Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
Fethi Naci’nin deyişiyle, her öykücünün Sait Faik gibi ‘çöpsüz üzüm’ olabilmesi kolay değil elbette, ancak bunu başarmış, öyküde unutulmazlaşıp, sürekli anımsanışta ipi göğüsleme başarısı göstermiş bir öykücünün biricikleşmiş öykülerine sırt dönerek yol alınabilir mi? Diyelim yazarı sizsiniz öykünün, peki siz kendi öykülerinizi ne kadar anımsıyorsunuz? M. Sadık ASLANKARA Kitaplar Adası Öykü Zamanı S eçkiler, ürünlerin, rastlantısal anımsamalarla bir araya getirildiği yapıtlar mıdır? Verimleyiş sürecini tetikleyen olgulardan birinin “anımsamak” olduğu ortada. Ne var ki seçkiler, salt anımsamaya dayalı verimlermiş gibi alınamaz hiçbir zaman. Anlağın anımsama, çağrışım, esinlenme vb. eylemleri, adı üzerinde rastlantısallığa açık etkinlikler. Oysa seçki, rastlantısallığın değil sıkıdüzenin, yöntemli çalışmanın ürünü… Fethi Naci’nin Yüzyılın 100 Romanı’nı (Adam, 1999; yeni basımlar için bak.: İş Kültür) anımsar mısınız? Dıştan bakıldığında roman eleştirileri seçkisiymiş gibi görünür bu anıt yapıt gerçi, ama hiç kuşku yok, roman seçkisidir de aynı zamanda. Fethi Naci için bir “yaşamöyküsü özeti” denebilecek bu seçki için, onun On Türk Romanı (Ok, 1971), 40 Yılda 40 Roman (Oğlak), 50 Türk Romanı (Oğlak, 1997), 60 Türk Romanı (Oğlak, 1998) gibi ara konaklardan geçtiği unutulmamalı. En azından bu nedenle yazınımızın topluca özetidir de Fethi Naci’nin yukarıdaki çalışmaları. Gerçekten bu kitapları okuyan herkes, modern yazınımızın neredeyse tüm serüvenini, bütün girdi çıktısını öğrenme olanağı bulabilir. Peki Fethi Naci, yüz romanı, kaç romanın içinden seçmiştir dersiniz? Bir ara merak etmiş de kabaca hesaplamaya girişmiştim. Fethi Naci’nin, yuvarlamayla üç bin dolayında roman veriminden 100 romanı seçtiği kanısına varmıştım sonuçta. Onun üç bin romandan kaçını okuyup, ama bu arada kim bilir kaçını da okuma gereği duymadan bu dev yapıtı ortaya koyduğunu bilemeyiz tabii, çünkü onun çalışma yöntemine değgin ayrıntılı bilgi yok elimizde. İnsanın, yaşamı boyunca ancak altı bin dolayında kitap okuyabileceğini okumuştum bilimsel bir yayında. Bu nedenle Fethi Naci’nin, yalnız Türk romanı olarak okuduğu üç bin kitabın hiç de hafife alınmaması gerekiyor. İnsanın “Fethi Naci birikimi”ne ulaşabilmesi için bir fırın ekmeği, affedersiniz bir kütüphane dolusu kitabı okuması gerekiyor, ilkin bunu bir tarafa yazalım, olmaz mı? İşin tuhafı, bizde herhangi roman envanteri olmadığı halde Fethi Naci’nin böylesi bir rakama ulaşma yönünde gösterdiği cesaret. Bir roman envanterimiz bile yokken öykü envanterimiz nasıl olsun? Romanımızın binlercesini işleyememişken öykümüzün on binlerce varlığını nasıl kayıt altına alacağız? Yeri gelmişken şunu ekleyeyim: Biz belgesel sinema verimimizin envanterini bile çıkaramamışız, bunlara oranla çok daha kısa, üstelik yakın bir zamana yayıldığı halde. Kültür ve Turizm Bakanlığı, BSB’ye (Belgesel Sinemacılar Birliği) soruyor, elinizde envanter var mı diye. Durum böyleyken yüzyıllık romanımızın, doksan yıllık öykümüzün veriminin envantere geçirilebilmesi iyice güç demek ki. Ancak bu tür eksikliklerin giderilmesi zorunlu. Bu da en başta alanın bilimcilerine yani üniversitelerimize düşüyor kuşkusuz… İşte bu tür sayılara merak saldığım bir dönemde, AdamÖykü dergisinde o güne dek yayımlanan öykülerin de, toplam iki bine vardığını hesaplamıştım bir ara. Şu sıralar AdamÖykü ile NotosÖy Bir öyküyü anımsamak kü’nün ilk bir iki yıllık dönemini kapsayan sayıları için karşılaştırmalı değerlendirme yapayım istiyorum ya, buna zaman bulabilecek miyim bilmiyorum. Keşke birileri yapabilse bunu, çünkü bu katkı doğrudan öykücülüğümüze yönelecek, hiç kuşkum yok bundan. Fethi Naci de, bütün öteki seçiciler gibi anımsama, çağrışım, esin vb. yollardan yararlanarak verimledi elbette andığım yapıtını. Bu iş için, diyelim üç bin kitaptan oluşan bir roman dağarından yola çıkmıştı o, ama öyküye gelip dayandığımızda, buna özgülenecek seçkiler için sayıların birden on binlere ulaşması kaçınılmaz görünüyor. Öyle ya, romandaki birkaç binlik sayının, öyküde birkaç on bin biçiminde karşımıza çıkması çok doğal. Başkalarını bilemem, ben kendi hesabıma yılda bini aşkın öykü okuduğumu sanıyorum. Yazılarımı boncuklamış değilim ki okuduklarımı sayabileyim. Yıl içinde eğildiğim kitaplarla dosyalara, dergilerdeki öykülere, öteki okumalarıma bakarak yuvarlamış olayım bunu. Bir seçki de ben hazırlamaya girişsem, yukarıdaki yönteme dayalı çalışma yapacağım demek ki. Böyle bir düşüncem olmadığına göre, ben öyküleri anımsamaya çabalayayım en iyisi. Peki öyküler nasıl anımsanır? BİN ÖYKÜDEN BİRİ... Burada “öykünün anımsanması” olgusunun “çok satışlı” verimlerin pompalanışından kaynaklanan kitap başlıklarının ya da öykü adlarının anımsanışıyla karıştırılmaması gerekiyor. Öykünün zarfının anımsanması olur bu ancak, oysa biz öykünün kendisinden söz ediyoruz burada. Anlaşılması gereken, geçmişte okunan herhangi öykünün, aradan bir gün, üç hafta, on ay, kırk yıl gibi oldukça farklı zaman geçtiği halde, kimi yanlarıyla bellekte yeniden canlandırılabilmesi, hangi değerleriyle, nasıl kalmışsa bu şekilde anımsanabilmesi yalnızca. Öyle öykü kitapları var ki, onlarca kez basıldığı halde içindekilerden bir tekini bile anımsamazsınız, ama bir iki kez ancak basılmıştır öteki, öykülerden birini, aradan onca yıl geçmiş olsa bile anımsarsınız, belleğiniz size inat, o öyküyü çıkarır durmadan bilincinize. Öykünün anımsanması derken bunu kastediyorum işte… Ayrıca öykü kuşaklar boyunca da anımsanabilir. Diyelim bir kuşak tarafından anımsanan kimi öyküler, bu kuşaktan sonra gelen öteki kuşak bireylerince de anımsanabilir kolayca. Bu durumda, anımsayış kuşaklar üzerinden sıçrayıp yüzyıllara uzanır. Evet, nasıl anımsanır bu öyküler? Okuduğumuz on binlerce, hadi alçakgönüllü davranalım binlerce öyküden, sıradan okur için biraz düşelim sayıyı yüzlerce, onlarca öyküden hangilerini anımsıyoruz, nasıl? Bu anımsayışın dayandığı temel ilke ya da dizge varsa nedir ya da nelerdir bunlar? Bakıyorsunuz, dün okuduğunuz öykü hiç iz bırakmıyor da, kırk yıl önce okunan bir öykü neredeyse bütün canlılığıyla duruyor belleğinizde. Nasıl oluyor bu? Bu, saltık olarak genç belleğin üste çıkması biçiminde alınabilir mi? O zaman anımsama dediğimiz olgu, anımsayan öznenin saltık etkinliğine dönüşmez mi? Anımsanan nesnenin hiç mi hiç etkisinin olmayacağı savlanabilir mi? Orta halli okuma alışkanlığı olanların bile anımsamakta güçlük çekmediği Dostoyevskiler, Kafkalar, Gogoller, Hugolar vb. başka türlü nasıl açıklanabilir o zaman? Öyleyse şunun üzerinde durmalıyız daha çok: Okuduğumuz onca öykünün içinde öyle biri var ki, işte bu biri ya da birileri, ötekinin, ötekilerin üzerine çıkıp kendini ille anımsatıyor bize, ötekilerse unutulmuşluğun sonsuzluğunda yitip gidiyor, nedir buradaki giz? Nedir Shakespeare’de, Yunus Emre’de, Nâzım Hikmet’te unutulmayıp da anımsanan? Unutulan binlercesi bir kenarda dururken nedir o “anımsanmış öykü”nün özelliği? Anımsananı, unutulanlardan ayıran yan? BİN ÖYKÜNÜN BİRİCİKLİĞİ... Olayın çarpıcılığını öne sürerek işin içinden sıyrılmanın olanağı yok. Sanatın, burada öykünün görevi olay aktarmak değil… Böyle olsa, gazetelerde her gün okuduğumuz, yaşamın içinden süzülüp gelen, üstelik unutulmayacakmış gibi görünen olaylarla sınırlı kalırdı dağarımız. Oysa biz yeri geliyor öykünün kahramanını, onun acısını, dramını anımsıyoruz, yeri geliyor bir giyim kuşamı, bir ortamı, ne bileyim bir durumu, karmaşayı anımsıyoruz… Anımsanan bu öykülerin ötekilerden ayrılıp seçkinleşmesini sağlayan, bunları biricikleştiren yanlar, özellikler üzerinde neler söyleyebiliriz peki? Bunun için en sağlam, doğru ölçüt, geçmişten günümüze unutulmayıp anımsanan öyküler üzerinde enikonu kazı yapmaya girişmek olacak herhalde. Öyle ya, acaba bu öyküler nasıl anımsanıyor bunca hengâme içinde, üstelik süreğen biçimde? Anımsamak, bir öyküyü unutmamak anlamına da geliyor elbette. AdamÖykü’de iki yıl kadar sürdürdüğüm bir dizi vardı: “Unutulmaz Öyküler”. Bu dizide usta öykücülerimizden “unutulmaz” olarak nitelediğim bir öyküyü alıyor, bunun neden unutulmaz olabileceği üzerine öne sürüşler getiriyordum. Şimdi anımsadığımca bu yazıların belki de ortak buluşma noktası, öykücülerimizin sıradanmış gibi görünen kimi olaylara dayanarak verimlediği öykülerin, bir tekinin olsun gücünü olaydan almadığını, tersine anlatma biçimi, biçemiyle öne çıktığını göstermesiydi… Buradan kalkarak şunu söyleyeceğim: Elbette öykücü, daha önce bu konuda herhangi deneyime sahip olmadığı halde unutulmaz öykü yazabilir, ancak unutulmaz öyküler üzerinde çalışılarak ya da bunlar okunarak da unutulmayan, anımsanan öykülerin nasıl verimleneceği öğrenilebilir. Evet, anımsanan öykünün, aradan onca yıl geçtikten sonra, üstelik kuşaktan kuşağa akacak biçimde nasıl olup da anımsandığı pekâlâ öğrenilebilir! Öykünün, anımsanışını ister doğrudan verimlenişe bağlayalım, isterse öğrenilerek sağlanmışlığına verelim, örnektir elbette, bu yanıyla her örneğin biricikliğinden söz edilebilir. Geldik mi öykünün biricikliğine?.. BİRİCİK ÖYKÜNÜN ÖĞRETMENLİĞİ... Anımsanan öykülerin yazarlarına düşkünlüğümüze geliyor şimdi de sıra. Öykünün üç büyüğünü aldım; Anton Çehov’u, Guy de Maupassant’ı, Katherine Mansfield’i, kendimce bir ölçü gözeterek kimi kitabevlerine uğrayıp sordum, yazarların öykülerinin aranma oranlarını. Ne yazık ki, yanıt hiç de iç açıcı değildi… Gerçi Çehov başta olmak üzere, yine de aralıklarla soruluyor, aranıyordu bu yazarların öyküleri, ancak kitapçılar, birbirlerinden habersiz, bunun çok ağır olduğunda ağız birliği yapıyordu neredeyse. Fethi Naci’nin deyişiyle, her öykücünün Sait Faik gibi “çöpsüz üzüm” olabilmesi kolay değil elbette, ancak bunu başarmış, öyküde unutulmazlaşıp, sürekli anımsanışta ipi göğüsleme başarısı göstermiş bir öykücünün biricikleşmiş öykülerine sırt dönerek yol alınabilir mi? Diyelim yazarı sizsiniz öykünün, peki siz kendi öykülerinizi ne kadar anımsıyorsunuz? Yayımlamayı unuttuğunuz öykünüz yoksa eğer, yani beğenmeyip bir tarafa attığınız öykülere sahip değilseniz, ölü öyküleriniz yoksa, giderek ölü öyküler mezarlığı kurmamışsanız eğer kendinize, yaşayan, hep anımsanacak öykülere nasıl sahip olacaksınız? Öykülerin anımsanması üzerinde daha önce de durmuştum “Kitaplar Adası”nda. Haftaya Çehov, Maupassant, Mansfield odağında sürdüreceğim konuyu. ? KİTAP SAYI 935 İnsanın, yaşamı boyunca ancak altı bin dolayında kitap okuyabileceğini okumuştum bilimsel bir yayında. Bu nedenle Fethi Naci’nin, yalnız Türk romanı olarak okuduğu üç bin kitabın hiç de hafife alınmaması gerekiyor. İnsanın ‘Fethi Naci birikimi’ne ulaşabilmesi için bir fırın ekmeği, affedersiniz bir kütüphane dolusu kitabı okuması gerekiyor, ilkin bunu bir tarafa yazalım, olmaz mı? “ ” SAYFA 22 CUMHURİYET