Catalog
Publication
- Anneler Günü
- Atatürk Kitapları
- Babalar Günü
- Bilgisayar
- Bilim Teknik
- Cumhuriyet
- Cumhuriyet 19 Mayıs
- Cumhuriyet 23 Nisan
- Cumhuriyet Akademi
- Cumhuriyet Akdeniz
- Cumhuriyet Alışveriş
- Cumhuriyet Almanya
- Cumhuriyet Anadolu
- Cumhuriyet Ankara
- Cumhuriyet Büyük Taaruz
- Cumhuriyet Cumartesi
- Cumhuriyet Çevre
- Cumhuriyet Ege
- Cumhuriyet Eğitim
- Cumhuriyet Emlak
- Cumhuriyet Enerji
- Cumhuriyet Festival
- Cumhuriyet Gezi
- Cumhuriyet Gurme
- Cumhuriyet Haftasonu
- Cumhuriyet İzmir
- Cumhuriyet Le Monde Diplomatique
- Cumhuriyet Marmara
- Cumhuriyet Okulöncesi alışveriş
- Cumhuriyet Oto
- Cumhuriyet Özel Ekler
- Cumhuriyet Pazar
- Cumhuriyet Sağlıklı Beslenme
- Cumhuriyet Sokak
- Cumhuriyet Spor
- Cumhuriyet Strateji
- Cumhuriyet Tarım
- Cumhuriyet Yılbaşı
- Çerçeve Eki
- Çocuk Kitap
- Dergi Eki
- Ekonomi Eki
- Eskişehir
- Evleniyoruz
- Güney Dogu
- Kitap Eki
- Özel Ekler
- Özel Okullar
- Sevgililer Günü
- Siyaset Eki
- Sürdürülebilir yaşam
- Turizm Eki
- Yerel Yönetimler
Years
Our Subscribers Can Login And Read Original Page
I Want To Register And Read The Whole Archive
I Want To Buy The Page
? çok mutlu ama gergin bir yaşam sürmekteler. Dilerim bu sözümü de bağışlarlar ama işte ben o tekdüzeliğe ve gerginliğe katlanamıyorum. Ayrıca "mimarlık" sosyal yönü çok ağır basan bir meslek. Yaşamak ve gözlemlemek gibi gereksinimleri var. Bu nedenle de çok yönlü yaşam arayışının bana bir süre kaybı değil, küçümsenmez bir katkı sağladığını düşünüyorum. "Her şeyden önce, eski bir İstanbul ailesi mensubunun, yeni İstanbullulara, sevecen ama eleştirel bir bakışı bu eser" diyor Ercan Güven. Gerçekten de yeni İstanbul yerleşenlerini pek sevmiyor ama eskinin Rum, Ermeni, Yahudi vb. azınlıklarını özlediğinizi açıkça belirtiyorsunuz. Sizce yeterince adil bir yaklaşım mı bu? Önce şunu belirtmem gerekir ki, kimsenin doğduğu yer kendi seçimi değildir. Yörede yaşanan yılların da, bir "rütbe" ve "ayrıcalık" oluşturduğuna da hiç mi hiç inanmıyorum. Ama inancım o dur ki, kişi yaşam alanına olumlu bir katkı sağlamalıdır. Hele İstanbul gibi benzersiz bir metropolden söz ediyorsak, bu bir zorunluluktur. En azından katkısı yoksa, zararı da olmamalıdır. Elbette değişik yeni renklerin varlığı; kentlere yeni keyifler, yeni katkılar sağlar. Ama kimyevi bir karışımda olduğu gibi bir rengin ya da lezzetin abartılı çoğalması var olan bütünün esas değerinin giderek yitirilmesi sonucunu getirir. İşte kentimde yaşanan budur. Bu nedenle İstanbul’da yeni gelenlerin "kurtarılmış bölgeler" oluşturma gayretlerini nefretle kınıyorum. Kentimde giderek çoğalan "asalak yerleşim" ve gecekondu anlayışını, hele de bir zaman sonra bunların kimi yetkililerce "yasallaştırılması"nı kabullenmem mümkün değil. Şair, "İstanbul’u sevmezse gönül aşkı ne anlar" demiş. Yeni katılımcıların aşktan ne anladığını bilemem ama İstanbul’u yeterince sevmediklerini düşünüyorum. Çünkü buraya gelişleri temelde "spekülatif" bir amaca dayalıdır. Geldikleri kırsalda, komşusunun arazisine yanlışlıkla bir karış tecavüz etse, nesiller boyu sürebilecek bir kan davası söz konusudur. Oysa burada istediği yere, istediği gibi yerleşebilmektedir. Ne garip bir yazgıdır ki şimdilerde, bu yeni katılımlardan en çok yakınanlar da nedense, bir önceki neslin gecekondularını üretenlerdir. Eski İstanbullular diye tanımladığım; birlikte büyüdüğümüz, eğitim gördüğümüz, yaşadığımız azınlıklar, ki artık giderek ben de kendimi onlardan biri gibi görmekteyim, Rum, Ermeni, Yahudileri gerçekten özlemekteyim. Çünkü onlar bu kenti benimseyen ve bu kente katkısı olan insanlardı. Onları göç etmeye zorlayan bizleriz ve bu sonuçtan da onur duymamalıyız. nunun kötü geleceğini bildiğimden, nikâhlara gitmeyi pek sevmem. Yakınlarım ve akrabalarımdan küstüğüm kimse yok gibidir. Zaten "küs kalmak" benim yapıma uygun değil, onun yerine anlaşana kadar kavga etmeyi tercih ederim. Öğrencilerimle olan ilişkilerim ki, yaşamımda akraba ve yakınlarıma göre daha yoğun biçimde ve sayıda yer almaktalar, bu bağlamda en sağlıklı değerlendirme sanırım eğitimleri sonrası ilişkilerimizde belli oluyor. Eh! Eski öğrencileri tarafından sıkça ziyaretine gelinen bir hocayım diyebilirim. Bu kanıya katılmasam da, notumun kıt olduğu söylenir. Eğitimleri sürecinde öğrencilerime biraz mesafeli durduğum rivayeti vardır. Hatta sonraları arkadaş olduğumuzda: "Sizin bu kadar neşeli olduğunuzu bilmezdik" diyenleri vardır. Ama bence bu konudaki en çarpıcı örneği, bypass ameliyatına girdiğim dönemde yaşamıştım. Sağ olsunlar, kan grubu uygun öğrencilerim yoğun biçimde gelmişlerdi. Ama sonradan anlatılana göre hepsine yiyecek ve içecek ikramında bulunan yakınlarım hal hatır sorar ve katkılarına teşekkürde bulunurken, öğrencilerimden birinin benim grubumda bir zamanlar "diploma projesi"nden üç kez başarısızlığa uğramış eski bir öğrencim olduğunu öğrenmişler. Mimarlık eğitiminde yaklaşık iki yıllık bir kayba neden olan bu sonucun nedeni sayılabilecek birine kan verme arzusunu pek anlayamamışlar ve de Tanrı korusun bu gencin kanında bir sorun mu var diye düşünmüşlerdi. Hâlaâ gülerek hatırlarız… HAŞARI ÇOCUK... Yine Güven’den bir alıntı yapmak istiyorum." Ailesini, dostlarını, yakınlarını ama özellikle de kendisini hedef alan mizah yüklü bu kitapta Kunt’un, 60’lı yaşlarında hâlâ içinde yaşatabildiği haşarı çocuğu görebiliyorsunuz… Çünkü saklamıyor." Gerçekten de, konuşma diline yakın, rafine bir üslubunuz ve bir haşarı çocuk yaklaşımınız var yaşadığınız olaylara. Yakınlarınızla ama özellikle de öğrencilerinizle olan ilişkilerinizi nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında bu değerlendirmeyi onların yapması daha doğru olur inancındayım. Ama "neşe"yi "hüzün"e tercih ettiğim bilinir. Bu nedenle de, cenazelere ve soCUMHURİYET KİTAP SAYI “KIZIM, EBRU İÇİN...” Sayın Kunt bu yazdıklarınız yaşamınızın bir bölümünü oluşturuyor. Devamını da yazmayı düşünüyor musunuz? Kitabın "Bitirirken" bölümünde de belirttiğim gibi ben bu işe çoktan başlamış durumdayım. Zaten gerek mimar gerekse akademisyen dostlar: "Yaşamın lise yıllarıyla sınırlı değil, birlikte yaşadıklarımızı da yazmalısın" gibi bir alınganlık içindeler. Ancak üslubum ve konu seçimim için bazı kaygıları var. "Bir öğretim üyesi toplumda saygın ve ağırbaşlı bir imaj oluşturmalıdır. Benimsediğin üslup hiç buna uygun değil. Hele üniversiteler ve öğretim üyeleri günümüzde bunca yıpratılmak istenirken, onlara çanak tutmamalısın. Kol kırılsa da yen içinde kalmalı" gibi bir yaklaşım içindeler. Kimileri de: "Aynı üslupta her şeyi yaz. Üniversite ve akademik yaşamı bir de senden ve sivri dilinden duysunlar" diye kızıştırma eğiliminde.Bu uyarı ve öneriler beni ilgilendirse de pek etkilemeyecek sanırım. Çünkü bunların tümü kızım Ebru için yazıldı. Tamam, içlerinde "bir babanın kızına anlatmasa da olur" hatta "anlatmasa daha iyi olur" denebilecek bölümler vardı ve de bunlar gerçekleri eksiksiz anlatabilme adına yaptığım densizliklerdi benim. Ama bir babanın kızına özel olarak yazdıkları için de tutup çevrede, konu ve üslup bağlamında bir "referandum" yapması beklenemez sanırım. Sayın hocam, yazdıklarınız kadar sevimli bu söyleşi için teşekkür ederim. Bu "sözüm ona yazarlığım"ın ilk söyleşisi için asıl ben size teşekkür ederim. ? Kavun Unutmadan/ Aydın Kunt/ Kibele Yayınları/ 350 s. 867 SAYFA 11