25 Kasım 2024 Pazartesi Türkçe Subscribe Login

Catalog

? çığır açmış, yenilik yaratmış tiyatro öncülerini incelemek, oyunlarını seyretmek, onların yazdığı veya haklarında yazılmış eserleri okumak olanağını buldum. Peter Stein, Dario Fo, Peter Brook gibi tiyatro insanlarıyla konuşmak, birlikte çalışmak olanağını buldum. Berliner Ensemble'da Manfred Wekferth ile ISTA'da Eugenio Barba ile seminerlere, workshoplara katılabildim. Daha 1982'de Taganka'nın yaptığı unutulmaz Finlandiya turnesini izledim. Tüm bunlar insanın tiyatroya bakışını zenginleştiriyor tabii. Ama seyrettiğimiz her şeyi, edindiğimiz her deneyimi, yapmak istediğimiz tiyatroyu nasıl daha ileri taşırız diye değerlendirmeye gayret ettik. Taklit olmak istemedik. Zaten Batı tiyatrosu da bizdeki taklitçiliği adeta tekzip edercesine, yenilenme kaynaklarını Doğu ve Uzakdoğu tiyatrosunda arıyordu. Biz de dönüp geleneklerimizi, kültür birikimimizi araştırdık. 1989'da yazdığım bir yazıda, Halk Oyuncuları'nın yönelişini şu iki eksende tanımlamıştım: Bir yandan kültürel mirasımızla çağdaş tiyatro ölçütleri, sahne estetiği arasında bir köprü oluşturmak; diğer yandan tiyatroyu çeşitli sanat disiplinlerini aynı potada birleştiren bir sanat dalı olarak algılayıp, özellikle 20. yüzyıl Batı tiyatrosundaki birikimlerden bu anlamda yararlanmak. İşte tüm bu tercihlerin belirlenmesinde, Meyerhold'un 20. yüzyıl tiyatrosunda belirleyici olmuş çabalarını okumanın, onun sanat mücadelesini, "büyük teatral dönemler" adını verdiği dönemlere, Doğu'ya, halk geleneklerine, balagan tiyatrosuna duyduğu ilgiyi takip etmenin büyük faydasını gördük. Hindistan'a varacağım diye Amerika'yı keşfeden Kristof Kolomb misali, zorunlu sürgün sonucu Batı'ya giderek Doğu'yu keşfetmişsek, bunda Metin And kadar Meyerhold'un toplu yazılarının da yardımı olmuştur. "Tragedyanın Şafakları"ydı. Gerçekten de o gün de bugün de tragedyanın şafağının birden çok diyarda söktüğüne inanıyorum. Ama antik Yunan tragedyası kadar gelişkin bir forma başka hiçbir yerde rastlanmıyor. Bizde durum nasıl bu arada? Bizde ne yazık ki tiyatro değerlendirmelerinde, 50 veya 100 yıl öncesinin bulgularına ve yorumlarına dayanılarak fikir ileri sürülüyor, daha doğrusu KONSERVATUVAR VE MELİH CEVDET Kitaptaki bölümlerden biri de Mitolojiden Günümüze başlığını taşıyor. Mitolojiye yönelik bu ilgiyle peşpeşe tragedyalar sahnelemeniz arasında bir ilişki var mı? Mitolojiye yönelik ilgimin ve sevgimin başlangıç noktasında konservatuardaki sevgili hocam Melih Cevdet Anday var. Daha sonra, özellikle Avrupa'daki araştırma sürecinde yaratılış destanlarıyla, mitolojiyle, antik metinlerle uğraşmaya başladım. Tragedya sahnelemeye yönelmem biraz da bu arayışın sonucunda ortaya çıktı. 1990'da "Kurban"ı Avignon'da sahnelemiştik. Oyunu izleyen Paris VIII Tiyatro Bölümü başkanı ve oyun yazarı, estetik kuramcısı Prof. Philippe Tancelin, hem oyunu üniversitede bir kez sahnelememizi hem de bir konferans vermemi rica etti. Konferansın başlığı, SAYFA 6 Her tiyatro çalışmasını bilinmeze doğru çıkılan yeni bir yolculuk olarak görürüm. Her yeni yolculuk mutlaka bir metinle başlar. Ortada yazılı hiçbir şey olmasa bile her oyunun, sanat eserinin bir metni, izleyiciye söyleyeceği bir şey mutlaka vardır. Bu anlamda metne karşı bağımsız olamazsınız. Yoksa kendi içinizde, çıktığınız yolculuk içinde tutarlılığınızı koruyamazsınız. fetva veriliyor: Antik tragedya şöyle olur, böyle olmaz. Halbuki yaratıcı sanat ve eleştiri ancak tür kalıplarını kırarak, melezleşerek gelişir. Sanki antik bir metnin tek bir sahnelenme biçimi olabilirmiş gibi davranılıyor. Ama elinize örneğin George Steiner'in "Antigone'ler" adlı muhteşem çalışmasını aldığınızda, "Antigone" metninin antik tarihten günümüze yaptığı yolculuğa tanık oluyorsunuz, duvarlar yıkılıyor o zaman, çünkü metnin üstüne birikmiş yorum katlarını ayırt etme, met ni farklı yönlerden algılama şansını buluyorsunuz. Antik metinlerin farklı çağlarda farklı biçimlerde yorumlandığını vurguluyorsunuz... Elbette. Tiyatro kendi zamanına seslenen bir sanat olduğuna göre, bu çok doğal... Bırakın çağları, aynı kişinin aynı metin hakkındaki yorumu bile değişiyor. Güngör Dilmen, yazdığı bir kitapta bizim Ankara Devlet Tiyatrosu'ndaki Antigone yorumumuzda Kreon'u tek boyutlu bir diktatöre indirgediğimizi, oysa Antigone tragedyasında Hegel'in "haklı ile haklının kavgası" görüşünün geçerli olduğunu söylüyor. Benim yorumumda Kreon asla tek boyutlu bir diktatör olarak ele alınmadı zaten, o ayrı mesele. Ama bakın, konu hakkında yetkinliğinden hiç kuşku duymadığım aynı Güngör Dilmen MitosBoyut yayınlarından çıkmış "Antigone" metninin önsözünde, Kreon'u nasıl yorumlamış: "Tam bir despottur. Devletin bütün gücünü kendi gövdesinde duyar adeta. Sahneye ilk gelişinde devlet düzeni ve devlet adamlığı üstüne parlak bir konuşma yapar. (...) Ama tarih boyunca DİKTATÖRLER çok söylemiştir buna benzer doğru sözleri. Devlet derken Kreon hep kendini görür. Yurttaşlar ancak onun buyruklarına körü körüne uydukları sürece iyi yurttaşlardır. Halk için doğru olanı, güzel olanı yalnız Kreon bilir. (...) Karşısına yurttaş özgürlükleri adına başkaldıran bir Antigone çıkınca, tragedyanın çarkı amansızca dönmeye başlar." Şimdi Güngör Dilmen'in bu yorumunda, “devlet derken hep kendini gören” Kreon ile “yurttaş özgürlükleri adına başkaldıran” Antigone arasında, "haklı ile haklının çatışması" mı söz konusu? Peki, bu çelişkinin kaynağı ne? Bence, Güngör Bey'in devletyurttaş ilişkisine yaklaşımında iki farklı zamanda iki farklı hassasiyetin ağır basması. Bir de Hegel'e bakın: Bir yandan Kreon ile Antigone arasında, kusursuz bir denge kurar; simetrik bir okuma önerir; ama öte yandan Antigone için, "yeryüzünün bugüne dek gördüğü en ışıltılı figür" nitelemesini kullanır. Çektiği acı ile yücelen, Hegel'in deyimiyle "gökselleşen" Antigone'yi tüm insanların üzerine koyan bu değerlendirme, mantık düzleminde kurulmuş kusursuz diyalektiği, simetriyi duygu düzleminde bozar. Peki, bu çelişkinin nedeni nedir? Çok basit. "Antigone"de işlenen ana temalardan biri (sadece biri) olan erkbirey ilişkisi, bırakın Sofokles'den Hegel'e gelinceye kadar değişmeyi, Hegel'in kendi ömrü süresinde bile değişmiştir. Hegel'den bugüne ihtilalleri, dünya savaşları, kurulan ve yıkılan dünya sistemleriyle koskoca bir 20. yüzyıl geçmiş, biz oyunu sahneye taşırken bu yaşanmışlığı görmeyecek miyiz? "Antigone"nin 2500 yıldır sürekli sahnelenmesinin be lirleyici nedeni de yorumlara açık yapısıdır zaten. ‘KURBAN’IN ÖNEMİ Tragedya ve mitolojiye yoğun bir biçimde uğraşma sürecinize dönersek.. O süreçte, Güngör Dilmen'in yazdığı "Kurban"ın da özel bir yeri var. 1967'de oyun Gülriz SururiEngin Cezzar tiyatrosunda ilk kez sahnelendiğinde Gülsüm rolünü oynamıştım. 1981'de Halk Oyuncuları'nı kurunca, "Kurban"ı Tuncel Kurtiz'in önüne koyup bu oyunu sahneleyelim, dedim. Tam 25 yıldır da bu macera sürüyor. O oyun tiyatro yaşamımda tam bir laboratuarmetin oldu. Hem arayışlarıma yön verdi, hem de onları gerek sahne diline aktarmamda, gerekse düşüncelerimi sistemleştirmemde çok önemli bir dayanak oluşturdu. Güngör Bey bugün benim bazı arayışlarımı, yorumlarımı onaylamasa da, "Kurban"dan öğrendiğim her şey adına, "Kurban"ın bana kattığı her şey adına ona kucak dolusu teşekkür borçluyum. Son Selanik turnemizde, Kuzey Yunanistan Devlet Tiyatrosu'nun sanat yönetmeni, "Beni en çok etkileyen, tüm oyunun bir ritüel gibi sahneye konması oldu" dedi. Önemli bir eleştirmen, kendi kültürel kimliğimize sahip çıkarak aslında tragedya kültürünü de korumuş olduğumuzu belirtti. Bazı metinler vardır, yazarını da, yönetmenlerini de aşar. "Kurban" da bunlardan biri. Böyle bir metne sahip olduğu için Türk tiyatrosu çok şanslı. Avrupa'da ve Türkiye'de çalıştınız. Hapis ve sürgünü gördünüz. Ödüller kazandınız, ama çok acılar da çektiniz. Yolunuz birçok önemli sahne ve sanat insanıyla kesişti. Bu zengin yaşam ve sanat deneyimini aktarmayı, anılarınızı yazmayı hiç düşündünüz mü? Düşündüm tabii. Ama bazı şeylerin içimde olgunlaşmasını beklemek istiyorum. Çünkü bakıyorum, bir konuya bundan on sene önce öfkeyle yaklaşmışım, oysa bugün aynı öfkeyi duymuyorum, karşı tarafa da bir sürü açıdan hak veriyorum. Kendimi daha objektif yargılayabiliyorum. İnsan kendini sorgulayamadıkça anı yazmasının da hiçbir anlamı yok. Yaşı ilerlese de, hayatı damıtamamış bir yazarın anıları kalıcı olamaz. En fazla içinde biriktirdiği zehri kusar, o da birkaç gün sonra unutulur gider. Anı yazmak için, hayatı sevmek gerek, önemsemek gerek, dolu dolu yaşamak gerek. Sen sırça köşküne çekileceksin, iyi bir gözlem gücün ve kalemin olacak, başkalarının deneylerini, yaşadıklarını, inandıkları uğruna can verişlerini seyrede seyrede, sömüre sömüre, taşın altına elini sokmadan, sıkıntı çekmeden, el bebek gül bebek yaşayacaksın, sonra da anılarını yazarken söyleyecek sözlerini tükettiğin için sağa sola çamur atıp ilgi bekleyeceksin. Belki de karalamaya yönelik bu tarz anıların yayınına izin veren yayınevlerini de sorgulamak gerek. Ben anılarımı mutlaka yazacağım. Geniş düzlüklerde doludizgin at koşturmuş bir kuşağın da anıları olacak bu. Ben o atlıları, o rüzgâr kanatlıları deli gibi seviyorum hâlâ çünkü. Ama içimde anılarımı damıtmayı bekliyorum, kendime o süreyi tanımak istiyorum. Hem vicdanıma hem de benden sonra geleceklere sorumluluğun bir gereği olarak... ? gamzeakdemir@cumhuriyet.com.tr Tiyatroda Düş Zamanı/ Ayşe Emel Mesci/ Cumhuriyet Kitapları/ 320 s. KİTAP SAYI 912 CUMHURİYET
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear