Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
K hmet Oktay bir şair değil yalnız. Eleştirmen, incelemeci, gazeteci, neler neler… Ama onun yazınımızdaki yeri yine de bütün bunların ötesine geçen bir erkeyi simgeliyor denebilir. Orhan Kahyaoğlu, bu erkenin niteliğine değgin ipuçları veriyor: “Ahmet Oktay’ın üretimine dair bir yazı kaleme almak hep sıkıntılı(dır)… Sıkıntılıdır, çünkü kültürel ve yazınsal alanda yaptığı birçok önemli çalışmayı doğru değerlendirmek için oylumlu çalışmalar gerekir.” Geçmişten günümüze kaleme aldığı pek çok gazete, dergi yazısında, oturumlardaki sunularında, radyo konuşmalarıyla söyleşilerinde, bunları farklı kitaplarda toplarken sorunsallara yaklaşımında, çalışma yöntemiyle konularını ele alış biçiminde söz konusu özelliklere eklemlenmiş pek çok nitelik bir yana, onun bir kültür kuramcısı olduğu çıkıyor aynı zamanda ortaya. 1930’larda doğan kimi şairlerle öykücülerin, romancıların aynı grup içinde yer almasalar bile yönelişleri, ilgileri doğrultusunda yazınımıza bir armağan biçiminde doğduklarını söylemek abartı sayılmamalı… Sözgelimi Cemal Süreya, Demirtaş Ceyhun, Bilge Karasu, Tahsin Yücel, Ferit Edgü, Özdemir İnce, Cevat Çapan, Adnan Binyazar, Hilmi Yavuz vb. örnek olarak alınabilir… Özellikle 50’lerle 60’larda doruk yaratan, yazınsal bağlamdaki patlamanın katalizörlüğünü yapan bu yazıncılarımızla ne denli övünsek azdır herhalde… İşte Ahmet Oktay, böyle bir yazın toprağının, ikliminin yetiştirdiği önemli bir şairimiz, düşüncümüz, kuramcımız, eylemcimiz… Nitekim o, düşünsel alanda ortaya koyduğu verimlerle, kendisine bütüncül dünya kurmaya girişmiş yazıncı izlenimi bırakıyor sürekli. Bu açıdan, Ahmet Oktay’ı, ürünlerindeki dağılıma bakarak farklı yoğunluklarda bir kültür felsefecisi, kuramcısı, bunların dışında ayrıca yazınsal etkinliklerimizi kendi aynamızda tüm boyutlarıyla bize göstermeye çabalayan bir yazın eylemcisi, yazın aydını olarak görmek de olanaklı. Bu çerçevede yazınsal evrilişimizi kavrayabilmek için, onun, özellikle 1950’lerden günümüze son altmış yıl içinde ülkemizde yaşanan toplumsal, sınıfsal, ekonomik hareketlilikle yaşama kültüründen kalkarak genelde sanatla, özelde yazınla bunlar arasında kurduğu ilişkilere, dolayımlılıklara, içselleştirmelere en azından göz atmak zorunlu… Alana değgin düşünce üretip verimleri için arayışlarını sürdüreceklerin bu eşiğin kesinlikle ayırdında olması, gündemlerini Ahmet Oktay uğrağında yeniden gözden geçirmesi gerekiyor… “ELEŞTİRİ OKULU” Son haftalarda azımsanmayacak sayıda itaplar Adası M. SADIK ASLANKARA Eleştirimizde önemli bir uğrak: Ahmet Oktay A romana değindim “Kitaplar Adası”nda… Bu romanlarda gezinirken düşünmekten alamadım kendimi: Acaba bizde kaç romancı, romanımızda bir Ahmet Oktay eşiği bulunduğunun ayırdında? Kaçı bu uğrakta soluklanıp onun eşiğinde kendi verimiyle yüzleşti? En sonda söylenebilecekleri en başta söyleyivereyim olsun bitsin: Yazınımızda, özellikle romancılığımızda iki büyük eksiklik gözlüyorum kendimce. İlki yazarlarımızda dünya ve Türk romancılığından oluşan geniş bir yelpazeye açılma isteğinin, bunları okuyup tanıma, dağarını genişletme istencinin düşüklüğü; ikincisi ise eleştirmenlerin yapıtlarına ya da yazılarına, bunlar kendilerini ilgilendirmezcesine bakmaları, ilgilerinin yalnızca kendilerine dönük yazılarla sınırlı kalması… Buradan kalkılarak bir genellemeye gidilebilirse, romancılarımızın hoşlarına giden romanlara gönül indirdiği, kendilerinden söz ediyorsa eğer eleştirmenleri okuduğu sonucuna ulaşılabilir… Oysa okuma sınırlarını bu ölçüde dar tutan bir romancının kendini yinelemekten kurtarması olası mı? Tersine bu sınırların dışına ne ölçüde çıkarsa, yazınsal havuzunu ne ölçüde genişletip bunu tazelenmiş suyla doldurabilirse o ölçüde yeni, yepyeni yazar olarak çıkacaktır karşımıza kişi… Bütün bu nedenlerden ötürü Ahmet Oktay’a bir başucu kaynağı olarak bakılabilir kanımca… Ama öteki uğraklarla eşikler savsaklanmadan tabii… Sözgelimi romanda böylesi bütüncül bir yaklaşımı Fethi Naci’de görebilmek olanaklı. Örneğin onun Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme başlıklı, yoğun emekli çalışması ile romancılığımıza büyük katkısı olarak On Türk Romanı’ndan Yüzyılın 100 Türk Romanı’na dek emek anıtı eleştiri dizisi nasıl unutulabilir? Buna yakın bir kavrayış, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman ile bir ölçüde Cevdet Kudret’te, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış’la Berna Moran’da da göze çarpıyor. Ahmet Oktay’ın bu alana özgülenebilecek, onlarca kitaba dağılmış eleştirileri, ancak bir yazınfelsefe okulunun seminerinde önümüze çıkabilecek halkalanışlarla birbirine ulanıp bütünlenerek hem en küçük ölçekte tekil örneklerle hem de en genel açılımda tüm dünyanın verim haritasını birbirine bağlayarak ufkumuzu genişletiyor. Yanı sıra beylik deyişle bir pusula getirip bırakıyor sessiz sedasız önümüze… Çeşitli yapıtlarına dağılan düşüncelerini gelin satırbaşlarıyla, gelişigüzel bütünlemeye çalışalım şimdi onun… DÜNYA ROMANCILIĞINDAN TÜRK ROMANCILIĞINA... Ahmet Oktay, saltık anlamda çeşitlilikle örülü, sanat hüneriyle karılı “dünya yazını”nı simgeleyen romancılıkla, sonradan çeşitli eklemlenişlerle gerileyip bir başka biçimde karşımıza çıkan sanayi tipi romancılığı birbirinden ayırıyor. Sınıflar arası savaşım, kültürler arası etkileşim sonucu birörnek hale gelen, emperyalizmin damgaladığı küreselleşme aşamasından pay alıp farklı anlayışla verimlenen bir roman kavrayışı bu. Ahmet Oktay bunu “emperyal yazın”, “emperyal kanon” kavramları içinde değerlendiriyor. İlki ne denli adına yakışan bir içeriğe sahipse, sonrakiler roman estetiğine sırt dönülüp dışlanmış, buyurganın isterlerine uydurulmuş, sonuçta yazar öznenin de bir biçimde nesneleştirildiği bir küvöz romanı. Buna göre romancılığın, medyanın kuyruğuna yapışıp bir “multi medya vizyonu”na sıkışıp kaldığı söylenebilir pekâlâ. Bütün bu oluntuları Ahmet Oktay, sınıfsal mücadele temelinde, kültür çatışmaları düzleminde yerli yerine oturturken süreci diyalektik bağlamda romanın başlangıç evresine, ötesinde Rönesansa geri götürüyor. Bu çerçevede başlangıcından günümüze, romandaki evrimi, adımları göz ardı etmeden bugüne getirip, günümüz roman sanatını bu yönde temellendirmeye çabalıyor. Ayrıca onca yenilikçi yanlarına karşın Kafka, Beckett, Joyce vb. gibi yazarların bile kıran kırana yürütülen bu roman savaşında dirseklendiğini söylüyor. Bu arada “Dünya Yazınının büyük adları Cervantes, Dostoyevski, Balzac, Stendhal, Flaubert, Dickens, Melville, Kafka, Beckett gibi sayıları artırılabilecek romancıların… hepsinin temel kaygısı ve sorunu adalet, eşitlik ve özgürlük” iken (Romanımıza Ne Oldu?, Emperyalizm, Roman ve Eleştiri içinde, İthaki, Bütün Yapıtlarına Doğru, 5. Cilt, 2010, 194), günümüz romancılarının kaygılarının ün, para vb. güncel popülerlikten öteye geçmediğini vurguluyor. Bu nedenle günümüzde iyi örnekler cılız da olsa bir kıyıda akışını sürdürürken bozulmuş bir roman damarı, yukarıda örneklenen dünya yazını geleneğine aykırı biçimde, kitle iletişim organlarının, uluslararası medya kuruluşlarının yönlendirmesiyle her geçen gün daha da yayılıyor yazık ki… Bu verilerden kalkarak kendi romancılığımıza bakarsak neler söyleyebiliriz? Ahmet Oktay, dünyaya bakışıyla ülkesine bakışını birleştirmiş, bütüncül tutum sergileyen bir yazar. 1950’den sonra yaşanan görece hızlı kentleşme, göçler, darbeler, özellikle 12 Eylülün yol açtığı yıkım, demokrasi boşluğu, sınıfsal tutumlardaki kaymalar, kültürel değişkenlikler, ayrıca kitle iletişim araçlarının bireye, aileyeeve, kente el koyuşu, öteki sapmalar romancılığımızda geleneksel bağların kopmasına yol açarken, dünya yazını örneğindeki gibi, Türk romanının da özellikle 1980 sonrasında geleneksel sularından geri çekildiği görülüyor. Böylece yeni bir romancılık kavrayışı çıkıyor ortaya. ROMANCILIĞIMIZDA DEĞİŞİMDEN BAŞKALAŞIMA Bütün bu değinilerin ardından kendi romancılığımıza dönersek, değişimden dönüşüme bu başkalaşmanın nasıl başladığını, eğrinin nasıl bir yön çizdiğini ortaya koyabilmek artık olanaklı hale geliyor… Görünen o ki, Türk romancısı genelde sanal bir dünya algısının gölgesinde yaşıyor. Küreselleşme adı altında, zavallı, boynu bükük bir inanışla ya da adım adım yürütülmüş sinsi bir ihanetle, ama sözümona “dünya yazını”na eklemlendiği süsü verilerek yer yer oryantalizm, tarihçilik, cinsellik, popülerlik vb. “geçer akçe” temelinde ticaret üzerine yapılandırılarak üne, paraya dayalı bir romancılığın figüranı olmaya itiliyor. Bunu körükleyen, bireyi, onun yaşama alanını, kenti, dünyayı, sonuçta her şeyi işgal altında tutan bir kitle iletişim ağının, insanı kendi sınırlarından dışarı çıkarmamak üzere çabaladığı öngörülebilir. Popüler kültürün, her alana yayılarak, her değerin önüne geçerek oynadığı rolün giderek zorlayıcı, dayatmacı hale geldiği de öne sürülebilir. Nitekim günümüzde kişiler kadar ailelerle kentlerin de yalnızlaştırıldığı, adeta soyutlanıp kendi hücrelerine hapsedildiği bir yaşam biçimi tek egemen kavrayış olarak yaşamımızı dolduruyor. Öte yandan bir “entelektüel tereddüt” de özellikle hem romancılarımızın hem de kaleme aldıkları romanların temel sorunsalı olarak kendini gösteriyor. Bu bağlamda Ahmet Oktay, geleceğin işlevsizleştirilmesi üzerinde dururken zamanın parçalanması sonucu yaşanan bunalımın da altını çiziyor… Bütün bu olumsuzluklara karşı, sürekli bir “eleştirel diklenme” sergiliyor Ahmet Oktay. Onun eleştirileri, denemeleri sağlam temelde birer karşı yapıt olarak yazınımızın dağarına katılırken yukarıdan bu yana vurgulanan o büyük erke de böylece çıkıyor ortaya. Ancak onun eleştirilerindeki karşı çıkışı, diklenmeyi at gözlüğüyle yapılmış “hasmane eleştiri” ile körü körüne yapılmış “dostane eleştiri”den ayrı tutmak gerekiyor. Çünkü Ahmet Oktay, düşüncelerini, çözümleyici yöntemle, tüm kanıtları dikkate alarak, hiçbir adımı atlamadan eksiksiz temellendirmeyle geliştiriyor. Gerçekten Ahmet Oktay, hemen her çözümlemesinde, değerlendirmesinde olayları, yaklaşımları, ilişkilenişleri ekonomik, toplumsal tabana oturtma, bunları sınıfsal açıdan temellendirme çabası sergiliyor. Yazınsal edimlerin de ancak böyle bir kavrayışla değerlendirilebileceğinin altını çiziyor bir bakıma. Bir sosyal bilimci tutumuyla tüm verileri dikkate alarak, bunlar arasında ilişkiler kurarak çıkarsamalarda bulunurken toplumdaki yazınsal edimler için bir başucu kaynağı oluşturuyor. Bu başucu kaynağı, yenilerinin de hazırlığıyla İthaki Yayınevi tarafından büyük ciltler halinde yayımlanıyor. Ahmet Oktay’ın da Memet Fuat gibi yazılarını farklı sorunsallar odağında birbiriyle geçirgenlik gösteren kitaplarda bütünlediği gözleniyor. Ne var ki bu yazıda daha çok dış dinamik olgularıyla bunun dolantılarına değindik… Bir de roman sanatının, estetik iç dinamikleri söz konusu. Buna sıra gelmiş değil. Son sözüm romancılarımıza yönelik olsun… Ahmet Oktay okumadan da roman yazabilirsiniz elbet. Ne ki Ahmet Oktay’ı okuduktan sonra kaleme alacağınız romanların öncekilerine oranla çok farklı olduğunu, bir tür gelişmişlik gösterdiğini kendiniz de gözlemleyeceksiniz, kuşkunuz olmasın bundan! Ahmet Oktay’ın yazınsal eleştiri verimlerine başlamış değilim ki bitireyim. Aralıklarla sürdüreceğim yazmayı… ? SAYFA 21 CUMHURİYET KİTAP SAYI 1067