeden politik ve gündelik hayata ilişkin dersler vermeyi de amaçlıyor. Ë Samed KARAGÖZ irmi yedi yıllık hapis hayatından sonra bir insan nasıl kendisini hapse atanları affedebilir? Tam anlamıyla siyah ve beyaz gibi ikiye ayrılmış bir milleti birleştirmeyi düşünmek bile hayal ürünü sayılırken bir insan tek başına nasıl bunu başarabilir? Bir spor turnuvası niçin sadece bir spor turnuvası değildir? Affetmek büyüklüğün şanından mıdır? Şiddetin zıt anlamlısı sükunet mi, bağışlamak mı? Aynı ülkede yaşayan iki farklı ulusu birleştirmek için izlenebilecek yollar ne? Bir devlet başkanının maaşını çok bularak, bunun üçte birini hayır kurumlarına bağışlaması halkta nasıl bir etki bırakır? Yuhalanarak ve ıslıklanarak terk ettiği bir stattan bir devlet başkanı, yakın zamandaki bir başka ziyaretinde nasıl alkışlanarak ve ismi on binlerce kişi tarafından içtenlikle tezahürat haline gelerek nasıl ayrılabilir? John Carlin’in yazdığı Düşmanla Oynamak, ömür boyu hapse mahkum edilen lider Nelson Mandela’nın hayatının 19851995 yılları arasındaki dönemini 1995 Ragbi Dünya Kupası ekseninde anlatıyor. Mandela yirmi yedi yıl hapiste kaldıktan sonra 1990’da özgürlüğüne kavuştu. 1980’li yıllarda dünya çapında ırkçılığa karşı duyarlılık artınca adını duyurmayı başarmıştı. Serbest kaldıktan sonra yaptığı ilk konuşmada duruşmasının sonunda da söylediği cümleyi tekrar etti: “Ben beyazların tahakkümüne karşı savaştım, siyahların tahakkümüne karşı savaştım, demokratik ve özgür toplum fikrini öğütledim, bunun için ve bunu başarmak için yaşadım; bunun için ölmeye de hazırım.” Hapisten çıktığı ilk günlerde yaptığı yüz binlerce kişiye hitap ettiği konuşmada şunları söyledi: “Bıçaklarınızı, silahlarınızı ve prangalarınızı çıkarıp hepsini denize fırlatınız.” Halk ayaklanmaya başlamıştı. Siyahlar yıllardır içinde biriktirdikleri nefreti bütün beyazlara yani Afrikanerlere yöneltmişlerdi. Sokaklarda sürekli çatışmalar vardı. Mandela ülkenin bütünlüğünün sağlanmasının bu çatışmaların sona ermesiyle olacağını aksi takdirde ülkenin bir iç savaşa sürükleneceğinin farkındaydı. Destekçisi olan yerlilerin ülke nüfusunun yüzde 90’ı gibi bir çoğunluğa sahip olmasına rağmen başlayacak iç savaşın hiç kimseye bir fayda getirmeyeceğinin farkına varmıştı. 1993’te Güney Afrika’daki ırkçı ayrım politikası “apartheid”ın (Apartheid kelimesi Afrikanerlerin kullandığı Afrikancada ayrılık anlamına geliyor ve beyazların mutlak üstünlüğünü savunan rejimin adı. sonunu hazırlaması ve Güney Afrika’nın çok ırklı bir demokrasiye dönüşümünü desteklemesi ile tanınan De Klerk’le birlikte Nobel Barış Ödülü’nü aldı. Özgür kaldıktan sonraki ilk seçimlerde (ki bu seçimler Güney Afrika tarihindeki ilk özgür seçimlerdi) 1994’te devlet başkanlığı koltuğuna oturdu. O günlerde çoğunluğu beyazların hâkimiyetinde olan gazetelerin manşetlerinde “Başkan seçildi ama ülkeyi yönetebilecek mi?” benzeri onlarca haber çıktı. 1995’te bütün ülkenin kaderini değiştirecek olan Ragbi Dünya Kupası vardı. Belki de çok büyük bir risk alarak siyahların antipatiyle yaklaştığı ragbyi ülkeyi birleştirecek bir fırsat olarak gördü. Çünkü ragbi beyazların oyunuydu, ragbi takımında sadece bir tane siyah vardı, hâlâ ırkçı apartheid dönemini temsil eden sembolleri ve marşları vardı. Öyle ki Mandela bile hapishanede olduğu dönemlerde Springboks takımının karşısında kim varsa o takımı desteklemişti. Böylelikle kendisi hapse atanlara karşı duyduğu nefreti diri tutmayı başarabiliyor, bu vesileyle hepsi beyazlardan oluşan gardiyanlara tepkisini belli edebiliyordu. Kitabın yazarı usta bir gazeteci. Bu tarih diliminde Güney Afrika’da yaşamış, Mandela’yla defalarca görüşmüş. Zaten kitabın önsüzünde belirttiği gibi bu kitapla ilgili ilk fikirleri açtığı kişi de Mandela. Kitabı biyografi olarak adlandırmak hayli zor, çünkü yazarın da belirttiği gibi “biyografiden ziyade, onun politik dehasına, insanları onların daha iyi yönlerine hitap ederek kazanma, Abraham Lincoln’ün deyişiyle onların doğasındaki iyi John Carlin Y meleği ortaya çıkarma yeteneğine ışık tutan bir hikâye.” Kitabın konu aldığı tarih diliminin 1985’ten başlamasının temel nedeni, bu tarihten itibaren, yani daha hapisteyken, hükümetle görüşmesi. Bitiş tarihinin 1995 olmasının nedeniyse, bütün ülkeyi bir araya getiren, siyahların ve beyazların kendilerini gerçek anlamda beraber hissetmelerine neden olan ragbi şampiyonası. Kitap da zaten bu turnuvanın etrafında dönüyor. Bu turnuvanın Mandela’nın politik dehasının sadece kendi halkının güvenini kazanmakla değil, düşmanının saygısını da kazanmaktan kaynaklandığını, kendisine ömür boyu mahkumiyet kararı veren, ölmesini isteyen, onu öldürmek için planlar yapan insanları nasıl kendi saflarına dahil ederek ispatladığının açık bir delili. Bütün dünya çapında saygınlık kazanan bir liderin çizdiği yoldan, aydınlığından faydalanarak bir halkın nasıl tam manasıyla bağımsız olabileceğini göstermesi bakımında da önemli bir eser. Düşmanla Oynamak/ John Carlin/ Çev.: Elif Ersavcı/ Ayrıntı Yay./ 240 s. Cem Kalender, ikinci romanı Zamanın Unutkan Koynunda‘yla okuyucularının karşısında. Romanda bir aile ve çevresindekilerin ama en çok Derviş, İnan ve Gonca’nın yaşamla ve kendileriyle hesaplaşmalarını, kesişen ve ayrılan yollarında yaşadıkları anlatılıyor. Ë Barış ÖZKUL em Kalender, ilk romanı Klan ile umut vaat eden romancılar arasında yerini almıştı. İkinci romanı Zamanın Unutkan Koynunda’nın Klan kadar çetin bir roman olduğu söylenebilir. Kalender’in başlıca hüneri, yarattığı karakterlere kendi anlatılarıyla kendi edebi inandırıcılıklarını sınama, kanıtlama özgürlüğü tanıması. Kalender’in şöyle bir ayırıcı özelliği var: Rastlantısal olarak yan yana getirilmiş, statik anlatılardan çoğulluk damıtmaya çalışmıyor. Gerek edebi gerekse edebiyat dışı metinleri etkileşime sokarken romanlarındaki karakterlerin metinlerini tartışıyor, dinamikleştiriyor. Zamanın Unutkan Koynunda’ndaki İnan karakterine yoğunlaşarak Kalender’in “oyunu” nasıl oynadığına kısaca bakalım. İnan, 12 Eylül’ün hemen ertesinde çocuk esirgeme yurdunda kalan bir çocuk. Hem okulundan hem kaldığı yurttan sürekli firar ediyor. Firarlarından birinde araba altında kalıyor; Beyazıt’taki Yazma Eserler Kütüphanesi’ne memur olarak atanan Derviş’in kazayı görüp yardımına koşması sayesinde ölümden dönüyor. Kazayı gördüğü sırada Derviş, taşradan İstanbul’a yeni gelmiş, dünya bil Cem Kalender’in yeni romanı Zamanın Unutkan Koynunda mez bir adam. Kütüphane memurluğuna pistonla atanmış. Osmanlıcası yok. Kütüphanenin kıdemli memuresi Seçil Hanım, mesleki yetersizliğinden ötürü Derviş’i aşağılamayı vazife biliyor. Ordunun, Derviş gibilere ilişmemesine öfkeleniyor: “Ordu hatayı yanlış yerde arıyor.” Seçil Hanım’ın kibrinden, büyüklenmesinden gücenmiş halde sokağa çıkan Derviş, İnan’ın parçalara ayrılmış bedenini taşıdığı hastanede, iki devlet kurumunu kıyaslıyor: “Akşam beşten sonra hastaneye gitmek bende hep bir kütüphane dinginliği etkisi yaratıyordu.” Hastaneleri sevimli buluyor: “Bazen eşya olmak istediğimde bunun okul ya da hastane binası olmasını arzuluyorum.” Derviş, devletin eski sahiplerine gücense bile kendi de bir devlet yaratığı. Kitap kapağı açmadan, aylaklık ederek vakit tükettiği kütüphane ile hastane ve okulun ötesine uzanmıyor ufku. Toplumsal ufuksuzluğun soluk aldığı kurumların birinden kaçan İnan’ı kurtarması gayet sembolik dolayısıyla. Ama büsbütün gönüllü devlet yaratığı değil Derviş. Bitmek bilmez karamsarlığının sebeplerini bilinçlilik süzgecinden geçirmekten aciz elbette. Ama kahvede oyun oynarken, meyhane sohbeti dinlerken mutlu. Kazanın ardından uzunca süre hastanede kalıyor İnan. Çıkınca, Dervişle ilişkisini ilerletiyor. Derviş’in dayısı, dayısının hanımı, üç kızı ve bebek yaştaki torunu Gonca ile paylaştığı eve dadanıyor. Okuldan, yurttan düzenli olarak kaçmayı sürdürüyor. Esrara, sigaraya başlıyor. Aniden ortadan kayboluyor. Devletten sonra ailenin “metninden” de firar ediyor. 12 Eylül’ün umut bağladığı toplum ütopyasıyla arası iyi değil İnan’ın. On sene sonra, bir delikanlı olarak çıkageliyor. Bu arada Derviş, dayısının kızı, Gonca’nın annesiyle, Sümbül ile evleniyor. Gonca, 14 yaşında. İnan ile Gonca sevişmeye başlıyorlar. 1981’de, durmadan ağlayan bir bebekti Gonca. Herkes yaka silkerdi: Bilhassa, nedense Derviş: “Gonca’yı zor da olsa uyutmuşlardı… Biliyordum ki kendimi yatağa atar atmaz bu çocuk gene ağlamaya başlayacaktı.” “Yeni” İnan, Beyazıt Meydanı’nda kitapçı tezgâhı açıyor. Oda kiralıyor. Gonca ile sevişip, esrar içiyor, kitaplardan söz ediyorlar. Grigory Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesi, İnan’ın dilinden düşmüyor. Türk militarizminin el kitabı. Doktor Nazım musallat oluyor bir ara İnan’a: “İzmir Suikastı’nı ben tertiplemedim.” Yedi yıl sonra Gonca’yı akıl hastalıkları hastanesinde buluyor İnan. “Hapishaneden” çıkıp “tımarhaneye”, sevgilisine koşuyor. Hapishane, hastane, kütüphane, tımarhane, çocuk esirgeme yurdundan müteşekkil devletli mekânların sonuna böylece geliyoruz. 12 Eylül’ün fırça darbeleriyle bezenmiş zamansal düzlem de İnan’ın biyolojik ömrü açısından burada hudutlanıyor. Ama İnan’ın sembolik mevcudiyetiyle gireceği, “varlığını ölümsüz edebiyatçıların varlığına armağan edeceği” bir sınav daha var. Onu da Cem Kalender okurlarının dikkatine havale edelim. Zamanın Unutkan Koynunda/ Cem Kalender/ Kavis Kitap/ 320 s. CUMHURİYET KİTAP SAYI 1095 C SAYFA 18 10 ŞUBAT 2011
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear