25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

Ahmet Cemal’le yapıtları ve çevirileri üzerine ‘Çevirmen iyi bir şair değilse bu iş çok zor’ Ahmet Cemal edebiyat dünyamızın önemli adlarından biri. Çevirileriyle bu alana öncülük etmiş, çevirinin ne olması gerektiğini göstermiştir bize. Son yıllarda yazdığı kitaplarıyla da gündeme gelen Ahmet Cemal’le çevirilerini ve yapıtlarını konuştuk. ? Gönül ÇOLAK A lmancadan dilimize yapmış olduğunuz çevirilerle pek çok değerli eseri okurla buluşturdunuz. Çok yönlü bir sanatçı, aydın ve kültür adamısınız. Türk kültürüne yapmış olduğunuz katkılardan dolayı Anadolu Üniversitesi tarafından size verilmiş fahri doktora unvanı var. Edebiyatın pek çok dalında eserler verdiniz. Anadolu üniversitesinde toplam 15 yıl öğretim görevlisi olarak çalıştınız, şu an Bahçeşehir Üniversitesi’nde dersler vermeye devam ediyorsunuz. Böylesine çok yönlü bir sanatçı ve aydınla söyleşi yapmanın da bir güçlüğü var tabii ki. Sizin belki de en çok çalışma yaptığınız alanla, “çeviri”yle başlamak doğru olsa gerek sohbetimize. Kusursuz çeviriler yaptığınız ve çok titiz çalıştığınız biliniyor. Bu konudaki kriterleriniz nelerdir? Daha doğrusu bir yazar ve onun çevirmeni arasında olması gereken ilişki ya da yakınlıktan bahsedebilir miyiz? Bu aslında önemli bir soru, çünkü bazen düşünülmediği oluyor bunun. Yazarla diyalog kurmadan o eser çevrilemez. Yani ben çevirinin, hele edebiyat çevirisinin o ölçüde profesyonel olabileceğine inanmıyorum. Çevirmenin yazarla aynı pencereden bakabilmesi, aynı dili konuşabiliyor olması önemli sanırım... Tabii ki. Daha çok dil önemli burada. Çok takdir ettiğim, beğendiğim yazarlar olmuştur mesela, ama çevirmeyi düşünmemişimdir. Bazen de Ingeborg Bachmann’da olduğu gibi, çevirmeye başlıyorsunuz fakat bir süre sonra aranızdaki diyalog yeterince yoğun olmadığı için devam edemiyorsunuz. Ben onun “Malina” romanını çevirirken ilk seksen doksan sayfadan sonra durdum. Beş yıllık bir ara verdim, sonra devam ettim. Bu çok ciddi bir ara! Çok! Daha kısa aralar olmakla birlikte başka kitaplarda da benzer durumlar yaşamışımdır. Diyalog kurulmuştur ama bence yeterince yoğun değildir. Beklersiniz; sonra bir an gelir, dersiniz ki, tamam, devam edebilirim. Ingeborg Bachmann’dan çok sayıda çeviri yaptınız: “Bütün Şiirleri”, “Bütün yazıydı... Evet, o yazı olumlu anlamda çok tepki aldı, katılımın bu kadar çok olması sevindiriciydi benim için. Peki yine çeviri konusuna dönersek, çevirilerinizin başarısında sizin edebiyatçı, özellikle de şair yanınızın payı olduğunu söyleyebilir miyiz? Bunu geçenlerde bir toplantıda da konuştuk. Hatta çok sevgili dostum Seçkin Selvi Hanım, “Her iyi çevirmenin arkasında bir yazar ya da şair kimliği vardır” dedi. Bunun önce şiirde bilincine vardım ben. Çevirmen iyi bir şair değilse bu iş çok zor olur. Eskiden söylemeye çekinirdim bunu ama şimdi söylüyorum. İş diye yapılmaz çeviri. Yapılanlar var ama kupkuru oluyor. O yüzden düz yazıda olduğu gibi her çevirmen her şairi çeviremez, çevirmemeli. Benim çevirmek istediğim ve çevirdiğim şairler bellidir, onların dışına çıkmam. Şiirde imgelerin tam olarak aktarılabileceğini düşünüyor musunuz? Hiç çevrilmemesi gereken eser var mı sizce? Çevrilmemesi gereken eser yok ama şiirde bu çok tartışılmıştır mesela; çevrilebilir mi çevrilemez mi diye? Yanlış bir tartışma bence. İmgelerin sözcük sözcüğe karşılığı bulunmaz tabii ki. Ama 18. yüzyılda bir Alman dil uzmanının dediği gibi: “Her dil bir dünya görüşüdür”. Aynı imgeler değil belki ama o imgeleri dilinizde dilinizin olanaklarıyla yeniden yaratırsınız aynı çağrışımları sağlamak üzere. YENİDEN ŞİİR YAZMAK Yani neredeyse bir yeniden yazma işi bu anladığım kadarıyla. Hatta daha da ileri giderek “Şiir yazıldığı dile dahi çevrilemez” derken Rilke, bu güçlüğü vurgulamak istemişti sanıyorum. Evet, tabii ki. Almanlar şiir çevirisi için, “Nach dichtung” derler. Olduğu gibi çevirilemiyor bu ifade Türkçeye. Sonradan, yeniden şiir yazmak, anlamına geliyor. Biraz da öykülerinizden bahsetmek istiyorum. “Dokunmak” adlı öykü kitabınız gerçekten etkileyiciydi benim için. Öykülerin tümüne sinmiş yoğun bir “suçluluk duygusu” sezdim ben. Sanki insan olmanın özürünü diler gibisiniz. Yanılıyor da olabilirim... Yok çok ilginç ve doğru! Shakespeare’in “Hamlet’, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”daki Raskolnikov aracılığıyla okuyucuyu yüzleştirdiği türden ağır durumlar, sorgulamalar var hikâyelerinizde... Çok doğru. O benim yaşamımın temelinde yatan bir şey. Öykülere geçmiş olması kaçınılmaz. Mesela “sevmek” sözcüğüne bakalım. Dünyanın en sık ve kolay kullanılan ifadesi “seni seviyorum”. Benim de bir sözüm vardır: “Sevmek eylemdir ve dolayısıyla da her eylem gibi bir sorumluluk getirir”. Ben, işte o sorumluluk duygusundan hiç kurtulamadım. O bakımdan biraz arkaik oldum belki. Şimdiki kuşaklarda bu yok. Sorumluluk duygularını çok zayıf buluyorum. Bunu gençlerle de açıkça konuşuyorum, onlar da itiraf ediyorlar zaten. Çok kolay söylüyorlar bu sözü. Hani Bachmann’ın ‘Malina’ romanının en başında bir cümle vardır. Bir “bugün” diyebilmenin bile ne kadar soKİTAP SAYI Radyo Oyunları”, “Savaş Üzerine Denemeleri” ve en son da “Malina” adlı romanı... Şimdi de denemelerini çeviriyorum. Onunla aranızda çok özel bir ilişki var gibi... Kesinlikle. Onu ilk okuduğum anda bunu anlamıştım zaten. Hayattayken tanıma şansım olmadı. Kısa bir zaman farkıyla kaçırdım. Çok farklı bir dünyası var bence. Savaşın hemen sonrasında ortaya çıkan bir kuşağa mensup. Bu kuşaktan sonra edebiyatın biraz daha kısırlaştığı söyleniyor, belki gelecekte değişecektir bu durum. Bachmann felsefe doktorası olan bir yazardır. Savaş deneyimi vardır, aynı zamanda şairdir. Çok derinliği olan bir kadındır. O da sizin gibi, dil konusunda çok hassas. Wittgenştein’dan etkileniyor. Bütün bu yanlarıyla bana çok seslenen bir yazar ve şair oldu tabii. “İnsanın gerçek ölümü hastalıktan değil insanın insana yaptıklarındandır” diye çok sevdiğim bir sözü var. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz? Biliyorsunuz hep resmi savaşlar üzerinde duruyorlar. Savaş başlıyor “savaş başladı” deniyor, bir zaman sonra bitince de “savaş bitti” oluyor. Kendisiyle savaş sonrası yapılan bir röportajda söylemiştir bunu zaten Bachmann, “Savaş bitti mi zannediyorsunuz? Günlük hayatta devam ediyor” diye. Asıl büyük savaşların günlük cinayetlerden çıktığını söylüyor ki bence çok doğru bu. Üstünde çok durduğu bir başka konu var. Satır aralarında hep bireysel ahlakın güçlendirilmesi gerektiğini söyler. Bachmann’dan yıllar sonra şimdi, bazı filozoflar o fikre geri döndüler. Sizin de bu konuda çok hassasiyetinizin olduğunu biliyoruz. Hatta “Yaşadığının Ahlakını Savunmak” başlığıyla Cumhuriyet’teki köşenizde yazdığınız çok güzel bir yazınız vardı geçtiğimiz aylarda. Tam da bu zamanda çok doğru bir ? SAYFA 16 CUMHURİYET 935
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear