Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Ahmet Emre’den ‘Hiç’ ‘Bir öykü bir değişimi anlatır...’ Hiç, aşka erkek dünyasından bakıyor. Gerek uzun ismi, gerek şiirsel dili, gerekse kurgusuyla “modern çağın aşk hikâyesi” olma iddiasında olan romanın yazarı Ahmet Emre’yle kitabı hakkında konuştuk. Ë Beyhan AKKOYUN itabınızı bir cümleyle özetlemeniz gerekse ne derdiniz? Bir erkeğin gözünden aşkın anlatımı. Aşk etrafında dönen bir öyküde erkeğin kahraman olması nasıl bir farklılık yaratıyor? Yarattığı farklılığı anlatabilmek için bugüne kadar yazılanlara bakmak gerekir. Aşk hakkında yazılan kitapların bir çoğunda kadın aldatıldı, kadın acı çekti... Öykülerin böyle kurgulanmasının elbette bir nedeni var. Yazarlar ve yayıncılar, aşkı konu eden kitapları genelde kadınların okuduğunu düşündüğünden, bu şekilde kurgulanıyor; okuyucu kolayca empati kurabilsin diye. Bu sırada erkeğin duygusal dünyası ihmal ediliyor, yüzeysel olarak değinilen bir erkek dünyası ortaya çıkıyor. Kitabınız bir boşluğu dolduruyor o zaman? Hiçbir öykü bir boşluğu doldurmak için yazılmaz. Bir erkeğin aşkı algılaması ve yaşamasıyla, bir kadının aşkı algılaması ve yaşaması farklıdır. Bu öyküde madalyonun diğer tarafını görüyoruz. Âşık olan bir erkeğin aldatılması, aşk acısı çekmesi, affetmesi, yaşamak istediği aşkı yaşayamaması, hatta bir erkeğin dostuyla sohbetinde dertlerini nasıl paylaştığı... Erkek dünyasına bir bakış atıyoruz yani... Her kitabın bir tezi olması gerektiğini düşünüyorum. Özellikle aşkı konu eden kitaplarda bir tezi olması çok önemli, yoksa öykü beyaz dizi romantizminde kalır. Benim öykümün de bir tezi var. Bir erkeğin duygularını samimice sergilemenin yanında modern çağın ilişkilerini konu alıyor. Modern çağın insanına sürekli bireyselleşmesi gerektiği telkin ediliyor. Ama bu baskı onda bireyselleşme yerine bencilleşmeyi doğuruyor. Bu bencilleşme ikili ilişkilerden aşka kadar yansıyor. Benim kitabımda bireyselleşme ile bencilleşme arasında kalan insanlarla kararları ve bu kararlarının sonuçları var. Müzikle uğraşmanız romanınızı yazarken size ne gibi yarar sağladı? Neden? Bir sanat dalıyla uğraşıyorsanız ilk öğrenmeniz gereken disiplinsiz sanat olmadığıdır. Üretmek sadece ilhamla yapılan bir iş değildir. Duyguları ve düşünceleri disipline edip, estetik ölçülerde bir ürüne dönüştürmelisiniz. Yazarken de bu şekilde oldu. Müzikte öğrendiklerim yazarken bana ışık tuttu. Ama her üreten kişi gibi, yazdığımın anlaşılmayacağı kaygısını hep taşıdım. Tüm topluluklar zaman içinde gelişir şekillenir ve kemikleşir. O topluluk yeni bir şeyi kabullenmekte zorlanır. Bazı şeyleri tabulaştırır, bazı şeyleri doğru olsa da bünyesine kabul etmekte zorlanır. Bu kural edebiyat dünyası için de geçerli. Biraz daha açıklayabilir misiniz? Şöyle anlatayım. Örneğin, birisi çıkıp klasik yazarlardan biri için “Okudum, beğenmedim. Bence kötü yazar” diyemez. Ona “cahil”den başlayarak bin ayrı yafta yapıştırılır. “Benim gibi düşünmüyorsan yanlışsın” düşüncesi, hatta bunun üzerine bir de bu kişiyi yerme, yok sayma tutuculuktan öte faşist bir davranıştır. Ama Doris Lessing “Bir kitabın sıkıldığınız yerini atlayın, çekinmeyin” derse onu ayakta alkışlarlar. Halbuki “Okudum, beğenmedim. Bence kötü yazar” cümlesinde sihirli bir sözcük var “Bence…” okuyucunun beğenmeme hakkını kimse elinden alamaz. Sanırım kitabınızın beğenilmemesinden endişe duyuyorsunuz? Herkesin romanımı beğenmesini beklemiyorum. Beklentim hitap ettiği kişilerin eline geçebilmesi ve onlar tarafından okunması. Nasıl her müzik herkese hitap etmiyorsa, her öykü de herkese hitap etmez. Beğenmeyen insana saygı duyarım ve beğenmeme sebeplerini anlamaya çalışırım. Bazı eleştiriler canınızı sıkmış sanırım? Şöyle izah edeyim, bu öykünün edebi anlatımına veya kurgusu açısından bir endişe duymuyorum. Benim için yeterince samimi olması önemliydi, öyle de oldu. Ancak bu öykünün bazı özellikleri var. Bunlar kasıtlı olarak bu şekilde kurgulandı. Bunları eleştirirseniz benim düşünce biçimimi eleştiriyorsunuzdur ki, bunu saygısızlık kabul ederim. Unutmayın beğenmemekten bahsetmiyorum, kasıtlı olarak yapılmış bir şeyi sanki eksiklikle yapmışım gibi eleştirilmesinden bahsediyorum. Kasıtlı olarak yaptıklarınız nedir kitapta? Örneğin şehir ve semt adları yer almıyor kitapta... Okurken bunun eksikliğini de çekmiyorsunuz, hatta bunu fark etmiyorsunuz bile... Kitapta diğer yer almayan unsur insanların fiziki tarifleri. Bunun eksik bırakılmasının iki nedeni var, birincisi daha kolay empati kurulabilmesi. Diğer neden de romanın kahramanının kişiliğinde gizli. Romanın anlatıcısı ve kahramanı olan Okan, bir kameranın baktığı gibi görüyor insanları. Bu bir eksiklik değil mi? Bakın bu benim görüşüm; bir yazar, üçüncü ağızdan anlatılan bir öyküde okuyucuya bilgi vermek ve hikâyenin ilerleyen safhalarında bazı olayları hazırlamak için kişilik analizi veya fiziki tarif yapabilir. Birinci ağızdan anlatılan bir öyküde ise anlatan kişinin bunu yapma alışkanlığı ve düşünme biçimi olması gerekir. Fiziki tarifler bu öykü için odak noktasına katkısı bulunmayan birer ayrıntıydı. Ruhsal tahliller içinse öykümdeki kahramanın yapısı engeldi. Onun adına konuşmuş olmayayım, ama sanırım öykünün kahramanı kişilik çözümlemelerini psikologlara bırakıp, yaşamaya çalışıyor ve yaşadıklarını anlamayı tercih ediyor. Modern çağın insanını bu şekilde tanımlıyorsunuz yani, diğerini anlamaya çalışmadan olaylarla yaşayan insan? Demin de söylediğim gibi, bireyselleşme adına bencilleşirken kendine odaklı bir insan yapısı ortaya çıktı. “Aldırma, kendini sev, mutlu ol” sloganlı kişisel gelişim kitaplarıyla beslendikçe, kendini sevmekten de uzaklaştı. Bir başkasını sevemezseniz kendinizi sevmenize imkân yok. Ama öykünün kahramanının bir farkı var. Kaçmıyor. Anlamaya ve öğrenmeye çalışıyor. Bu çaba başkalarını nasıl sevebileceğini öğrenmenin çabası. Kaçsaydı ben öyküsünü yazmazdım, çünkü bence bir öykü bir değişimi anlatır. Kaçsaydı, duygularıyla yüzleşmeseydi değişmezdi. Bu da benim için bir öykü olmazdı. ? Hiç/ Ahmet Emre/ İlya Yayınevi/ 150 s. gibi, İkinci Yeni’ye karşı çıkıyor: “İkinci Yeni neyi aşmıştır ki aşılmamış olsun” diyerek tavır koyuyor ve yaşama direncini 68 Kuşağı’ndan aldığını belirtiyor. Ozan, yazar, çevirmen Eray Canberk, edebiyat akımları çağının geçmiş gibi gözüktüğünü, sanatçının bağımsızlığını duyurduğunu vurguluyor, “kitap okumayan televizyon izleyicisinin” kendine sunulanı ozan olarak benimsediğini anımsatıp yanılgıya düşüldüğünü belirtiyor. Kendi şiirlerini nasıl yazdığını anlatıyor (s. 179). Mehmet Tanju Akerman’ın sorularına yanıt veren diğer ozan ve yazarlarımızın adlarını vermekle yetineceğiz; ancak her birinin verdiği yanıtlardan alınacak önemli dersler olduğunu belirtmeliyiz: Mustafa Köz, Refik Durbaş, Bedrettin Aykın, Sennur Sezer, Feyza Hepçilingirler, Adnan Özyalçıner, Nurullah Can, Namık Kemal Behramoğlu, Tekin Gönenç ve Necati Tosuner, her biri yazınımızın yüz akı. Onların ürünleriyle, düşünceleriyle gelişiyor yazınımız. Mehmet Tanju Akerman, iyi ki onlarla söyleşip yazdıklarını kitaplaştırmış diyoruz. Yazınımız, Çağını Yakalayanlar‘la zenginleşiyor. ? Çağını Yakalayanlar/ Mehmet Tanju Akerman/ Siyah Beyaz Kitap/ 298 s. SAYFA 21 Ahmet Emre K Mehmet Tanju Akerman ¥ şiirinin iyi bir noktada olduğunu belirtirken, şiire sloganın girebileceğini; ancak şiirde nasıl kullanılacağının bilinmesi gerektiğini önemsiyor: “Slogan şiirde, tıkanıp kalmamak, şiirsel yanı önde tutmak için, sürekli şiirle yatıp kalkarak sloganı, duygu ve düşünce yoğunluğu içinde eritmek gerekir diye düşünüyorum” (s. 65). Sanatçının politikayla ilgilenmesini savunuyor, postmodernistlerin şiirlerini şiirden saymadığını belirtirken, sanatın insan için yapılması gerektiğini vurguluyor. Orhan Pamuk’un Nobel Ödülü’nü alışını da değerlendiriyor. Ozan, yazar H. Hüseyin Yalvaç da şiir ve yazınımız üzerine yaptığı çarpıcı açıklamalarıyla tepki topluyor: “…Orhan Pamuk hakkında çeşitli eleştirel, çalıntı imalı yazılar çıkıyor ve hiçbir şey yokmuşçasına unutulup gidiyor. Elif Şafak için öyle. Bir yazara bir yerlerden yürütme suçlaması yapılacak ve yazar ‘hiçbir şey yokmuşçasına’ susacak. Bu normal bir davranış değil” (s. 77). Yazına sınıfsal bakan, “şiirin bir sevda, emek isteyen bir sevda” olduğunu belirten Yalvaç, “kalıcı dergi” çıkarılmasını istiyor. Yazar, Öner Yağcı yeni dünya düzeninin en güçlü ve etkili silahının medya olduğunu, medyanın yaşam biçimini belirlediğini, düzenin egemenlerinin bu silahı ustalıkla kullandığını belirtiyor, Türkiye’nin yeni dünya düzeninin kuşatması altına nasıl girdiğini açıklarken, 68 Kuşağı’nın savaşımlarını yüceltiyor. Araştırmacıyazar Turan Feyizoğlu da aynı koşutlukta yaptığı çalışmalarını, 68 Kuşağı’nın temel özelliklerini anlatıyor. Türk şiirinde önemli bir yeri olan felsefeci, yazar, ozan Afşar Timuçin, İkinci Yeni Şiirini ve ozanlarını, “yeni şiirimizin ölüm fermanını imzalamakla” suçluyor. Cumhuriyet dönemi şiirini değerlendiri yor ve “Şiir de içinde bugünün Türk edebiyatı tepeden tırnağa dökülüyor” (s. 113) diyerek karamsarlığını dile getiriyor. 1950’den sonraki köy edebiyatı dönemini verimsiz olarak nitelendiriyor ki tartışmayı gerektirecek düşünceler ileri sürüyor. Yazar Esat Korkmaz, AlevilikBektaşilik sanatı üzerine uzun açıklamalarda bulunuyor. İlgi duyanlar için önemli bir kaynak sunuyor. Öykü yazarı Osman Şahin, Sabahattin Ali’nin büyük bir öykü ve roman yazarı olduğunu, Sait Faik’in küçük insanları soyuta kaçan bir sevgiyle yüceltip estetik bir biçimde yazdığını, kendi öykülerini ise çağına tanıklık olarak gördüğünü, gerçek yazarların yurdunu seven yazarlar olduğunu, medyanın sürekli pompaladığı yazarların aydın olamayacağını vurguluyor. Öykü yazarı Necati Güngör, sorulara verdiği ilginç yanıtlarla ilgi çekiyor. Sözgelimi; TÜYAP Kitap Fuarı’nın İstanbul’un uzağına taşınmasına tepki gösteriyor, gitmemeye karar verdiğini açıklıyor: “Kitap fuarı mı, kitap panayırı mı, ondan pek emin değilim. Şehri İstanbul’un göbeğine kurularak hayata başlamış olan bu kurum, bugün artık Trakya sınırlarına kadar kaçmış bulunuyor” (s. 155). Ozan Nihat Behram da Afşar Timuçin CUMHURİYET KİTAP SAYI 1037