27 Haziran 2024 Perşembe Türkçe Subscribe Login

Catalog

Celal Şengör’e yanıt: Üniversitede neler oluyor? Kaynak sağlanırsa sorun önemli ölçüde çözülebilir Yrd. Doç. Dr. İrfan Mukul H ocamızın 4 Ocak CBT’deki Zümrütten Akisler köşesindeki yazısında katılmadığımız noktalar bulunmaktadır, söz konusu yazıda; “İTÜ Asistan Dayanışması imzasıyla çıkan yazıda beni üzen, bu yazıyı yazanların Türkiye’de bilim yapanların önünde ne tür imkânlar olduklarını bilmediklerini görmem olmuştur. Beni yurtdışında bulunan imkânları kopyalamakla itham edenler, belli ki kendi çevrelerindeki benzer imkânlardan habersizler. Türkiye’de öğrenci ve danışmanı denetleyen belli mekanizmalar vardır. Bunların toplu adları da doktora imtihanı ve o imtihanı yapan jüridir. Jüri kalitesiz ise bunu fark eden öğrenci, üniversiteye veya YÖK’e bir mektupla durumu belgeleyerek bildirmekle sorumludur. Ben asistanken böyle işler yaptım ve bazı kişilerin terfiine engel oldum”, demektedir. Celal hoca bireysel çıkışlarla sorunların çözülebileceğini kendi yaşadıklarından hareketle ortaya koymaya çalışıyor ve bir anlamda da YÖK’ün karşılaşılan sorunlara çözüm getireceğine inanmış oluyor. Oysa çalıştığım üniversitede benim gördüklerim hocamızın söylediklerini pek doğrular nitelikte değil. Üniversitemizde benzer bir yol deneyip YÖK’e bildirilen birçok yanlış uygulama sonuçsuz kalmıştır. Örneğin Eğitim Fakültelerinde okutulan Bilgisayar I dersi, dersin hocası maaş karşılığı ders sayısını doldurmadığı halde, rektörlüğe bağlı bilgi işlem daire başkanlığında görevli bir fizikçiye verilmek suretiyle devlet zarara uğratılmış, YÖK hiçbir şey yapmamıştır. Bunun dışında ilgili ilgisiz birçok insan alanın dışında derslere girebiliyor; bu türden uygulamalar rutin ve YÖK’ün bilgisi dahilindedir. Yazının devamında “…Bence üniversitede aslında hiç kimsenin ‘iş güvencesi’ olmamalıdır. Yani üniversite bilim üretmeyeni kovmalıdır. Bunun böyle yapılmamasının tek nedeni, üniversite yönetenlerin de nihayet insan oldukları, bir kişinin işine son verme kararına başka, özellikle politik faktörlerin de karışabileceği endişesiyle kişiden ziyade fikirlerin korunması maksadıyla bir kadro garantisi kurumunun icat edilmiş olmasıdır. Bu bütün dünyada böyledir ve gene bütün dünyada sadece doçentlikten itibaren yani kendini bilimsel olarak ispat etmiş kişiler için uygulanır”, demektedir. Celal hocanın söyledikleri, YÖK’ün hazırladığı “Yeni Bir Yükseköğretim Yasasına Doğru” metnindeki söylenenlerden farklı değildir. Söz konusu metinde, iş güvencesiyle ilgili şu ifadelere yer verilmektedir. “Akademik kadrolar için norm kadrolar belirlenmesi, norm kadro olmadan unvan verilmemesi, yardımcı doçentlerin tümünün, doçent ve profesörlerin belli oranda sözleşmeli olması, Akademik unvanların üniversitelerde boş olan kadrolara göre verilmesi; kadro olma mesi.” Oysa iş güvencesi akademik özgürlüğün, akademik özgürlük ise üniversitenin olmazsa olmaz, temel ve kurucu koşuludur. İş güvencesinin ve dolayısıyla akademik özgürlüğün tahrip edildiği bir kuruma üniversite denemez. Ayrıca bütün üniversite emekçileri kadrolu, güvenceli istihdam ve insanca çalışma koşulları sağlanması, emekçilerinin temel haklarının gerçekleşmesi açısından vazgeçilmez olduğu gibi hizmetin niteliğinin artmasının da en önemli koşuludur. Bu çerçevede ayrıca idari ve teknik personele yönetim mekanizmalarında seçme ve seçilme hakkı tanınmalı, atanacak tüm kadrolarda liyakat ilkesi esas alınmalıdır. Celal hocanın söz konusu tartışma yazılarında dile getirdiği dünya üniversitelerindeki uygulamaları Türkiye üniversiteleriyle karşılaştırırken tarihsel bir perspektife dayanmayarak bir hata yaptığını düşünüyorum. Hocamızın yine başka bir yazısında yazdıklarından yararlanarak konuya açıklık getirelim. “1896 yılında Amerika’nın belki de gelmiş geçmiş en büyük jeologu olan Grove Karl Gilbert (1843–1918) Washington Jeoloji Derneği’nin 11 Aralık 1895 tarihli toplantısında dernek başkanı olarak “The origin of hypotheses”(varsayımların kökeni) başlıklı bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmanın amacı beynimizde oluşan tüm varsayımların temelinde yaptığımız karşılaştırmaların yattığı iddiasıydı. Gilbert örnek olarak yer şekillerinin yorumunda kullanılan benzetmeleri vermiş ve Colorado’daki meteor kraterinin kökeni hakkındaki varsayımların bazılarının temelinde volkanik yapılarla yapılan karşılaştırmalar olduğunu göstermişti. Yapılan varsayımların başarısı muhakkak ki yapılan karşılaştırmanın uygunluğuna bağlıdır. İngilizcede sık söylenen bir sözle, elmalarla portakalları karıştırmamak gerekir”. Yukarıdaki alıntıdan hareketle, dünyadaki üniversite uygulamaları Türkiye üniversitelerindeki uygulamalar ile ne kadar örtüşmektedir, hiç kuşkusuz böyle bir karşılaştırma zorlama olacaktır. Böylesi bir karşılaştırma ancak dünya üniversitelerinin söz gelimi ABD üniversitelerinin Türkiye üniversitelerinin yaşadığı aynı sıkıntılarla karşılaştırmak daha sağlıklı olacaktır. Öte yandan İTÜ Asistan Dayanışması’nın tutumuna hocanın yazdıkları üzerine, Utku Balaban’ın SBF Dergisindeki (sayı: 64–4) “Türkiye’de Yükseköğretim Reformu ve ABD’de EndüstriÜniversite İlişkisinin Tarihi” makalesine bakmakta yarar olduğunu düşünüyoruz. paratorluğu ile Türkiye Cumhuriyeti’ni karşılaştırarak Atatürk’ün tutumunu takdirle karşılar. Öyle ya “Geniş bir alan üzerinde, çeşit çeşit ırklar ve milletler toplayan Osmanlı İmparatorluğu’nun yerini tutarlı ve canlı bir Türkiye Cumhuriyeti almıştır. Köhne hilafet, modern ruhlu, laik bir hükümete bırakmıştır yerini..” Büyük bilgin, Atatürk’ün ağzından şu sözleri dile getirir: “…Burada bir müze tesis etmekle istedik ki en büyük sanat abidelerinden biri sanatçılarla bilginlerin incelemelerine ve araştırmalarına ve bütün insanların hayranlığına kayıtsız şartsız açık dursun.” Ayasofya’nın son günlerde oldukça güncelleşmesi, bir takım Hıristiyan fanatiklerin burada ayin yapmak isteklerinden kaynaklanmaktadır. Bu durum ortalığı epeyce gerdi. Aca dan doçent unvanı verilmemesi; akademik unvanların ilgili üniversite tarafından verilmesi, Akademik personel için tam gün kalıcı kadrolar dışında esnek çalışma modelinin benimsen “…Şu anda Türkiye’de olduğu gibi ABD’de akademisyen açığının olduğu 1945–1975 döneminde, bugün YÖK’ün önerdiği ve akademisyenleri kovmayı amaçlayan performans ve kalite uygulamaları değil, ‘kadro’(tenure) uygulamalarının kapsamını genişletmişti… Öte yandan, Türkiye’deki akademik yapıya OECD, AB–27 ya da ABD’de gördüğümüz oranlarda kaynak artırımı sağlanırsa mevcut yapının şu andaki sorunların büyük bir kısmını aşması için hiçbir neden yok. Tekrarlarsak, ortada ‘sistem’ değil ‘kaynak’ sorunu mevcut. Sanayi çevreleri ARGE bağlamında bu sorunun çözümüne OECD, AB–27 ya da ABD’deki sanayi çevreleri kadar katkıda bulunmaktan kaçınmakta ve çözümü devletten beklemektedir. Elini taşın altına koymaktan imtina eden bir zümreyi kamunun neden sübvanse etmesi gerektiği önümüzde meşru bir soru olarak durmakta”. Her ne kadar Türkiye üniversitelerinin sorunlarının çözümünü sadece “kaynak” sorununa indirgenemeyecek kadar hassas ise de tartışılan konulara zenginlik katacağı da orta dadır. Yine aynı çalışmada yayınlanan aşağıdaki tablo Türkiye’nin üniversitelerin bir kaynak sorunu olduğunu da ortaya koymakta. Sonuçta bütün bu tartışmalar bilimsel özgürlük, kurumsal özerklik, kamusal finansman, eşitlikçi özgürlükçü demokratik özyönetim ile insan, doğa ve toplum yararına üniversite taleplerine katkı sağladığı oranda anlamlı olacaktır. Buradan hareketle akademik, bilimsel özgürlük ile kurumsal özerkliğin tesisi için yükseköğrenim sisteminin bütünlüğü içerisinde ele alınacak bir üniversite anlayışına ihtiyaç olduğu açıktır. Bu da üniversitelerin sadece eğitimöğretim veren kurumlar olmaktan çıkması ve nitelikli akademik faaliyetlerin özgürce yapılabildiği kurumlar haline gelmesi, üniversite kavramının tarihselliği içerisinde edinmiş olduğu değer ve anlamlar çerçevesinde oluşturulmuş, eşitlik ve özgürlükleri korumayı temel almış bir anlayış ile gerçekleştirilebileceği ortadadır. CBT 1350/19 1 Şubat 2013 bidir. Osmanlıların, ele geçen bir kentteki en büyük kiliseyi camiye, daha doğrusu Cuma camiine çevirmeleri öteden beri uyguladıkları bir yöntemdir. Camiye minarelerin, payandaların eklenmesi, çevresinin medrese, türbe vb eserlerle donatılması,Türk döneminin izleri olarak görülür. Fatih nasıl çağının gereğini yaptıysa Atatürk de zamanının koşullarına uygun olarak Ayasofya’yı müze haline getirdi ve insanlığa mal etti. Bizans araştırmalarının ünlü yayın organı Byzantion dergisi, bundan ötürü Atatürk’e duyduğu minneti dile getirir. Atatürk burayı müze yaparken bilinçli davrandı. Yoksa TV kanallarında iddia edildiği gibi, “Hadi Ayasofya da müze olsun!” gibi gönülsüzce bir söz kullanmadı. O günlerde ülkemizde araştırmalar yapan Prof. Albert Gabriel, Osmanlı İm ba bugün Müslümanlar, isteseler Kurtuba’da topluca namaz kılabilirler mi? Hiç sanmıyorum. Son anda Amerika’dan gelenlerin Ayasofya’ya gitmekten vazgeçmeleri gerginliği yatıştırdı. Medya tarihçileri durur mu hiç? TV kanallarında, Ayasofya’yı müzeye çeviren kararnameyi biraz “garip” buluyor medya tarihçisi.. Bu kararnamede, Ayasofya’da ibadet edilemeyeceğine ilişkin bir kayıt yokmuş. Yalnızca “müze” kaydı varmış. Bu yeteri kadar açık değil mi? Müzede ibadet edilemeyeceğine ilişkin bir “şerh” konulmasına gerek var mı acaba? Sonunda baklayı ağzından çıkarıyor: Kendisine sorarsanız burası ibadete açılmalıymış!.. Bütün sorun, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi yasalarına ve tarihsel haklarına sahip çıkmasında yatmaktadır. Bunu unutmayalım…
Subscribe Login
Home Subscription Packages Publications Help Contact Türkçe
x
Find from the following publications
Select all
|
Clear all
Find articles published in the following date range
Find articles containing words via the following methods
and and
and and
Clear